05 Aralık 2020

Fernando Pessoa / Huzursuzluğun Kitabı (Alıntılar)


Adının hakkını veren kitapların başında geliyor Huzursuzluğun Kitabı. Her ne kadar bir yerde Pessoa yazdıklarının okumaya değer bulmasa da kendisini okutturuyor. Tamamen huzursuzluğun hakim olduğu, Pessoa'nın o söylemlerinde kendisiyle birlikte sizin içinizdeki huzursuzlukları ortaya çıkarması da ayrıca bir huzursuzluk sebebi. Pessoa 280. sayfa da diyor ki ; "İsterim ki bu kitabı okuyunca, şehvetli bir kabus görmüş gibi olun". Aynen böyle oluyor, içinizi darlıyor. Bir süre sonra neden bu kadar karamsar acaba diye sorduğunuz da oluyor ama bu huzursuzluk söylemleri içinde hem sizi düşündüren hem de altını çizmeye değer o kadar güzel satırlar var ki.
Eskiden, okuduğum kitapların altını çizmezdim, bloga koyabilmek sizlerle paylaşabilmek için 3 yıl önce okuduğum kitabı hafta içi yeniden okudum ve altını çizdiğim altınlar.

Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. (s.27)

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi. (s.27)

Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım – ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş. Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum. (s.30)

Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. (s.31)

Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. (s.34)

İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. (s.41)

Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın sapına kadar bilincinde olduğumu... Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekâmı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı yavrusu gibi kollarında sallayan düşünce gücümü. (s.42)

Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır. (s.45)

İster var olsunlar ister var olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz. (s.48)

İnsan kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi. (s.54)

Uyduruk biriyim ben. Uyandığımda kendimi hep yabancı kucaklarda, adeta yanlışlıkla avutulurken buldum. Ah ki ah! Beni darmadağın eden ve bunalımlara sürükleyen, olabileceğim o öteki kişiye duyduğum bu özlem işte! Ana bağrının en derin yerinden kopup gelen, küçücük bir yüze kondurulan öpücüklere kadar sızan o sevgiden nasiplenmiş olaydım, bugün acaba nasıl bir insan olurdum? (s.56)7

O kadar uykum var ki, artık düşünemiyorum; uyku benden o kadar kaçıyor ki, artık bir şey hissedemiyorum. (s.57)

Vazgeçsem, uyusam, arafta kalmış bu bilincin yerine daha iyi, beni tanımayan birine gizlice fısıldanmış hüzünlü şeyler koysam!.. Vazgeçsem, gerçekten uyuyabileceğim, geceleyin görülen kıyılar boyunca kıvraklıkla, yağ gibi aksam, engin bir denizle karaya yürüsem ve geri gitsem!.. Vazgeçsem, farkında olmadan, dışarıda var olsam, kıyıda kalmış ağaçlı bir yolun dallarındaki hareket, hafif yaprakların fark edilmekten çok, sezilen düşüşü..... Bağlarımı koparsam, var olmaktan vazgeçsem nihayet, ama mecazi anlamda hayata tutunsam, bir kitabın sayfası, rüzgârda uçuşan bir saç perçemi, yarı açık duran bir pencerenin pervazına tırmanan bir bitkinin titreyişi, yola serilmiş ince çakıllı kumun üzerindeki önemsiz adımlar, uykuya dalmış köyden yükselen son duman, arabacının, sabah bir keçiyolunun kenarında unuttuğu kırbaç olsam... Saçmalık, karışıklık, hatta yok oluş – herhangi bir şey, yaşamın dışında... (s.58)

Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız. (s.61)

Ne zevk, ne ün, ne iktidar: özgürlük, yalnız özgürlük. (s.62)

Öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın her ayrıntısı, yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık seçik okuyabilme derdine düşüyorum. (s.64)

Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim; ya da soluduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim....
Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde var olduğumu biliyorum. Ve kendimi, gerçek düşlerle dolu bir uykudan uyanmış bir adam ya da bir deprem sayesinde, yaşadığı hücrenin aşina karanlığından kurtulmuş biri gibi hissediyorum. (s.67)

Hayatımda kıyıda köşede kalmış ne kadar acı varsa hepsi günlük hayatın hiç bitmeyen, beklenmedik fırsatlarından yararlanarak sırtlarına geçirdiği neşe kisvesinden, her tür duygudan arınarak gözlerimin önünde soyunuyor. Genellikle halinden memnun, genellikle mutlu biri olarak, içimde bitmeyen bir hüzün olduğunu fark ediyorum. Ve içimde bu tespiti yapan kişi, aslında hemen arkamda, pencereye yaslanan gövdeme eğilmiş; hafifçe dalgalanarak ağır ağır yağan, loş ve kötü havayı çizgi çizgi bölen yağmuru omzumun ya da başımın üzerinden, benimkilerden daha samimi gözlerle seyrediyor. (s.70)

Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. (s.72)

....biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlıklarıyız. (s.73)

“Çünkü; Gördüğüm şeylerin boyundayım ben. Kendi boyumda değil.” (s.77)

Anlamak için, kendimi yok ettim. Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bundan daha yanlış, aynı zamanda da daha manalı bir söz bilmiyorum. (s.79)

Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır. Utanma duygusu, tensellik için, enerjinin önüne çıkan bir engel gibidir. (s.83)

Nasıl yaşadıysam öyle öleceğim, (s.89)

Ve bugün, şimdiye kadar nasıl bir hayat yaşadığımı düşünürken, kendimi sepet içinde, banliyö trenlerinde taşınan bir hayvan gibi hissediyorum. Saçma bir imge bu, ne var ki tanımladığı hayat daha da saçma.(s.93)

Ben böyleyim işte. Düşünmek istediğim zaman, görüyorum. Ruhumun derinliğine inmeye niyetlensem, kısa süre sonra, aklım başka yere kayarak, upuzun merdivenin ilk sarmalında duruyorum ve son katın penceresinden, karmakarışık çatı yığınını paslı tonlarla ıslatarak veda eden güneşi seyrediyorum. (s.95)

...karşı kaldırımda sendeleyerek yürüyen yaşlı adama gözlerimi dikmiş, öylece, kıpırdamadan duruyorum. Sarhoş olduğu için değil, düşlere daldığı için sendeliyor. Dikkatini var olmayana vermiş; hâlâ bir umudu var belki. Adalet nedir bilmez Tanrılar adaletli görünmek istiyorlarsa, gerçekleşmesi imkânsız da olsa düşlerimize dokunmasınlar, sıradan da olsa, bize iyi düşler versinler. (s.96)

Tanrılar hayallerimi değiştirsin; ama hayal kurma yeteneğime el sürmesin. (s.97)

Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum.
Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım. (s.99)

En iyilerimiz bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya, gecenin içinde kaybolan sesler gibi karmakarışık.
Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar için var olan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. (s.102)

Hepimizde kendini beğenmişlik var ve bu, başkalarının da var olduğunu, onların da bizimkine benzer bir ruha sahip olduğunu unutturuyor bize. (s.103)

Aşk cinsel bir içgüdüdür; ama sonuç olarak cinsel içgüdümüzle değil, bir başka duygunun var olduğunu varsayarak severiz. Ve bu varsayım da hakikaten başlı başına, başka bir duygudur. (s.105)

İçimde canımı yakan, adını bilemediğim bir duygu var; kim bilir ne hakkında bir kir lazım bana; sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm. (s.105)

Öteki insanlarla aramda daimi, derin bir uyuşmazlık olduğunu hissetmemin nedeni, sanırım onların çoğunun duyarlıklarıyla düşünmesi, benimse düşüncelerimle hissetmem.
Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim;
hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz. (s.111)

Yaşamaya mecbur edildiğim hayattan doğmuş zavallı umutlarım benim! (s.121)

Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata. (s.122)

Üzerimden hiç ayırmadığım eleştirel bakış yüzünden eksikliklerinden, kusurlarından başkasını göremeyen; çiziktirmeye cüret ettiği parça buçuk yazılardan, pasajlardan, var olmayandan alıntılardan öteye geçmeye biri olarak, kaleme aldığım üç satırlık şeyle, ben de kendi hesabıma kusurluyum. (s.129)

Yoksa bile, nerede Tanrı? Dua edip ağlamak, işlemediğim suçlara tövbe etmek, bir anneninkinin yerini tutmasa da, bağışlanmanın bir okşayışa benzeyen tadını duymak istiyorum. (s.132)

Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç hayatımın 33 dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük üzüntüler, gönlüme 34 bakan pencereyi açıp oradaki bitip ükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.
Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. (s.138)

Biz, olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve hazin. Gecenin içinde dalgaların sesi, gecenin kendi sesidir; ve kim bilir kaç insan ruhunun derinlerinde duymuştur onun, derinlerde çoğalan boğuk köpük sesleriyle yankılandığını, karanlıkta paramparça olan umut gibi! Elde edenler ne çok gözyaşı döktü, başaranlar ne çok gözyaşı yitirdi! Deniz kıyısında gezinirken gecenin sırrını, uçurumun içyüzünü gördüm bütün bunlarda. Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran! (s.144)

Ne düşündüğünü ya da ne de istediğini bilen biri var mı? Benliğinin kendisi için ne olduğunu kim biliyor? Her şey için ayrı ayrı hissetmeye kalktığımda ne çok ölüyorum! Ve böyle, bedensiz bir insan olarak, tıpkı kıyı gibi kıpırtısız yüreğimle başıboş yürürken ne çok duyguyla doluyorum. (s.145)

Hep şimdiki zamanda yaşarım. Geleceği bilmem. Artık geçmişim de yok. Biri, her şeyin mümkün olmasıyla çöküyor üzerime, öteki, barındırdığı hiçbir şeyin gerçek olmamasıyla. Ne umutlarım var, ne de pişmanlıklarım. Hayatımın bugüne kadarki halini –yani çoğunlukla, istediğimin tam tersi şekilde aktığını– bildikten sonra ne söyleyebilirim ki geleceğim hakkında, beklemediğim, dilemediğim bir şey olacağından, benim dışımdan bir yerden, hatta bazen kendi irademin bir oyunu olarak başıma geleceğinden başka? Geçmişimde ise, hatırlayıp da gereksiz yere yeniden yaşamayı arzulayabileceğim hiçbir şey yok. Kendi benliğimin izinden, onun bir benzerinden başka bir şey değildim ben. (s.150)

Ben, kadınların sevdiklerini söyledikleri, ama karşı karşıya geldiklerinde kesinlikle tanımadıkları insanlardanım; tanısalar bile tanımadıkları cinsten biriyim. (s.156)

Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu, günlerimi düşsel konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat. (s.164)

Varlığımızı öyle bir hale getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup da bizi çözememeleri olsun. (s.164)

Kendine saygısı olan her ruh hayatı En Uç’ta yaşamak ister. Size verilenlerle yetindiğiniz takdirde, köleden farkınız kalmaz. (s.173)

Karamsar değilim, hüzünlüyüm. (s.178)

Dünyada hiçbir şey, işyerindeki arkadaşlarımın beni “farklı” görmesi kadar sinirimi bozamaz. Onların gözünde farklı biri olmamaktaki ironinin verdiği keyfe düşkünümdür. (s.179)

Hayattan, kendimden hiçbir şey istememekten gayrı isteğim olmadı. Sahip olmadığım kulübenin kapısında, hiç var olmamış güneşe karşı oturdum ve çoktan yorulmuş gerçekliğimin, gelecekteki yaşlılığın tadını çıkardım. (s.184)

Kendimi arıyorum, bulamıyorum. Kasımpatı saatlere, gergin vazoların belirgin çizgilerine aidim ben. Tanrı, ruhumu bir süse çevirdi. (s. 185)

Kesin olan bir şey var: Bir zamanlar ne olduğumu hatırlayabiliyor olmasam, şu anki bene katlanamazdım.
(s.195)

Aynı bilinmezlikten doğmuş iki kardeşiz biz, aynı ırkın iki ayrı niteliği, ortak bir mirasın iki farklı haliyiz – hangimiz ötekini inkâr edebilir? (s.205)

Ne zaman herhangi bir şeyi tamamlasam, şaşkına dönüyorum. Şaşkına dönmekle kalmıyor, üzülüyorum da. İçimdeki mükemmeliyetçilik içgüdüsünün beni bitirmekten alıkoyması, hatta daha baştan, başlamamı bile yasaklaması gerekiyor. Ama oluyor işte: Dalgınlık beni günaha sürüklüyor ve eyleme geçiyorum. Sonunda elimde, kendi irademle gerçekleştirdiğim bir eylemin değil, tam tersine, irademin zayıflığının bir meyvesi kalıyor. Başlıyorum, çünkü düşünecek gücüm yok; bitiriyorum, çünkü kendimi durduracak cesaretim yok. (s.206)

Şu an çok uzak gelen, bundan dolayı bir yerlerde okuduğum ya da bir başkasından dinlediğim bir öyküymüş gibi görünen ergenlik çağımda iki kez sevip, dibe vurmanın acısını tattım. Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş. (s.214)

Kendi kendiyle savaşamayaninsan başkalarıyla savaşır. Kendini daha iyiye götürmekten âciz olan biri reform yapmaya kalkışır. Doğru hisseden, dürüst düşünen bir insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. (s.216)

Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır, bu sefer de zengin deliler olup çıkarız. (s.226)

Şu anda dünya aptallara, huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku. (s.236)

İnançla eleştiri arasındaki yolun ortasında akıl hanı vardır. Akıl, inanca başvurmadan anlayabileceğimiz şeyler olduğuna duyduğumuz inançtır; gene inancın bir biçimidir bu, çünkü anlamanın temelinde, anlaşılabilir şeylerin var olduğu varsayımı yatar. (s.236)

Kazara tanrıların kaprislerine zincirlenmiş köleleriz, bizden daha güçlüdür ama daha iyi değildir tanrılar, üstelik tıpkı bizim gibi adaletten ve iyilikten üstün, iyiliğe de kötülüğe de yabancı, soyut bir Kader’in demir yumruğunun hükmündedirler. (s.237)

En yücelerimizin tek üstünlüğü, her şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır.
Belki de bir yanılsama kılavuzluk ediyor bize; ama bunun bilincinde olmadığımız kesin. (s.238)

Neredeyse yalvaracağım tanrılara, tabii var iseler; beni bir kasanın içinde tutar gibi korusunlar, gönül yaralarından. (s.239)

Anlatılmış bir hikâye gibiyim, üstelik ete kemiğe bürünecek kadar iyi anlatılmış, ama bir kitabın bir bölümünün başlangıcından ibaret şu dünya-romana tam oturmamış bir hikaye. (s.241)

Kendime bakıyorum. Kendi kendimin seyircisiyim ben. Duygularım, içimdeki bilmediğim bir gözün önünden, dışarıya ait şeylermiş gibi dizi dizi geçiyor. Kendimden sıkılıyorum. Her şey, hatta gizemden yapılmış kökleri bile, sıkıntımın rengine bürünmüş. (s.241)

Özlediğim hiçbir şey yok. Hayatım acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır acıyor. (s.242)

Neyi istediğimi ya da istemediğimi bilmiyorum. İstemeyi bilmez oldum, nasıl istendiğini bilmiyorum, normalde istediğimizi ya da istemeyi istediğimizi bize belli eden duyguları ya da düşünceleri anlayamıyorum. Ne kim olduğumu biliyorum, ne ne olduğumu. Koca evrenin ansızın çöken hiçliğinin altında, üzerime bir sur yıkılmış gibi yatıyorum. Ve ardımda bıraktığım izi takip ederek yürüyorum, ta ki gece çökene, tam kendime karşı içimde bir sabırsızlık yükselirken, farklı olmanın ferahlatan tesellisini getirene dek. (s.245)

Caesar, hırsı çok güzel tarif etmiş: “Roma’da ikinci olacağına, köyde birinci ol!” (s.247)

Kendi kendimi alaycı bakışlarla izlerken, ne olursa olsun hayatı seyretmekten de hiç vazgeçmedim. Ve artık, bütün muğlak umutların hüsranla sonuçlanacağını kabullenmiş biri olarak, umutla hayal kırıklığını aynı anda tatmanın özel zevkinin ıstırabı içindeyim, hem acı, hem tatlı bir yemeğe benziyor bu, acıyla tatlı arasındaki zıtlık, tatlıyı iyice bala çevirmiş. (s.252)

Düş evreni gölge gibi peşimde. Ve benim uyumaktan başka isteğim yok. (s.255)

Yüreğimin tam ortasında büyük bir yorgunluk var. Asla olamadığım kişi beni üzüyor, ondan bana kalan anılardan neye olduğunu anlayamadığım bir özlem kabarıyor. Umutlara ve kesin inançlara çarpıp düştüm,benimle birlikte bütün batan güneşler de düştü. (s.255)

Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.
Kendimi sorguluyorum, kendimi bilmiyorum. Yararlı tek bir iş yapmadım, sahip çıkabileceğim herhangi bir şey de yapmayacağım. (s.268)

(Başkasına?), içimi döktüğümde sanki büyümüşüm gibi gelir, oysa aslında küçülmüşümdür. (s.274)

Telaffuz ettiğimiz her söz bizi ele verir. İletişim yolu olarak bir tek yazılı söz hoş görülebilir, çünkü o,  birinsandan diğerine uzanan bir köprünün bir taşı değil, yıldızların arasındaki bir ışık huzmesidir. (s.275)

Tanrım, kimin izleyicisiyim ben böyle? Kaç kişiyim? Ben kimdir? Kendimle ben arasındaki bu mesafe nedir? (s.278)

Dipnot: Kitap 675 sayfa olduğu için alıntıları yazması biraz zaman alıyor, yazabildiklerimi şuan paylaşıp geri kalanıda fırsat buldukça ekleyeceğim.


3 yorum:

  1. Fernando Pessoa / Huzursuzluğun Kitabı
    Çok teşekkür ederim. Bütün alıntıları dikkatle okudum, pek çoğunda kendimi buldum. Büyük emek vermişsiniz bu sözleri paylaşmakla.
    "Telaffuz ettiğimiz her söz bizi ele verir. İletişim yolu olarak bir tek yazılı söz hoş görülebilir, çünkü o, bir insandan diğerine uzanan bir köprünün bir taşı değil, yıldızların arasındaki bir ışık huzmesidir."
    Işık huzmeniz bana ulaştı, köprünün taşı yerinde.
    Yazmayı düşündüğünüz diğer alıntıları merakla bekliyorum. Sevgiler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İş ev çocuk üçgeninden anca hafta sonları müsait oluyorum, hafta sonuna koyacağım hepsini. Sevgiler ve teşekkürler.

      Sil
  2. ne yazar yaa sanki bütün dertlerimizi, sıkıntılarımızı, hesaplaşmalarımızı yazmış gibiii :)

    YanıtlaSil