03 Temmuz 2024

E. M. Cioran / Umutsuzluğun Doruklarında (Alıntılar)

Neden kendi içimize kapanıp kalamıyoruz? Neden her türlü içeriği içimizden atmaya; karmakarışık, söz geçirilemeyen bir süreci düzene koymaya çalışarak ifadeyle biçimin ardından koşuyoruz? Nesnelleştirme kaygısı gütmeksizin, tüm özel dalgalanmalarımızın ve çalkantılarımızın tadım çıkarmakla yetinerek, kendimizi içsel akışkanlığımıza bı rakmamız daha verimli olmaz mıydı? O zaman türlü türlü farklılaşmış yaşanmışlıklar birbirleriyle kaynaşıp, deprem dalgasına ya da müzikal bir doruk noktasma benzer, çok
verimli bir taşkınlık yaratırlardı.

Ben yaşamaktan ölmem gerektiğini duyumsuyorum, sonra da kendi kendime bunun ne demek olduğunu açıklamalım bir anlamı var mı diye soruyorum. Ruhun geçmişi içinizde sonsuz bir gerilimle titreşince, eksiksiz bir varoluş gömülü deneyimleri edimselleştirince, bir ritim dengesini de tek biçimliliğini de yitirince; işte o zaman ölüm sizi ya şamın doruklarından koparır, ama ölümün karşısında acı verici takıntısına eşlik eden o dehşet duygusunu yaşamazsınız.

Kişinin içinde patlayıcı bir enerjinin bulunması her zaman çok tehlikelidir, çünkü artık ona gem vurulamayacak bir an gelebilir. İşte o zaman aşırılıktan çöküş doğacaktır. Birlikte yaşamlamayacak durumlar ve takıntılar vardır. Dolayısıyla, kurtuluşu, onları itiraf etmek getirmez mi?

Kimisi ancak varoluşunun belirleyici anlarında lirik olur; kimisiyse ancak geçmişin bütünüyle edimselleşip, kendisinin üstüne sel gibi akın ettiği can çekişme anında. Ama çoğunlukla, lirik patlama özsel deneyimlerin ardından, varlığın derinliklerindeki çalkantı son kertesine vardığında ortaya çıkar

insan gerek kendi içinde sakladığı şeyleri gerekse dünyanın sakladığı şeyleri bilmeyince, ansızın acı deneyimine kapılıp, baş döndürücü bir öznelliğin aşın karmaşık bölgesine taşınır. Acının lirizmi, yaraların artık derin içerimlerden yoksun, basit dışavurumlar olmaktan çıkıp, varlığın tözüne katıldıkları içsel bir arınma gerçekleştirir.

Neden bu dünyada bir şeyler yapmak gerektiğini, neden arkadaşlarımızın, özlemlerimizin, umutlarımızın, düşlerimizin olması gerektiğini hiç bilmiyorum. Dünyadan uzağa, gürültüsünü patırtısını, karmaşıklığım yaratan her şeyden uzaklara çekilmek bin kat daha iyi olmaz mıydı?
 
Hepimiz birbirimize nasıl da kapalıyız! Ötekinden her şeyi alasıya ya da onun ruhunun derinliklerini
okuyasıya açık olsak bile, yazgısını ne ölçüde aydınlatabiliriz? Yaşamda yalnızız, can çekişmedeki yalnızlık tam da insan yaşamının simgesi değil mi, diye geçiriyoruz içimizden. Yaşamak istemek, toplum içinde ölmek ne içler acısı bir zayıflık: Son anda avunabilir mi insan?

Can çekişirken, kendilerini tutup, etkileyici tutumlar sergileyen insanlardan tiksiniyorum. Gözyaşları ancak yalnızlıkta sıcaktır. Ölüm anında çevrelerinde arkadaşlarının olmasını isteyenler bunu korkudan, son anlarıyla yüzleşemediklerinden yaparlar. En temel anda, kendi ölümlerini unutmaya çalışırlar. Neden yiğitlik göstermez, neden kapılarım sürgüleyip, o korkutucu duyumlara sınırsız bir açıklıkla, sınırsız bir dehşetle katlanmazlar?

Yalıtılmış, ayrı düşmüş halimizle, her şey bizim için erişilmezdir

Sağ salim kurtulamayacağımız deneyimler vardır. Yaşandıktan sonra, artık hiçbir şeyin anlamlı olamayacağım duyumsatan deneyimler. Yaşamın sınırlarına eriştikten sonra, o tehlikeli sınırların potansiyelini bütün aşırılığıyla yaşadıktan sonra, gündelik edimlerle hareketler tüm albenilerini, tüm çekiciliklerini yitirirler. Kişi ancak o sınırsız gerilimi nesnelleştirerek hafifleten yazı sayesinde yine de
yaşamayı sürdürür. Yaratıcılık ölümün pençelerinden geçici bir korunmadır.

Başıma gelen her şey beni patlamaya hazır bir balona dönüştürüyor gibi. Bu uç anlarda, içten içe Hiç’e
dönüyorum yüzümü. İnsan, tüm sınırların ötesinde, ışığın dışında, ışığın geceden koptuğu noktada, vahşi bir kasırganın sizi dümdüz hiçliğe fırlattığı bir aşırılığa doğru, delice genleşiyor içeriden. Yaşam hem doluluğu hem de boşluğu, hem coşkunluğu hem de bunalımı yaratır; bizi saçmalığa varasıya tüketen baş dönmesi karşısında kimiz ki?

Hem var olan her şeyden hem de var olmayan her şeyden ölünür. Ondan sonra, her türlü yaşanmışlık hiçliğe bir sıçrayış oluverir.

Yaşam büyük gerilimlere dayanamayacak denli sınırlı, parçalıdır.

Umutsuzluğun doruğunda, yalnızca saçmalık tutkusu kaosu şeytanca bir ışıltıyla bezer hala. Geçerli idealler, ister ahlaki, ister estetik, ister dinsel, isterse toplumsal ya da başka türlü olsunlar, yaşama doğrultu ve ereklilik kazandıramadıklannda, yaşam hiçlikten nasıl korunabilir? Bunu sağlamanın tek yolu saçmalığa, mutlak boşunalığa, temelinde tutarsız olan, ama kurgusu yaşam yanılsaması yaratabilen bir hiçliğe tutunmaktır.

Saçmalık tutkusu ancak içi tümüyle boşalmış, ama gelecekte ürkütücü dönüşümlere uğrayabilecek bireyde ortaya çıkar. Her şeyini yitirmiş kişinin elinde yalnızca bu tutku kalır. Artık ona ne çekici gelebilir ki?

Saçmalık tutkusu ancak içi tümüyle boşalmış, ama gelecekte ürkütücü dönüşümlere uğrayabilecek bireyde ortaya çıkar. Her şeyini yitirmiş kişinin elinde yalnızca bu tutku kalır. Artık ona ne çekici gelebilir ki?

Kümleri yalnızca şeylerin zehrinden tat almaya mahkumdur, onlar için beklenmedik her şey bir acı, her deneyim yenibir işkencedir.

acıya bir değer biçmek için nesnel bir ölçüt var mıdır? Komşumun benden daha çok acı çektiğini ya da İsa’nın herkesten çok acı çektiğini kim söyleyebilir?

Herkes, mutlak ve sınırsız sandığı kendi acısıyla baş başa kalacaktır. Dünyadaki tüm acıları, en korkunç can çekişmeleri, en karmaşık işkenceleri, tüyler ürpertici ölümleri, en üzücü terk edilişleri, tüm vebalıları, canlı canlı yakılanları, açlıktan yavaş yavaş ölenleri düşündüğümüzde bile, acımız hafifler mi?

 Varlığımızın yanardağı patlayınca, içimizde biriken zehir tüm dünyayı zehirlemeye yeter miydi acaba?

Zihne başkaldıranlann, tam da zihni doğurmak için yaşama etki eden hastalığın ne kadar ağır bir hastalık olduğunu bilen, zihinleri aşın güçlü kişiler olması anlamlı değil midir? Yalnızca sağlıklı insanlar onu över; onlar ne yaşamın sıkıntılanyla ne de varoluşun temelindeki çatışkılarla sulanmışlardır.

Aslında, zihin bize dengesizlik ile kaygı verir, ama aynı zamanda belli bir yücelik de kazandırır. Yaşamı övmek nasıl bir dengesizlik işaretiyse, zihni övmek de bilinçsizlik işaretidir. Normal bir insan için yaşam apaçık bir gerçektir; yalnızca hasta düşmemek için onu yücelterek üstüne toz kondurmaz. İyi de ne yaşamı ne de zihni göklere çıkarabilen kişi ne yapsm?

Dünyanın benim gibi birinin var olmasına izin vermesi, yaşam güneşinin üstündeki lekelerin sonunda ışığı gizleyecek denli geniş olduğunu gösteriyor. Yaşamın hayvanlığı beni çiğneyip ezdi, uçarken kanatlarımı
kesti, can atabileceğim sevinçleri benden esirgedi. Bu dün yada parlayabilmek için ölçüsüzce didinmem, harcadığım çılgınca enerji, gelecekte saygınlık kazanmak için katlandığım şeytani büyü, yaşamda toparlanma ya da içsel bir canlanma için boşa giden tüm çabalarım —tüm bunlar, zehirli olumsuzluğun tüm kaynaklarım içime akıtan bu dünyanın akıldışıhğı karşısında zayıf kaldı.

Ben dünyaya hiçbir şey veremem, çünkü benim tuttuğum yolun bir eşi daha yoktur: O da can çekişmenin yoludur. İnsanların kötü, kinci, iyilikbilmez ya da ikiyüzlü olmasından mı yakmıyorsunuz? Ben size can
çekişme yöntemini öneririm; tüm bu kusurlardan bir süreliğine uzaklaşmanızı sağlayacaktır.

Yaşamı kökünden temizleyebilmek için tüm dünyaya can çekiştirebilseydim keşke! O zaman, yaşamın kökünü sönmek bilmeyen, cayır cayır alevlerle sarardım, onu yok etmek için değil, farklı bir özsu, farklı bir ısı kazandırmak için.

O korkunç duyguyu tattınız mı; eridiğinizi, direnciniz tümüyle kırılınca bir dere gibi akıp gittiğinizi, varlığınızın tuhaf bir biçimde sıvılaşarak geçersiz kılındığını, her türlü özdekten yoksun kaldığım duyumsadınız mı hiç? Burada anlaşılmaz, belli beürsiz bir duygudan değil; apaçık, acı veren bir duygudan söz ediyorum. Yalnızca bedenden kopmuş, sanrılı bir biçimde yalıtılmış başınızı duyumsayabilmekten!

 İnsanın kendi yıkımı karşısında altüst olması, düşünememesi ya da hareket edememesi, dondurucu karanlıkların altında ezilmesi, bir gece sanrısına kapılmışçasma yolunu şaşırması ya da vicdan azabıyla boğuştuğu anlarda olduğu gibi terk edilmiş olması, yaşamın olumsuz sınırına, en son yanılsamayı da yok edecek aşın ısıya eriştiğini gösterir. Can çekişmenin gerçek anlamı da bu bitkinlik duygusunda açığa çıkacaktır:

Özünde, can çekişmek, yaşamla ölüm arasındaki sınırda işkence görmek demektir. Ölüm de yaşama içkin olduğu için, yaşam neredeyse bütünüyle bir can çekişmedir. Bense, yalnızca yaşamla ölüm arasındaki bu kavgada, insanın bilinçli bir biçimde acıyla ölümü yaşadığı en dramatik evreleri can çekişme anlan olarak niteliyorum.

Ölmek istiyorum, ama bunu istediğim için pişmanım: İşte kendisini hiçliğe kapıp koyuveren herkes bunu duyumsar. Olabilecek en sapkın duygu ölüm duygusudur. Bir de sapkın ölüm takıntısı yüzünden uyuyamayan insanları düşünün! Kendime ilişkin, bu dünyaya ilişkin bilincimi bütünüyle yitirmeyi nasıl da isterdim!

Uykusuz geçen sayısız geceden sonra aynaya bakmanın verdiği o akla sığmaz doyum duygusunu hiç tattınız mı? Gecenin her anım duyumsadığınız, dünyada yapayalnız olduğunuz, tarihin temel dramım yaşadığınızı düşündüğünüz uykusuzlukların işkencesini çektiniz mi? O anlarda, tarihin anlamı kalmaz, yok olur; çünkü içinizden korkunç alevlerin yükseldiğini duyarsınız, yaşamınız gözünüze can çekişmenizi görmek için doğmuş bir dünyada biricik görünür

İnsanlar aralarından bazılarının neden deliliğe yazgılı olduğunu, onları kaosa sürükleyen, bilinç açıklığının göz açıp kapayıncaya dek yok olduğu bu amansız alın yazısının neden kaynaklandığım asla anlayamayacaklar.

Her türlü delilik organik mizaca ve duruma bağlıdır. Delilerin çoğu bunalımlı kişilerden oluştuğu için bunalımlı delilik şen şakrak, taşkın coşkudan ister istemez daha yaygındır. Onlarda kara melankoliye o kadar çok rastlanır ki, hemen hemen hepsi intihara eğilimlidir. İntihar: Kişi deli olmadığında ne denli güç bir çözüm!

Ben tek bir koşulda aklımı yitirmek isterdim: Şen şakrak, çevresine neşe saçan, sorunsuz, takıntısız, sabah akşam güler yüzlü bir deli olacağımdan emin olmalıyım. Parlak coşkulara bayılsam da istemezdim onlardan, çünkü arkalarından her zaman çöküntü gelir.

Kimi sorunlar, bir kez derinleştikten sonra sizi yaşamda yalnızlaştırır, hatta yıkar: Ondan sonra, ne yitirecek ne de kazanacak bir şeyiniz kalır.

Düşünmenin hazzı için düşünen kişinin karşısında, yaşamsal bir dengesizliğin etkisiyle düşünen kişi vardır. Ben kan kokan, et kokan düşünceyi severim, şehvetli bir coşkunluktan ya da sinirsel bir çöküşten kaynaklanan bir akıl yürütmeyi boş bir soyutlamaya bin kez yeğlerim.

Ölüm bilincinde bir sapkınlık, eşsiz bir düşkünlük vardır.

Dünyayla aramızdaki uçurum gittikçe büyüyünce, insan kendisine dönüp, kendi öznelliğinde ölümü keşfeder.

Bunalımdaki kişide, ölümün içkinliği duygusu bunalıma eklenerek, huzurla dengenin sonsuza dek dışlandığı sürekli bir kaygı ortamı yaratır.

Çoğu insan kendi içinde boy gösteren ağır can çekişmenin bilincinde değildir; onlar ancak hiçliğe kesin olarak geçişten önceki can çekişmeyi bilirler. Yalnızca o can çekişmenin varoluşla ilgili birtakım önemli şeyleri açığa çıkaracağım düşünürler. Ağır, açığa çıkancı bir can çekişmenin anlamım kavramak yerine, her şeyi sondan beklerler. Ama son onlara pek bir şey göstermeyecektir: Yaşadıkları gibi şaşkın şaşkın ölüp gideceklerdir.

Ne varoluşta ne de hiçlikte kurtuluş olduğuna göre, boynu altında kalsın bu dünyanın da sonsuz yasalarının da!

Her uç durum yaşamdan türer, yaşam onun aracılığıyla kendini kendine karşı savunur. Olumsuz durumlardan kaynaklanan sınırların aşılmasına gelince, o bambaşka bir anlam bir kazanır.

Yorgunluk sizi yaşamın alışıldık yüksekliğinden aşağılarda yaşatır, size yalnızca yaşamsal gerilimlerin ön
sezisini verir. Dolayısıyla, melankolinin kaynağı yaşamın bocaladığı, sorunsal olduğu bir bölgedir.

Melankolide insan dünyanın tadım çıkarmak için değil, yalnız kalmak için kanatlanır. Yalnızlık melankolide nasıl bir anlam kazanır? Gerek içsel, gerek dışsal anlamda sonsuzluk duygusuna bağlı değil midir? Melankolik bakış sınırsızlık perspektifi olmaksızın düşünüldüğünde anlamsız görünür.

Kendi içimde ölen şeyi, benliğimin ölü parçasını özlerim. Yalnızca gerçekliklerin hayaletini, geçmişte kalmış deneyimleri edimselleştiririm, ama bu da ölü parçanın ne denli önemli olduğunu göstermeye yeter. Özlem, içimizde yol açtığı değişimler aracılığıyla, gizliden gizliye bizi yok oluşa sürükleyen zamanın
şeytani anlamım açığa vurur.


Altı Çizili Kitap Cümleleri - 48

Uçurumlar var, var uçurumlar diyorum ben, insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında.
-Nilgün Marmara-



Sevdiğiniz biri ortadan kayboluyor ve siz onun başına ne geldiğini hiç bilemiyorsunuz, varın düşünün! insan deliye döner!
-Milan Kundera-


Hemencecik kaynaşıvermiştik, çünkü ikimiz de tutunamayanlardan, ömür boyu hep "dışarıda" kalanlardandık. 
-Aslı Erdoğan-



O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.
-Yaşar Kemal-


Bazen hiç tanımadığımız bir insanı; onun sizden uzakta geçen zamanını belirleyen kişi olduğunuzu fark edersiniz. Bu aslında sanatın ve bir yumak haline gelmiş sorunlarınızın neticesidir. İçe dönük hayatınızın ve uslanmaz dilinizin size kazandırdığı parlak tecrübe...
-Umay Umay-



Herkesin kendine yakın bulduğu, diğerlerine tercih ettiği konuşmalar vardır. Ve çok defa beklenmedik bir anda, unutulmuş ıssız bir köşede rastlanılan bir insan, sıcacık konuşmasıyla insana benliğinin bozuk yollarını, sığınılacak bir köşeciği, zamanı, insanların aptallıklarını, yalancılıklarını unutturabilir.
-N.V. Gogol-


Başkalarının gözünde, olduğunu sandığım kişi değil idiysem, ya ben kimdim?
-Luigi Pirandello-


Neden en iyi insanlar bile sanki hep başkalarından bir şeyler gizler, hep susar? Sözlerinin yel olup gitmeyeceğine emin olduğun zamanlarda bile neden yüreğinden geçenleri dosdoğru söylemezsin? Herkes olduğundan daha ketum görünüyor, sanki hemen dile getirirlerse duygularının zedeleneceğinden korkuyorlar...
-
Fyodor Dostoyevski-



Haklısınız, suskunluğu sağır edici onun. İlkel ormanların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan. Bizim o suskun dostumuzun uygar dillere surat asmakta inat etmesine şaşıyorum zaman zaman.
-Albert Camus-


Biz, olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve hazin. Gecenin içinde dalgaların sesi, gecenin kendi sesidir; ve kim bilir kaç insan ruhunun derinlerinde duymuştur onun, derinlerde çoğalan boğuk köpük sesleriyle yankılandığını, karanlıkta paramparça olan umut gibi! Elde edenler ne çok gözyaşı döktü, başaranlar ne çok gözyaşı yitirdi! Deniz kıyısında gezinirken gecenin sırrını, uçurumun içyüzünü gördüm bütün bunlarda. Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran!
-Fernando Pessoa-



Bazı kadınlar yakalanamaz, durdurulamaz ve kimseye ait olamazlar. Onlar zaten kendilerine bile ait değildir de, o karmaşık bir mesele. O kadınlara yalnızca yakın durulabilir, yakalanıp durdurursan, kendine ait kılarsan... Ölüverirler. Çünkü onlar kuş gibidirler. Böyle uçucu kadınlar, tepeden aşağıya inen bir bisiklet gibi, fren yaptıklarında düşeceklerini pek iyi bilirler. O yüzden belki de hayat boyu kendilerini en sevdiklerinden bile korumak mecburiyetindedirler. Kendilerini durdurup öldürüverecek şeylere karşı dikkatli olmaları gerektiğini –her nasılsa- bilirler. Onlar, insanı ancak frensiz bir seyahate davet edebilirler. Zira fren yaparlarsa artık onlar, o kadınlar değiller. Bozulmuş bir oyuncak gibi kıymetsizler. Kanatlarının altına rüzgârı aldığında uçabilen kuşlar gibi, rüzgârsız kaldığında bir lokma ete dönüşen kadınlar... Ve adamlar, ekseriyetle, kadınları eğitilebilecek kuşlar sanırlar. Bilir misiniz? Eğiticiler, eve dönsünler, uzaklara uçmasın diye önce kuşların kanatlarını biraz kırarlar... Ama kimi kuşlar ve kadınlar, gökyüzü kadar uçmayacaklarsa ölüvermeyi tercih ederler.
-Ece Temelkuran-


Herkesin kalbinin çizildiği bir yer var. Orada görünmez bir duvara çarpıyorsun. Daha öteye gidemiyorsun. Bütün dünyan o çakıldığın yerden uzanabildiğin yere kadar oluyor artık. Ben de o günlerde bir yerde çakıldım işte. Ama tam nerede bilemiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyeceğim bunu.
-Emrah Serbes-

Tanıdığım en güzel insanlar; Yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi yaşamış ve en diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla / şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar.
-
Elisabeth Kübler-Ross-


Umudumu yitirdim.
Artık, yapılabilecek en iyi şeyin, sayfalarrı anılarımla doldurmak olduğunu düşünüyorum. Neye yarayacaksa!  Yaşadıklarım, yazdıkça kim bilir nasıl bir şeye dönüşecek! Abartacağım, yalan söyleyeceğim, unuttuklarımı anımsıyormuş gibi yapacağım. Sonunda, hikayemi bir başkası yaşamış gibi olacak. Kendimi, sözcüklerin arasında, cümlelerin içinde başka biri olarak bulacağım. Yalanlarıma inanacağım.
Bir zamanlar çocuk olduğuma inanamıyorum. Büyüdüğüme de inanamıyorum. İşe giden, işten dönen, içine kapanık, sessiz adamı sokakta görsem tanımam. Siz tanır mısınız?
-Hüsnü Arkan-


Her gün birlikte yaşadıkları yılları düşündü. Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran? Aramızdaki boşluğu nasıl doldurmalıyım? Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? Belki de, bu kısa huzursuzluğu duyduğum için, dantelin kıvrımlarından gözümü bir türlü ayıramadığım için benimle övünürdün. Koca ayı, derdin, düşünür gibi bir halin var. Dikkat et midene dokunur sonra. Zarar yok; yaşasaydın da beni yerin dibine batırsaydın. Bin kere esir alsaydın beni, Selim! Öyle durma hiç konuşmadan. Ağır bir söz söyle; utandır beni. Söyle, de ki: bin tane kitap okumak gerek. Geceleri de uykusuz kalınacak.
-Oğuz Atay-


Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. 
Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok 
burada dursun. 

Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem 
zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun! 

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır 
okşar, biri alnından öper. Az unutursun. 

Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim 
kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun. 

Buraya küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve
çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın. 

Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, 
o inat neyse sen osun


Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa 
nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, 
aklında bulunsun.

Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, 
ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun. 


Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak: sen şahane bir 
okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N' olcak ki, 
bırak patronlar seni kovsun! 

Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, 
(bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun. 

Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki 
çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat 
midene dostluk olsun. 

Şuraya Youtube 'dan müzikler. Bach dinle filan, koydum. Ama 
müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun. 

Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına 
yandığım, kırkına birden deva olsun...

-Birhan Keskin-
 

                 İyi ki doğdun Sarmaşık 🎂🎀💕🎉🎈                                       




02 Temmuz 2024

Tezer Özlü / Çocukluğun Soğuk Geceleri (Alıntılar)

 


Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem de yalnızlıktan.

Seyahat eden, büyük kentlere gidip gelen bu insanlara özlemle bakıyorum. “Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım,” diye geçiyor içimden.

Tanrı’nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim.

Bizi bıraksalar. Ben onun dizlerine yatsam. İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek. Ana karnındaki çocuk gibi.

Yatakta uykuyu her zaman aradım. Çevredeki tüm sesleri duydum ve ışıkları gördüm. Hastanelerin
sessiz gecelerinde bile ilerideki çocuk kliniklerinden gelen çığlıkları işitip, uyuyamadım.

Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.

Her gün geçtiğim için mi, yoksa boşluktaki duyguları yansıttığı için mi, yoksa herkes sözünü ettiği için mi, hep Sisler Bulvarı’nı okuyorum. Bekleyen gemiler. Uzak limanların özlemi. Düşlenen, erişilemeyen sevgililer.

Arabulucu filminde çocuk, konuk olduğu aristokrat malikanesinin geniş tahta merdivenlerinden
yukarıdaki odasına koşuyor. Yalnız kaldığı an, perdeleri aralıyor. Gökyüzüne bakıyor. Ay bulutlar
arasında. İyice belirgin. Dünya ve evren nasıl bir bilmece. Aynı çocuğun baktığı ay gibi. Boşlukta.

Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir kaygı.

 Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.

— Tanrı yok ki! diye onu kızdırıyoruz.
— Tövbe deyin, tövbe deyin. Yanacaksınız!

Bunni eski giysileri çok seviyor. Hiç yeni giymiyor. Altmış yıl süresince önemli günlerde bohçadan
çıkarıp giydiği bir yeşil ipekli giysisi var. Gözleri gri mavi. Yüzü bumburuşuk. Yetmiş yıldır hiçbir
erkekle yatmadı. Yaşamayı seviyor. En çok kendi cenaze törenini merak ediyor.

Dünyaya alaylı bir yaklaşımı var. Durmadan sigara içiyor.

Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler

Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda.

Hiç düşündünüz mü? Ölen bir insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? Ölen bir okula gidebilir misiniz? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.

 İçimdeki kıpırdanışları dinliyorum. Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum. Dünyanın bize yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum. Oysa o yıllarda bu kaygılara çözüm getirecek hiçbir olgu yok. Yönetime karşı bir direniş başlamış. Soygundan, antidemokratik eylemlerden söz ediliyor... Ama yaygın olan yalnız varoluşçuluk. Marmara’nın gri mavi boşluğuyla bağdaşan varoluşçuluk.

Eve dönmek istemiyorum. Kentin uğultuyla yaklaşan akşamında herhangi bir yerde olmak istiyorum. Ama kararan gökyüzüyle birlikte, evin sönük ışıklarına, gerilimli, rahatsız havasına dönmek zorundayım.

Bekleyiş. Kıskançlık. Heyecan. İlk dansa kalkış. Sarılmanın sevinci. Kaçamak öpüşmelerin tadı. Bu erkeklerle aynı dünyanın insanları değiliz. Onları mutlu kılan araba, ev, müzik, deniz motoru, yaz akşamları özel kulüplerde, büyük ağaçlar altında düzenlenen bahçe partileri ve bedenlerinin geçici diriliği. Gençliği.

Ben büyük bir erkek kadın ayrımı yapmıyorum. Önemli olan yanındaki insanın sıcaklığı ile kendi bedenini birleştirmek, ikisinin kaynaşması.

Dünya hızlandı. Beynim kafamdan uçuyor. Beynimle düşüncelerimi sınırlamam olanaksız.
Beynim uzaya atılmış gibi. Uyuyamıyorum. Kafamın içinde durdurulmaz bir düşünce akımı var. Uyutun beni

Büyük bir coşkuyla başlayan hastalık, beni Ankara’dan İstanbul’a getirmiş, büyük kentin ortasındaki sinir hastanesinin bu sevimsiz odasına sokmuştu. Yirmi dört yaşımda girdiğim bu odada büyük coşkularım, duyarlılığım, düşüncelerimin sınır tanımaz özgürlüğü, korkusuzluğum beş yıl süreyle elimden alınacaktı.

Kardeşinin çektiği acıları biraz olsun duyuyor musun? Görüyorsun işte. Hastalar ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebilirler. Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir. O zaman gücün varsa kurtar kendini. Ne ilaç, ne şok.

Karanlık, uzun geceler vardır. Kapalı gözlerle uzandığım. Birkaç saatin bana ait olduğu karanlıklar. Bazen fırtına sesi işitilir. Bazen pancurların çinkolarına gür yağmur damlaları çarpar. İçime dek gelir yağmurun coşkusu, ıslaklığı. Çoğu kez sokak köpekleri havlar. Köpek havlamaları, bir köyde, ya da orman kıyısında bir evde yattığım duygusunu uyandırır bende. Hiç bitmesin isterim havlamaları. Sabah kalkınca bahçeye, kıra çıkayım isterim. Yazı yazarım bu saatlerde. Uzun uzun. Hep düşüncelerle yazmaktır bu. Kalkmak isterim. Kalkarsam, denize vuran ışıkların parlaklığını görürüm. Ve ağaçların koyu gölgelerini. Evler, geceden daha karanlıktır. Bazı odalarda ışık yanar. Uyandığımda yitmiştir yazdıklarım.

Düşünüyorum. Ne iyi, ne de kötü düşünüyorum. Salt düşünce.

Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine “mal” gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor.

Coşkuyla başlayan hastalık, yerini büyük bir durgunluğa bırakıyor. Bu dayanılmaz sessizlik ve isteksizlik, eylemsizlik ne? Uyanır uyanmaz saplantılarla başlıyor gün. Yataktan hiç çıkamıyorum. Duyduğumu, okuduğumu, gördüğümü kavrayamıyorum.
Kafamda hep saplantılar. Kendimi sürüklüyorum. Aynı korkunç sıkıntıyla. İnsanlar arasına. Çünkü yerim, insanların arası. Sabah uyanınca, günün boşluğu korku veriyor bana. Eski dostlarımı arıyorum.

Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil. Onların dünyasında coşku delilik derecesine varmıyor. Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna, belki de ölüm isteğine dönüşmüyor. Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor. Düzenli yemek yiyiyorlar. Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları. Onlar işlerine inanmış. Onlar “başkaldırmayı” savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.

Ben: benim. Yirmi beş yaşındayım. Kadınım. Coşkuyla gelen deliliğin ikinci bölümünü yaşıyorum. Arada durgunluğun acısını çektim.
Yıllar sonra narkozla birlikte elektroşok verildiğini anlıyorum. Hastaneden çıkınca her şey
büsbütün allak bullak oluyor. Kavramlar karışıyor. İnsanları tanıyamıyorum. İyi tanıdıklarıma:
— Sen kimdin? Anımsıyamıyorum, diyorum.
Şimdi gene evdeydim. Kendim hakkında karar vermekten yoksunum. Sanki bir eşyayım. Konuşup,
fısıldaşıp, istedikleri yere koyuyorlar beni. Derin bir uykudan uyandırılıyorum. Sevdiğim insanlar
gelmiş.

— Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün, diyorum.

Düşüncelerimde bir açıklık var. Doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum.

Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim. Esintilerin yumuşaklığı, Akdeniz yağmurunun yoğunluğu gibi.

Kahvede arkadaşlar birbirini bekliyor. Onları seviyorum. Hepsi ülkenin acılarını duyan, düzenin değişmesi için çaba harcayan insanlar.

Bir ülkede kafeterya açılmasını bile revizyonizm diye adlandıran, katı, gerçekle bağdaşmayan bir toplumcu düşüncenin savunucuları. İleride bürokrat ya da teknokrat ve küçük burjuva aile babaları olacaklar. Devrimcilikleri gençlik, üniversite yıllarında kalacak. Batı kültürüyle, çağların yadsınmayacak bu kültürüyle toplumcu kültürü gereğince bağdaştıracak bir kuşak da yetişecek elbet.

Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana.

Birbirimizden hep uzağız. Her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. Hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz.