25 Kasım 2020

Georges Perec / Uyuyan Adam (Alıntılar)

 Yeniden merhaba.
Eğer bir kitap yazmış olsaydım kesinlikle bu kitap olurdu. Bu zamana kadar okuduğum yüzlerce kitap içinde benim yazdıklarıma en benzeyen kitap bu oldu. Siddhartha'yı paylaştıktan sonra başlamıştım, Kafka ile açılış ve tek kelimesini asnlamadığım 3 sayfadan sonra, sebebini bilmediğim bir şekilde bende bambaşka duygular uyandırıp içimi ısıtan bir kitap oldu. Eskiden Radikal blogda yazdığım yazılara çok benziyor sanırım o yüzden. Fazla beklemeden paylaşmak istedim.

Altını çizdiğim alıntılar..


"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde." - Franz Kafka- (Günah, Acı, Umut ve Doğru Yol Üzerine Düşünceler) (Giriş)

Oysa sen, uykusuz geçen saatlerini, var mıyım, neden varım, nereden geliyorum, ben neyim, nereye gidiyorum gibi soruları kendine sorarak geçirenlerden değilsin. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusu üzerinde hiçbir zaman ciddi olarak düşünmedin sen. Metafizik kaygılar soylu yüzünün çizgilerini adamakıllı derinleştirmedi. Ama, o ok gibi kararlı çizgiden eser yok. (s.18)

Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık dinlemediğin bir kaç plağın var. Başka şeyleri hatırlamayı canın hiç çekmiyor: ne aileni, ne öğrenimini, ne aşklarını, ne dostlarını, ne tatillerini, ne de tasalarını. Yolculuklara çıktın ve dönüşte yanında hiçbir şey getirmedin. Oturuyor ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek: Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin.
Dostlarını görmüyorsun. Kapını açmıyorsun. Postada bir şey var mı diye inip bakmıyorsun. (s.19)

Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor. (s.21)

Tanı koymaya alışık değilsin ve bunu yapmak da istemiyorsun. Seni rahatsız eden, seni duygulandıran, seni korkutan, ama bazen de coşturan şey başkalaşmanın aniliği değil, aksine, bunun bir değişim olmadığı, hiçbir şeyin değişmediği, -bunu ancak bugün bilsen de- öteden beri böyle olduğun duygusu, o belirsiz ve ezici duygu; çatlak aynadaki bu yüz senin yeni yüzün değil, maskeler düştü sadece, odanın sıcaklığı onu eritti, uyuşukluk onları yerinden söktü. Doğru yolun, güzel kanaatlerin maskeleri. Bugün artık pençesine düşmüş olduğun şey hakkında yirmi beş yıldır hiç mi bir şey anlamadın? Kendi tarihinde hiç mi çatlaklık, zayıf nokta görmedin? (s.21)

İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar aleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan yaratma makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet. (s.32)

Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de. Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmişler ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. (s.33)

En yüksek tepelerin doruklarına ne diye tırmanasın ki, sonra inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin? Neden sürünesin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı...(s.33)

Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun. Şansını hiç
denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. (s.34)

Odan dünyanın merkezi. (s.37)

Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnızlık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik. (s.41)

Kendini koyveriyorsun; senin için neredeyse kolay bir şey bu. Çok uzun süredir izlediğin yollardan kaçınıyorsun. Yüzlerin, telefon numaralarının, adreslerin, gülümsemelerin, seslerin anısını silmeyi geçip giden zamana bırakıyorsun. Unutmayı öğrendiğini, günün birinde unutmak için kendini zorladığını unutuyorsun. (s.42)

Dünyanın karşısında, kayıtsız kişi ne cahildir ne de düşman. (s.48)

Çok mutlu bir parantez içinde, hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukta yaşıyorsun. Görünmez, duru ve saydamsın. (s.56)

Kayıtsızlığın ne başlangıcı vardır, ne de sonu; değişmez bir durumdur kayıtsızlık; bir ağırlık, hiçbir şeyin sarsamayacağı bir kıpırtısızlık, bir cansızlıktır. (s.64)

Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi dayatmıyorsun. hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görüyorsun:tavanlardaki çatlakları, parkenin dilimlerini, gözlerinin çevresindeki kırışıklıkları, ağaçları, suyu, taşları, geçen arabaları? artık tükenmez olanın içinde yaşıyorsun. her bir gün ses ve sessizliklerden,ışık ve karanlıklardan, yoğunluklardan, bekleyişlerden, ürpermelerden oluşuyor. olan tek şey, her seferinde biraz daha yitip gitmen, sonu olmadan başıboş dolaşman: vazgeçme bıkkınlık, uyuşukluk, kendini koyveriş? artık sen dünyanın adsız efendisisin, tarihin üzerinde artık etki yapmadığı kişisin, yağmurun yağdığını artık hissetmeyen, gecenin gelişini artık görmeyen kişisin. ne bir aşama sırası, ne bir tercih. dingin bir kayıtsızlık seninki. (s.64)

Sen ulaşılmazsın. (s.67)

Gözünden bir şey kaçmıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gülümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş. (s.78)

Mutsuzluk üzerine atılmadı, üstüne çullanmadı; yavaşça sızdı, neredeyse tatlılıkla sokuldu. Büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işledi, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi.. (s.78)

Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız. (s. 79)

Konuşmaktan vazgeçtin ve sana cevap veren tek şey sessizlik oldu. Ama bu sözcükler, boğazında takılıp kalan bu binlerce, milyonlarca sözcük, arkası gelmeyen sözcükler, sevinç çığlıkları, aşk sözcükleri, budalaca gülüşler, peki onları ne zaman bulacaksın yeniden? (s.79-80)

Şimdi sessizliğin dehşetinde yaşıyorsun. Ama sen herkesten daha sessiz değil misin? (s.80)

Sabit fikirleriyle yaşayan herkes; insan müsveddeleri, insan kalıntıları, kahvelerde, barlarda patronların tepeleme doldurdukları bardakları ağızlarına götüremeyip onların eğlencesi olan zararsız, bunak ucubeler, saygıdeğer görünmeye çabalayarak Marie Brizard'larını bir dikişte yuvarlayan kürklü, geçkin orospular...
Ve tüm diğerleri, en kötüleri, alıklar, hınzırlar, kendinibeğenmişler, bildiklerini sananlar, bilgiççe gülümseyenler.  (s.82)

Sanki her an, kendine şöyle demek ihtiyacını duyuyormuş gibisin: Bu böyle, çünkü ben böyle istedim; ben böyle istedim yoksa ölürüm. (s.85)

Onun yürüyüşünü, yüzünü, ellerini, ne yaptığını, yaşını, düşüncelerini hayal etmeye çalışıyorsun sık sık. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, onu hiç görmedin bile, olsa olsa bir gün onunla merdivende karşılaşmışsınızdır belki, geçebilsin diye duvara yapışmışsındır, ama bilmeden, o olduğunu kesin olarak söyleyemeden.... onu dinlemeyi, ona kendi istediğin biçimi vermeyi tercih ediyorsun. (s.87)

Ama belki de bilmeden, sırt sırta sessiz bir yaşamda sen de ona aitsindir. Belki o da senin gibidir, sen nasıl onun öksürüğünü, ıslıklarını, çekmece gürültülerini kolluyorsan, belki onun için de senin etajerin üzerine koyduğun fincanın sesi, alıp alıp bıraktığın gazetelerin hışırtısı, dar sedirin üzerinde yerlerine yerleştirdiğin oyun kâğıtlarının kayışı, su seslerin, soluğun, su damlasıyla, çanla, sokak ve şehrin gürültüleriyle birlikte, akan zamanın, süreduran yaşamın kalın dokusunu oluşturuyordur. Belki de umutsuzca seni tanımaya çalışıyor, algıladığı her işareti sonu gelmez biçimde yorumluyordur. Gazeteleri buruşturan sen, dışarı çıkmadan günlerce odanda kalan ya da odana dönmeden günlerce dışarda kalan sen kimsin, ne yapıyorsun? (s.90)

İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir. (s.99)

Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine..... Günahkar adamlar tıpkı balıkadamlar gibi, günahlarının bağışlanması için yaratılmışlardır. (s.100)

Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama. Birbiri ardınca sıralanan her bir gün, gülünç çabalarındaki ikiyüzlülüğü ortaya sermekten, sabrını aşındırmaktan başka işe yaramadı. (s.101)

Uzunca bir süre kendine sığınaklar kurup yıktın: düzen ya da eylemsizlik, başıboş sürüklenme ya da uyku, geceleyin devriye gezmeler, yansız anlar, gölgelerin ve ışıkların kaçışı. Daha uzun bir süre kendine yalan söylemeyi, kendini sersemleştirmeyi, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirsin belki. Ama oyun bitti, büyük şenlik, ertelenmiş yaşamın yalancı sarhoşluğu bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı ve sen değişmedin. Kayıtsızlık seni farklı kılmadı.
Ölmedin. Delirmedin. (s.102)

Eğer çirkin olsaydın, belki çirkinliğin gözalıcı olurdu, oysa çirkin bile değilsin, (s.102)


5 yorum:

  1. Romanları pek sevmem aam bu hoş gibime geldim : ) takipteyim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tam roman gibi de değil bu, otobiyografi olup olmadığı konusunda kesin bilgi yok diye çevirmen not düşmüş ama, deneme gibi daha çok.

      Sil
  2. eğlenceli buldum alıntıları :) perec ten şeyler ve yaşam kullanma kılavuzu nu okuduydum, onlar da eğlenceli keyifliydi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben çok severek okudum ve paylaştım, bir arkadaşa okuttum kitabı o Huzursuzluğun Kitabı'naq benzetti bunu.

      Sil
  3. Bu kadar iddialı değilim tabiki :) ama bana en yakın bu kitap oldu.

    YanıtlaSil