07 Temmuz 2024

Bilge Karasu / Gece (Alıntılar)

Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.

Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukur da ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek erkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak.
Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yer de. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında.
Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın diye.

Bir olanaksızlığa inanmak istemeyebilir kişi, ama onu kabul etmek gerekince de içi parçalanmadan yaşamını sürdürebilir. Oysa Düzeltmenin yalnızlığı, yeryüzünde sönen her yüzeyle acılaşıyor, daha, daha daha acılaşıyorsa, çok düşünüp çözümünü bulamadığı bir sorun karşısında eli kolu bağlı kalmasından.
Karanlığın içinde, şimdilik, yaşamım sürdürebilirmiş gibi görünen tek şey, daha önce söyledik, dil... Dil, Düzeltmenin şu yalnızlığını biliyor, söylüyor.
Daha doğrusu, söyleyebiliyor; şimdilik. Gece gelip dilin üzerini de örttü mü, artık baykuşlardan başka bir şey uçuşmayacak gecenin içinde, ya da, yarasalardan başka... Bunların sesinden başka bir şey, bunların hışıltısından başka bir ses işitilmez olacak. O zaman da Düzeltmenin yalnızlığı, bir kuyunun çeperleri gibi saracak onu.

Karşı konmazı beklemenin, beklenenin gelmeyişiyle artan kaygının gitgide yeğinleştirdiği korkunun, karın
boşluklarındaki kemiriciliğini duyar gibi oldular; dile gelmez hazlar duydular etlerinin her noktasında.

Duruma bakıp kendilerini daha az ürküten ne varsa, ona inanmak istiyor insanlar. Belki "Yaratmanın yalnızlığı" adım verdiğim de, inanmak istediğim bir şey. İstediğim için inandığım bir şey.

İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahlan güneş yeniden doğar gibi olsa da,
ortalık yeniden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.

Beni Yargılamalar Bakanlığının o küçücük, daracık sicil odasına götüren kadının adı Sevinç miydi acaba? Böyle bir rastlantı niye düşünülmesin?

Bizi ürkütmesi gereken ne varsa, iyi bir şeyin belirtisiymiş gibi davranıyoruz; sevinmeğe bakıyoruz böyle bir iyilik karşısında. Böyle bir sevinç olanağı bulmuşken korku içinde yaşamak, yeğlenecek şey değil.

Yanıtlarım hoşlarına gitti mi, gitmedi mi, bilmiyorum. Sorulan bitince yüzüme uzun uzun baktılar. Sonra bakıştılar. Sonra da saçsız, kaşsız, kirpiksiz adam, sanki içeriden bir şey alıp gelecekmiş, sıkışmış da çişini etmeğe gidecekmiş gibi kalktı, kapıdan çıktı, bir daha gelmedi.

Bir daha bu mahalleye girmek bile istemem, diyebilirdim o anda. Bekleyeceğim, dedim. Bir gün bu korkum geçerse...
O arkadaşıma telefon da etmedim. Kim bilir, benim ardımdan öyle bağıranlar, onu o mahallede barınamaz duruma getirmiş de olabilirler. Oysa ikimiz de kimseye sataşmaz, kimsenin gocunabileceği işler yapmaz kişiler diye bilirdik kendimizi.
Olsa olsa, benim dost değeri bilmez, dostluk nedir bilmez bir kişi olduğum söylenebilir. Öyle ya, o gün arkadaşıma gitmedim; ondan sonra da aramadım, sormadım.

Kişileri de hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu?
Öznenin ara ara belirsizleşmesi...

Bir insanın bir insanı vurması, öldürmesi, genellikle, öfke, korku ya da baskıyla açıklanan, açıklanmak istenen bir iştir. Öfke, korku, baskı, kolaylıkla biribirine dönüşür, biribirinin kılığına girer; dışarıdan geleni içten, içten geleni dışarıdan gelirmiş gibi gözükür. Benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Gecenin işçileri, hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi? Çocukluğundaki umacılardan kurtulamayan, sevdiklerini gönüllerince saramayan, etlerini istedikleri etle birleştiremeyen insanlar mıdır hep, bu işçiler?

Dipnot
Her şeyin içyüzünü biliyormuş da söylemiyormuş gibi gösterilen, yazılan kişi ile, bilen, söylemeyen ama söylemediğini belli etmekten de geri durmayan yazar arasındaki ince ayrımı nasıl tutabilirim denetim altında? Hem ne yapmak istediğimi kendi kendime sormağa başlayalı epey olduğu halde bu konuda açık seçik bir yanıta ulaşamamam bir şey demek değil midir? Düzeltmen, Yaratman, Yazar, kitabın en başında kaldı. Bu gidişle onu bir daha anmayacağa benziyorum. Oysa ilk günler onu kendi "avatara"lanmdan biri diye düşünmüştüm.

Günün birinde ortalıktan yitiveren insanları, üç dört gün süreyle, sabahları, büyük alanda aramağa alıştı yakınlan. Üç dört sabah, gidip bulamazlarsa, ya başka yerde başkalannca bulunmasını bekliyorlar ya da dönmesini... Gerçi umutsuz bir bekleyiş oluyor bu. Ama arada bir, inanılmaz şeyler de oluyor; olmasa, umut diye bir şey kalır mıydı zaten? Bilinmeyeni söyletme uzmanlannın gözleri nasıldır ki? Gündüzün baktığınızda gece kuşlannda gördüğünüz ürkütücü bakışlardaki boşluk da, yırtıcı kuşlann bakışlanndaki diklik de bulunsa gerek bu gözlerde...

Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da, günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız... İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğu muz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı. Gene de bilmeliyiz ki bu dünyada bizi aldatmayacak üç beş kişi vardır. Her işkilin, her kuşkunun vurulacağı denektaşı; her eylemi, her gücü üzerinde bileyeceğimiz bileği taşı; her umudu ayakta tutacak kilit taşı birkaç kişi. Vur deyince onlar, vuracağız; öl deyince öleceğiz; yaşa deyince yaşayacağız. Bu kişiler, yalnız bizi değil, bütün dünyayı ayakta tutacak. Buna inanmak, buna güvenmek zorundayız.

Buyruklarıyla bizi var edenlerin kusurlarını, yanlışlarını, çirkinliklerini —böyle bir şey düşünülemez, düşünülmemeli ya, karşımızdakilere bizi suçladıkları ölçüde bağımlı olmadığımızı göstermek için bir an böyle şeylerin varlığını kabul ediverelim— çirkinliklerini bile örnek edinmeliyiz kendimize. Çünkü onların yaptığı, nasıl olsa, ulaşmak istediğimiz yere varabilmek için yapılması gereken şeyler...

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi düşüncelerimi değiştirmek durumunda kalabileceğimi düşünüyorum da, karşımda olanların bir gün benim düşüncelerime yaklaşabileceklerini hiç umamıyorum.
Geçmiş, diyorum, ya belli bir kesitinde değişmez birtakım öğelerden kurulu, donmuş bir durumdur; olsa olsa ona yeni bir yorum getirilebilir; açıklamak üzere onu, değişik birtakım bakışlarla inceleyebiliriz.

Geçmişe bakıp, tarihin belli, değişmez kıldığı sınırlar içerisinde kalan işlere bakıp, şu şöyle olsaydı, bu öyle olmasaydı, diye başlayan birtakım çılgınca düşlere kapılmağa en hazır olanlarda bizleriz ya...

...Tutkusuz, ateşsiz haliyle bize karşı söyleyebileceklerinin, gerçekte herkesinkinden tehlikeli olabileceğini bilmiyor da değilim. Boğuk sesiyle dile getirdiği kopuk kopuk sözler, inandırıcı olabiliyor; kendisini epey dinledim, biliyorum. Heyecanlandırmaz, inandırır. Sözleri, hemen ardından, unutulsa bile, söylediklerinin
bir tortusu kalabiliyor kendisini dinleyenlerin kafasında. O da, sanırım, bana artık O. demekle yetiniyordur. Önemli olduğum, olduğumu da bildiği için. Biribirimizin ağzında birer ses, birer harf olduğumuz için, adım gibi biliyorum, o da en az benim kadar üzülüyor. O beni izleyemiyor, izleyecek durumda değil; okuyordur ancak. Bense onu okuduğum gibi, onu en olmayacak yerlerde bile izleyebiliyorum.

Her yazının, her yaşamın, ölü dönemleri, ölü alanları, ölü yerleri vardır. N. ise, sürekli bir hiçolum içinde göründü bana. Düşüncelerinden, yazılarından, davranışlarından kimseye zarar gelmezdi; ama hepsinin altında yatan, bu hiçolum dediğim şey, belki de suskunluğu, çekingenliği, gizliliğiyle, her şeyden daha
tehlikeliydi. Her şey karşısında, yaşam karşısında, yabancıydı;

Kendimi bir ona göstereceğim. Ondan sonra öleceğime göre önemi kalmaz. Bir ona göstereceğim, çünkü, bir yerinden yırtılmamış bir gizliliğin de tadı yoktur.

Biraz gizemli, biraz şiirli bir şey göster insanlara; unuttukları, gömdükleri duygulan, duyarlıktan, içlilikleri biraz kışkırt; ne zamandır geride bıraktıklanna inandıklan birtakım çocukluk korkulannı, kaygılannı, çekingenliklerini kanştınp bulandır; ondan sonra da istediğini yaptır onlara.

Tuhaf, insanlar babalanna, ailelerine, yakınlanna, dostlarına nasıl da güvenebiliyor, nasıl da onlarla ancak küçük çatışmalara girilebileceğini sanıyorlar?

İnsanlar, nedense, taşıdıkları değer konusunda pek tuhaf düşünceler besliyorlar. Alçakgönüllülük taslarlar, ardından, kendilerine söylenmiş bir sözü, bırakın onu, kendi ellerinden çıkmış bir işi, beğenmezler, kendi değerleri konusundaki düşüncelerine yaraşır görmezler, sözü söyleyene kızar, yazılarına başka bir adla imza atarlar. Kendini beğenmek içtenliğini, bunu belli etmek tutarlığını gösteremeyenler, aşağılanası yaratıklardır.

Ondaki o "hiçolum" dediğim, sessiz güç, —kendinden başlayarak her şeyin yokumsanabileceği düşüncesine dayanmakta olması gereken— herhangi bir durumu kabul etme gücü, bize karşı açıkça bağırıp çağırandan bile tehlikeli kılıyor onu. Adamı gözümde büyütüyor muyum? Öfkesizliği, öfkelerinin —çok çok— parlayıp sönen, unutulan çeşitten saman alevleri olması, düşündürücü... İnsanın öfkelenip saldırabilmesi gerek. Öfkelenebilmesi için de sarsılmaz, değişmez birtakım örneklere dayanması gerek.
Ardında örnek bulmamak, yaratmamak, gene de yaşayabilmek...
Olacak şey mi?

Aramızda tartışılacak, tartışılabilecek tek konunun, "yalanın bir düzen haline getirilmesi" olduğuna öteden beri karar vermiş gibiyiz; yoksa, gibiydik mi demeli?... Aramızda bir şeyler olup bittiğinden bu yana geçen yıllar, o olup bitenleri çocukluğumuzda bıraktı. Yaşını başını almış insanlarız şimdi. Oysa, yaşayışında sürdürüp gittiği davranışlara bakılırsa, ya büyümediği ne karar vermek gerekiyor, ya da, bir bakıma, bana meydan okuduğuna. Gizli kalması, en azından utanç duyması gereken ilişkilerini, açıkça sürdürmekten şu kadarcık çekinmiyor. Söylenmemesi gerekenle söylenebilecek olanı hiç ayırt etmeğe çalışmadan, düpedüz söylüyor duyduğunu, düşündüğünü. Bunu düşünce özgürlüğü kılığına büründürmeğe de kalkmıyor. Ayrıca, kınanmaktan, ayıplanıp eleştirilmekten en az benim kadar hoşlanmadığına kalıbımı basacak durumdayım. İlişkilerini sürdürmekte gösterdiği açıklıkla bana gözdağı vermek istediğini de düşünebilirim. Ama, nedense, onun bana zarar vermek istemediğine inanıyorum; hiç değilse, kendince gerekmedikçe, (benim bunca güçlükle kurduğum gizlilik düzenimin mutlaka bozulması, yıkılması, beni de vurmanın vakti geldiğine karar vermedikçe) banazarar verecek bir şey yapmayacağını sanıyorum. Ben her şeyin (ardında değişik, başka) bir şey gizlediği bir dünya yaratmağa çalıştıkça, herkese dünyanın öyle olması gerektiğini anlatmağa, herkesi buna inandırmağa çalıştıkça o, insanların da, eylemlerin de, ancak gerçek yüzleriyle görünmesi gerektiğini savunuyor. Ne var ki, insanlar, ancak gizliden, gerçek yüzü bilinmeyenden korkar daha çok. İnsanlar, korkmalı üstelik.

İnsanlar, elden geldiğince daraltılmış bir ahlâklılık alanının sınırlarını aşmamalı, gönüllerinin istediğim yapamamanın erdemine inanmalı. Ancak böyle sıkışmakla düşmanlarını, içlerinde ki kurtlan görüp tanırlar, onlara karşı gerçekten savaşırlar.
Bir temizlik gerek. Hareket'in ilk amacı bu. Bu temizlik ya pılmadan başka işler, nasıl olsa, gerçekleştirilemez. Bu temizlik, herkesi şuna inandırabilmeli: İçimizdeki kötüler, bozuklar, düşmanlar, ne ölçüde, ne çapta temizlik yapılsa gene de kolay kolay tükenmez; gene de pusuya yatıp uyuştuğumuz, aldınşsızlık etti ğimiz bir anı beklerler. Ondan ötürüdür ki sürekli bir uyanıklık içinde bunlann en küçük kımıltısını bile gözden kaçırmadan beklemeliyiz.

Günün birinde bu temizliğin ucu bize dayanırsa, kendilerine hazırladığım temizlik karşısında belki ancak şaşkınlık gösterecek kadar vakit bulabilirler o temizlikçiler. Ancak o kadar vakit bulabilirler!

Bu kez, görevim epeyce güç. Nicedir, işleri de duygulan da abartmaktan çekinir oldum. Yambaşımda, ya da hiç bilmediğim bir yerde bir başka insanın, çektiğim acılann, karşılaştığım güçlüklerin, duyduğum sevinçlerin kat kat büyüğünü çekebileceğini, duyabileceğini, kat kat büyüğüyle karşılaşabileceğini anladığım, daha önemlisi, düşündüğüm zamandan beri, yani onyedi, onsekiz yıl kadar oluyor, kendisinden aynldıktan kısa bir süre sonrasına rastlıyor bu dediğim, işte, o zamandan beri en büyük acılan bile biraz küçültürüm gözümde, gönlümde. Bütün bu sözler, bir bakıma boş sözler; olsa olsa kendimi size biraz, bir parçacık tanıtmağa yarar; onun için de, alakoymuyorum kendimi yazmaktan. Evet, görevim oldukça güç diyordum. Gerçekte, sanınm hemen hemen herkesin çok güç bulacağı bir görev bu. Üstelik, başarsam da başarmasam da, gereğini yerine getirsem de getirmemeğe karar versem de, bana verilebilecek, verilecek son görev olacak. Ya ölmem, ya kaçmam, ya da bambaşka biri olmam gerekecek; öylesine bambaşka biri ki, bunun güçlüğü karşısında kaçmak daha kolay görünüyor, hele ölmek, hepsinden kolay; kendimi öldürmek durumunda da kalsam...

iki kişinin kurup yürütmeğe karar verdiği bir tasarının gizli tutulması, birinin kafasındaki düzenin bir gerçeklik olabilmesinin koşuluysa, bu gerçekleşme iki kişinin susmasına bağlıysa, kendini dev aynasında gören birkaç kişi var demektir. Biz kendimizi bir şeyler sanıverdik işte. Kızmakta ne kadar haklılar; siz, böcekleri —onların sizin elinizden çıktığını siz ne belirttiniz ne de gizlediniz ya...— yazmakta ne kadar haklıymışsınız. Biz kendimizi bir şeyler sanıverdik çıktık; gerçekte herhangi bir gücün bizim elimize geçmesi için bile da ha çok, pek çok uğraşmamız gerekecek. Uğraşıyoruz da. Ama bu çabanın gitgide kirlenmesi beni kaygılandırıyor.

Uzun süredir, tasarladıklarımız gelip gelip üç noktaya da yanıyor. Bize karşı olanların sayısı pek büyük. Bizi küçümseyenlerin sayısı da azımsanacak gibi değil. Bizi kullananlar, kullanmağa elverişli bulanlar bile, bizden sayıca çok, neredeyse... Kullanılmağı kabul ettikse, nasıl olsa bir gün her şeyin elimize geçeceğine inandığımız içindir. Bu inancım azalmadı. Biz kendimize göre haklıyız; güzel, büyük bir şey istiyoruz, gerçeldeştireceğiz de. Ama demin sözünü ettiğim kirlenme, nesnel olgulara girer. İnsanların vurulup öldürülmesini, haklı bir iş diye savunmak gücünü bulabiliriz kendimizde. Ama eski çağlarda an cak saraylann küçük düzenbazlarının tasarladığı, başvurduğu yada yaptığı, işlediği küçüklükleri toplum ölçüsünde büyüterek tasarlamak, işlemek, o kadar övünülecek bir şey sayılır mı?

Bugün hiçbirimiz geri dönemez, hiçbirimiz vazgeçemeyiz. Oysa hiç değilse birkaçımız, biliyoruz ki birtakım dönülmez sanılanyerlerden her zaman dönülebilir; yeter ki durduğumuz yerden ileriye değil, ileriden, durduğumuz yere bakabilelim. Güçtür bu iş, ama olmayacak, yapılmayacak bir şey de değildir. Evet, hiç değilse birkaçımız bunu hâlâ biliyoruz, daha unutmadık. Amaunutacağımız günler yakın gözüküyor.
Anlatmak istediğim, epey karışık; bilmem becerebilecek miyim? Bir oyun düşünün: Kara taşların kazanması gerekiyor. Karaların yanında kırmızılar, sanlar var. Karşılannda yeşiller, morlar, aklar. Bir taşa bir taş almak oyunu çok uzatır, kazanma nızı önleyebilir. Nasıl oynamalı ki bir taşa karşı iki, üç taş alın sın karşıdan? Dahası, sizin yanınızda oynayanlardan da bir, iki,üç taş alabilesiniz?
Bu soruya, niye gizleyeyim, onun da yardımıyla, gerçekten doyurucu yanıtlardan birini ben buldum. Ama, görüyorsunuz, övünemiyorum.

Gelip sizi Yargılamalar Bakanlığına götürdüğüm sabah beni tanıyamadımz, biliyorum. Neredeyse otuz yıl önceki bir okul arkadaşlığının anısına dönmeniz, sizden beklenemezdi elbette... Bu sözüm pek iddialı, farkındayım. Ama, üzerinde çok durduğumuz adamlardan birisiniz; sizi biraz tanımağa çalıştım. İşittikle
rimden, öğrendiklerimden şunu çıkardım: Geçmiş, olup bitmiş şeyler, sizin gözünüzde, ancak pek garip süzgeçlerden geçirildikten sonra anısı saklanacak —ya da saklanmayacak— şeyler... Pek iyi anlatamıyorum ama, beni tanımadığınız gibi en ufak bir "gözü ısırma" tedirginliği de göstermemenizden, bu çıkardığımın, vardığım bu sonucun doğru olduğunu anlıyorum. Kimi söz, kimi yüz, ancak sizi ilgilendirdiği, duygusal bakımdan sizi tedirgin ettiği ölçüde, şu ya da bu biçimde, unutulmaktan kurtulabilmiş. Bir düş içindeymiş gibi yaşıyor, kendi sözlerinizi de, başka larının sözleri kadar, kolayca unutuyorsunuz.
Beni tanımanızı beklemiyordum. Onun için sizi gelip alma işini üstlenmiştim. Ayrıca, göreceksiniz, bu iş ancak benim işim olabilirdi. Ama bir parça da tedirgindim. Olur a, benim anımsayamadığım ufacık bir şeyden ötürü beni unutmadıklarınız arasına koymuş da olabilirdiniz. En azından "ben bunu bir yerlerde görmüş gibiyim" yollu yandan, kaçamak bir bakışla bakardınız bana, ardı da gelebilirdi. Öyle bir şey olmadı. Ne yalan söyleyeyim, onunla dostluğunuzun bozulmasında payımdan böylesine habersiz oluşunuza hem şaştım, hem de, biraz, bozuldum. Bir yandan da anladım ki tasarladığımız oyunun baş kişisi olacağınız halde bizi aklınıza bile getirmeyecektiniz.

Saçma gibi gelebilir, ama korkunun işleyişini iyi bilenler, bunun hiç de saçma olmadığını görebileceklerdir. Aşırılıklarında kendisine dokunulmayacağını bilmek, kişiyi, eylemlerinin büsbütün azgınca olmasına götürür. Bu da bir yandan, gerçeklikte, düşmanların sayısını artırır; bir yandan da, düşlemde, gitgide kabaran bir düşmanlık dalgası karşısında kendini savunmakta olma, haklı olma duygusunu doğurur.

İçinizdeki korku da büyür, kin de. Pek kötü bir buluş değil, kabul edersiniz sanınm.
Ama farkındayım, size yazmak, anlatmak istediğim şeyi, hep daha sonraya bırakıyorum. Oyalanıp duruyorum. Bunca yıllık katı bir duygu —ya da duygusuzluk— eğitiminden sonra niye bu duruma düştüğümü, doğrusu, anlayamıyorum. Size bunları yazmak yetmezmiş gibi...

Dipnot
Ağrılar, acılar karşısında, herkes, herkesin, kendi gibi tepki göstermesini bekler; daha doğrusu kendi tepkisinden başka türlü bir tepki olabileceğim, gösterilebileceğini değil usuna sığdırmak, o usun kıyıcığından bile geçirmez. Bunun içindir ki acılar, ağrılar, fiziksel öznelliklerinin ötesinde de paylaşılamaz. Kıskançlığımızı, benzemezliğimizi, indirgenmezliğimizi en çok bu alanda gösterir, savunur; insanları, belki de, en çok bu alanda küçükseriz. Karşımızdakinin tıpatıp aynı acıyı, aynı ağrıyı çekti
ği bir aygıtla saptanıp gösterilse, bu davranışımız, bu tutumumuz değişir mi? Sanmam.
O aygıta inanmamağı yeğleriz herhalde.
Dipnota düşülecek dipnot
Dipnotlar şimdi bir daha nitelik değiştirmiş oluyor. Oysa...

Rastlantılar her zaman gariptir. Rastlantı olduğuna, gerçekten rastlantı olduğuna karar verebilirseniz hele...

İşin tuhafı (üstelik, işin doğrusu) ben sizden çok hoşlandım. Size her zaman saygı duydum. Kitaplarınızı okurken kimseye açamadığım şeyleri açıkça söyleyişiniz karşısında, benim de adıma konuştuğunuzu gördüğüm için, beni bilmediğiniz halde benim de yaşama hakkımı savunduğunuz için, saygı duydum size.

Dipnot
Şimdiki durumda dörde bölünmüş olmam, ulaşmak istediğim simgesel kavrayıcılığı gerçekleştirmekte beni ne ölçüde başarılı kılabilir? Daha doğrusu...
Hayır, ne diyeceğimi bilemez duruma gelmenin de herhangi bir anlamı olamaz...

 Geceler gündüzler biribirine kanşmca, bir insanla bir olunca, inanılmazlar inanılır, inanılırlar inanılmaz
oluyor.

Dipnot
Her şey yoldan çıkmağa başlıyor. İyi. Belki de kötü. Ama ben kendime ne diye bakıyorum ki? Karar verdim mi?

Duygulanım dile getirişim, ya da dile getirdiğim duygular, ya da, kim bilir, hem biri hem öbürü, sizi şaşırtıyor gibi. Oysa, karşılaştığımız anda hiç de şaşkınlık duyuyora benzemiyordunuz.

Susacağım artık. Ne derseniz onu yapacak, kararınız ne olursa ona uyacağım. Güç gelen, sizi belki de bir daha hiç, ama hiç göremeyeceğim düşüncesi... Artık ağzımı açmayacağım...


Bir yaşam bilisizliğidir bu. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında —gizli de kalsa— bir "oh olsun! Dikkat edeydi ya," duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okumasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk...

Dipnot
Artık aynalar içinde geziyor gibiyim. Kim ne hale geldi, kapı (çıkış kapısı) nerede, ben de bilemez oldum. Dipnotlarımın anlamı eridi gitti.

Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak, söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği, belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna -bütün boşluğunu bilerek- kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu? Hiçbirimiz, dense yeridir sanınm. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir 
demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hâlâ birtakım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum?

Ben belki gülünç duruma düşmedim ama kapandayım şimdi. Üstelik kapana bile bile düşmüş, açıkçası, alıkça düşmüş sayılabilirim. Onların gözünde gülünç duruma düşmek bundan başka bir şey mi olurmuş?

Baştan beri her şey bir oyun gibi tasarlanmıştı. Birilerine, ya da, kimilerinin söylediğine inanmakla çocukluk etmiştim. Sevinç yanımdaydı. İyileşmemi bekleyecek, benimle birlikte mi dönecekti? Daha doğrusu, beni kolumdan tutup mu geri götürecekti? O halde bütün bu saçmalıkların ne gereği vardı? Bir şeyi anlayabildiğimiz sürece ona yenilmenin sözkonusu olamayacağını çok düşünmüşümdür. Bu düşünceye kendimi çok alıştırmışım. Şimdi yenilmeğe başlıyorum. Artık anlamadığım için. Anlamadığımı başka kılığa sokup anlatmağa kalkamam ki... Gece ortalığı kaplayalı hanidir... Karanlıkta, el yordamıyla olsun ilerleyemeyeceğim bir yerlere, hiç bilmediğim, tanımadığım bir yerlere geldim. Beni hâlâ konuşturmuyorlar, kıpırdanmama izin vermiyorlar. Buradan çıkabilecek miyim?...

Kaçmanın, kovalamanın, sevmenin, sevişmenin, yaşamanın, ölmenin — ya da, başkalarının kaçmasıyla kovalamasının, yaşamasıyla ölmesinin— kabak tadı verdiği olur. Herhangi bir şey yapmanın, bir şey
yapmağı reddetmenin, inandırıcı, kandırıcı, güç verici bir gerekçesi her zaman bulunabilir, bir açıklaması yapılabilir. Ya da bulunabileceği, yapılabileceği sanılır; uzun süre... Sonra bir gün bu gerekçelerin temeli, temellerinin temeli sarsılır, çöker. Ölmenin bile bir anlamı kalmaz. Ağzı hanidir görünmez olmuş bir dipsiz kuyuda düşmekte, düşüp durmakta olmanın, buna oranla mutluluk sayılabileceği bir durum.

Geceyi ne kadar tiksinç bulduğunuzu, gördüğünüzü anlatmak için yırtındıktan sonra, ışığın sizi ne kadar tedirgin ettiğini anladığınız gün, gölgeyi —giderek, karanlığı— nasıl da sığınılacak bir kucak, kuytu, sıcak bir koyun diye gördüğünüzün kafanıza dank ettiği gün, bu duruma düşebilirsiniz.

kendi kendimizi aldatır da bunun bile farkına varmaz mı olduk?

Taslak; bitmemişlik... Daha iyisini her zaman yapabileceği yolunda, insanın (haklı, haksız) kapılmağa hazır bulunduğu umut, unutulmamalı.

Okul yıllarından kalma anılan uzun süre belleğimin dışında tuttum. Tutmak istedim. Becerdim de. Başkalanmn ansıtmak istediklerini, çok kez, ustaca bir direnimle, ansımadım bir türlü, ansıdığımı kabul etmedim. Son günlerde, nedense, durmadan o günler, o günlerin kişileri geliyor gözümün önüne.

Bir kısır döngüye girdiğimi kabul etmek zorundayım.

Gönüllerinin, etlerinin, sinirlerinin - belki kendilerinin bile farkına varamayacakları ölçüde- derinlerine, kuytularına gizlenmiş duygulan, tepkileri, öfkeleri, kıyaları, dışanya, çeşitli nesneler üzerine yansıtıp düşürenler (bu sinmiş, sindirilmiş korkulan, yetersizlikleri, baskıları, kırgınlıklan, açlıklan birer nesne, birer düşman olarak canlandıranlar) tarihi kendileriyle bir tutmağa kalkarlarsa, bir dünyanın sonu geldi demektir; birileri için kıyamet kopmuş demektir. Böyleleri az değil, böyle çağlar az değil.
Batanlar, haksızlıklann, yalanlann altında kalır. (Kim bilir, belki bir gün bu yalanlan, bu haksızlıklan açığa vuracak birileri gelir...)

Dışarıda ne oluyor, bilmiyorum. İnsanlar biribirini yiyormuş gibi bir duygu var içimde.

Ölümlü bir dünyada insan çabasının en büyük başarısı, ölüm diye bir şey hiç yokmuş gibi davranarak, ölüme meydan okuyarak kurmak, örmek, kendi payına düşeni yapıp sonrakilere bırakmaktır diyordum...

Yanılıp yanılmadığımı bilecek durumda değilim ama şimdi bu kumaşın yırtıldığını, çözgülerin kaydığını sanıyorum; duvar çatlamağa başladı. Elimi attığımda taşlar, iplikler elimde kalıyor. Bu taşlan yeniden tutturmak, bu iplik uçlannı birbirine bağlamak gücümü aşan bir şey gibi mi görünüyor?

Gece, insanların içinde uyuklayan korkulan uyandırdı; onları uyanık tuttu. Onlan, yani hem insanlan, hem korkulannı.Bunu açıkça söylemek gerek.
İnsanın yalnız aydınlık, gün yaratığı olduğu da masal. Korkulannı bastınp —ister uykuya dalarak, ister göz kırpamayarak— sabahı beklemenin, sabaha gene de ulaşacağını, kavuşacağını ummanın hazzını, öteden beri, duya duya yaşadığını kim çıkıp yadsıyabilir?
Ancak, gece, ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile.

 Çoğu insanın yapmakta bunca güçlük çektiği şey benim için o kadar kolay ki!...

Kimse kimseye bakmıyordu artık. Karşıdan gelen biriyle göz göze gelmek unutulmuş bir şeydi sanki. Kimse gözünü karşıdakinden kaçırıyor da değildi gerçekte. Kimse kimseyi görmüyor gibiydi, o kadar. Bakışlar bomboştu; gözler, karşılarına çıkan insan saydammışçasına, bir "öte"ye dikiliyordu. Gerçekten bir yere mi gidiyordu bu boş gözlü, boş bakışlı insanlar?

Zengin, zenginliğini göstermez, kullanır. (Acemi zengin gösteriş merakına kapılsa da, tez ustalaşır zenginlikte.) Biz, zenginliği bilmeyenler, zenginlerin gösteriş meraklısı olduğunu düşünürüz.

Nedensel dizilerin, nedensellik zincirlerinin, bir insanın yaşamında önemsiz, anısı bile silinivermiş bir olaydan, durumdan, davranıştan yola çıktığımızda, bizleri nasıl önemli, dirimsel sonuçlara vardırabileceğini, belli bir yaşa ulaşmış herkes biliyor olsa gerek. En azından, böyle bir şeyler seziyor olsa gerek.

İncecik bir sızının, ardı gelmemiş, yılların gerisinde kalmış unutulmuş bir rahatsızlığın, evimize daha memeden kesilmemiş bir yavruyken aldığımız kedinin, bir yaz gecesi görüp beğendiğimiz, sevgilimiz olmuş, sevgilisi olduğumuz bir kişinin gün gelip dolaylı ya da dolaysız ölümümüze yol açıp açmayacağını, bizi öldürüp öldürmeyeceğini bilmeyiz. Öğrendiğimizde de iş işten geçmiştir, sonucu şu ya da bu doğrultuda değiştirmek, çoğu kez olanaksız gibidir. İstesek, uğraşsak bile...

Özlediğimiz sağlamlık örneklerini madenler, bitkiler dünyasında, doğanın dayanıp süregelmiş biçimleriyle insanın biçimlediği doğada aradık, bulduk. İnsanın dünyada bulduklarıyla yapabildiklerinde. Ama insanın kendi hep zayıf, güçsüz, cılız bir yaratık gibi göründü gözümüze. Öyle olmasa, ne diye şu gibi, bu gibi sağlam, dayanıklı, sert olması gerektiğini söyleyelim; ne diye buna inanalım, inandıralım? İnsan kendinden çok yaptıklarına, hazır buldukları yardımıyla yarattıklarına güvenmiş olsa gerek.

Bütün bu olanlar bitenler, yazdıklarım, anlattıklarım, düş falan değil. Kimi zaman, bir karabasanmış gibi anlattım bunları; kimi zaman da ayıklık aynntıcılığıyla çalıştım. Sevinç var mı, yok mu? Ne zamandır gelmiyor, ne zamandır bu yazdıklarımı okumuyor.
Şimdilik, sanırım hiç kimse, dünyanın her türlü sesinin dışında, ötesinde yaşadığımı sezmedi daha. Gündelik hizmetler için girip çıkanlarla konuşmuyorum zaten. Bir şey söyleyecek olurlarsa kaçırmayayım diye gözlerimi ağızlarından ayırmamam, onları bir parça olsun ürkütmeğe de yarıyor.

Bir gün gelir, sözcüklerin büyüsünden sıyrılmamız gerektiğini anlarız hepimiz. Yüce duyguların, kalıptan çıkmış düşüncelerin büyüsünü işler kılan sözcüklerin büyüsüne kapılmaktan vazgeçmemiz gerektiğini. Yürümenin, yemenin, boşaltımın kendimize özgü biçimini nasıl öğrendikse, konuşmayı, duymayı, düşünmeyi de kendi kendimize öğretmemiz gerektiğini anladığımız bir gün gelir. Hepimiz için. Ama er, ama geç. Duygularımızın, düşüncelerimizin, sözlerimizin, gerçekten bizim olmağa başladığı bir gün... İşin tuhafı, kendimizce konuşmağa başladığımızda, söylediklerimizde tutamak, dayanak bulamayanlar çok olur; bu sözleri yadırgadıklarım, anlamadıklarını söylerler.

"Büyüsünden sıyrılmamız gereken sözcüklerden  biri —en önemlilerinden biri— de 'insan' sözcüğü. Bir tılsım gibi kullanıp en yüce duyguların aracı haline getiririz onu;  tek tek insanı, ki­şiyi  (dostumuz  olsun  düşmanımız  olsun)  o  sözcüğün  yardımı, aracılığıyla ezmekten, yıkmaktan çekinmeyiz. Düşlediğimiz, ta­sarladığımız, kurduğumuz, dilediğimiz bir anlamı yükleyiverdiğimiz 'insan'  sözcüğü,  sırasında en  güçlü  aracımız,  saldırganlık kargımız olur.

İnsanı en yüksek yere yerleştirmekten, hayvanlardan, bitki­lerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi ya­şamaktan  vazgeçelim.  Belki  o  zaman  insanın  değerini  öğrenir,hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğu­nu,  olabileceğini  anlar,  belki  o  zaman  insana  saygı  duymasını başarırız."

Ne  tuhaf!  Bunları,  bir zamanlar,  ben yazdım.  Ben  savun­dum. Oysa gece üzerimize çöktükten sonra, bu yolda sözler söy­lemenin  gereksizliğine herkesi  inandırmak  için  elimden  geleni ardıma komadım.

Uykunun değerini  benden iyi  bilen yok.  İlk gençliğimden bu yana —kısa birtakım dönemler (kendi yaşayışımı değil, baş­kalarının istediğini yaşadığım kısa birtakım dönemler) dışında— yeterince  uyuyamamanm,  uykusunu  alamamanın,  çalışırken gözlerim kapanmasın diye, ya da —gözlerim açık kalsa bile— düş  görmeğe  başladığımın  farkına  vararak,  uyumayayım  diye uğraşmanın  sıkıntısı  içindeyim.  Çalışırken  çevremde  ses  iste­mem;  buna  karşılık,  kitaplıkların,  müzelerin  sessizliğinde  baş veren  dayanılmaz  uykuyu,  ezici  yorgunluğu  üzerimden  atmak için dışarı fırlamak zorunda kalmışımdır çoğu kez. Gecelerimin uykusu hiçbir zaman sancı olamıyor. Uyumak istiyorum, uyku­dan ürküyorum. Oysa insanın sesle, sözle, imgeyle, düşünceyle, büyüyle uyutulması, artık kılımı kıpırdatmıyor, hayır, artık kılı­mı bile kıpırdatamıyor.

Öldürmenin, acı çektirmenin, ezmenin kötülüğünden söz eder insanlar. Kendilerini ezen, ezmeğe kalkan
kimseler hiç mi çıkmamıştır bunların karşısına? Kimseden alınacak öçleri yok mudur? Uzattıkları eli sıkmayan, vermek istediklerini tepen, geri çeviren birileri olmamış mıdır hiç? Gönüllerinde yatanı herkese kabul ettirmek istedikleri olmaz mı? Dünyaya kendi gönüllerindeki, kafalarındaki düzeni bir damga basar gibi kazımağı, nasıl istemezler? Nasıl anlamazlar ki bunun tek çıkaryolu, gerekirse öldürmek, öldürmek herhangi bir nedenle elverişli görünmüyorsa acı vererek, ezerek, isteneni koparmaktır. Aldatmaktır, yalan söylemektir... Nasıl anlamazlar bunu?...
Bu iş nereye dek sürer? Herhalde yalnız kalıncaya dek. Bütün aynalarda kendinizi görünceye dek, herkesin gözü sizin aynanız oluncaya dek... Daha doğrusu, önlerinde durmasamz da aynaların hepsi sizi gösterinceye dek; gönüllerinde olmasanız bile insanların gözleri sizden duydukları korkuyu yansıtmaktan
başka bir işe yaramaz oluncaya dek... Her şey, eninde sonunda, onu anlatanın (yani onu başkalarınca da özümlenir kılanın), o tek kişinin, o tek usun gördüğü, düşlediği, düşündüğü değil midir?
Herkesi aldatmış, aldatmağı iş edinmiş bile olsak, kendimizi aldatmamak gerekmez mi?

Paris. Metro. Tanıma gelmez, bir kez koklandı mı unutulmaz, unutulamaz, özlenir kokusu. Birkaç saniye sonra tren ka ranlıktan çıkarken biri beni itecek. Karanlık ağza bakıyorum. Çevreme bakmamam gerek. Beni iteni görmemeliyim.
Tren geldi, bindim. Kimse itmedi beni.
Direniyorum. Olmuyor.

Bir kapıdan içeri itileceğim. Karanlığın içine. Gözlerimin karanlığa alışmasını beklemem boş belki de; herhangi bir ışık damlası, tozanı yok bu karanlığın içinde. Nedenini bilmeden, ardımdan biri hafifçe dürtmüş gibi, yürümem, bir yerlere doğru gitmem gerektiğini düşünerek, sakıntıyla, ağır ağır, bir ayağımı
neredeyse ötekinin burnuna dayayarak ilerlemeğe başlayacağım. Bana pek uzun gibi görünecek bir süre boyunca yürüyeceğim böyle. Sonra, birden, kör olduğumu sanacağım; ancak birkaç saniye geçince, gözlerimin kamaştığını, ileride, uzakça bir yerde, yukarılarda, pek güçlü bir ışığın yanmakta olduğunu anlayacağım. Beni kapıdan içeri iterken, O., istediğini şimdi göreceksin, diyordu; karşıdan, uzaktan, bildiğim bir yüzün bana doğru gelmekte olduğunu göreceğim. Bildiğim ama gene de çıkaramadığım bir yüz. Tanıyamamanın, bildiğini çıkaramama, bir yere yerleştirememenin sıkıntısıyla kıvranacağım. Bana doğru gelmekte olan yüzü, epey yaklaşınca, O.'nun yüzüne benzeteceğim bir ara. Vazgeçeceğim sonra.

Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?

2 yorum:

  1. Bilge Karasu kitaplarından okumak istiyorum bayadır. Bu da merak ettiklerimden. Ama hep, kafamı vererek okumam gerekiyor diye düşünerek erteledim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet Bilge Karasu kitapları biraz sindirilerek ve sakin kafada okunması gerek.

      Sil