17 Haziran 2024

Georges Perec / Şeyler (Alıntılar)


 Yaşam kolay, yalın olacaktı burada. Maddi yaşamın tüm sorunlarına, tüm yükümlülüklerine doğal bir çözüm bulunacaktı.

..düzensizliğinin bile çok büyük çekiciliği bulunacaktı.

Hiçbir tasarı olanaksız gelmeyecekti onlara. Ne hınç, ne acı, ne de çekememezlik duyacaklardı. Çünkü olanakları ve arzulan her zaman, her noktada uyuşacaktı. Bu dengeye mutluluk adını verecekler ve özgürlükleriyle, sağduyularıyla, kültürleriyle, ortak yaşamlarının her anında onu keşfetmesini, korumasını bileceklerdi.

Zaman zaman, kitaplarla dolu bu duvarların, tümüyle eve uydurulmuş, öyle ki sonunda kendi
kullanımları için yaratıldıklarına inandıkları bu eşyaların, bu güzel, yalın, tatlı, ışık saçan nesnelerin arasında tüm bir yaşam uyum içinde geçebilirmiş gibi gelecekti onlara.

Oysa arzu ufukları acımasızca karartılmıştı; gerçekleşemeyecek, dev düşleri, yalnızca ütopyaydı.

Hiçbir zaman yengiyle çıkamayacakları bir yıpranma savaşı başlıyordu.

Kendilerini garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlerle gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlerle parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer alınıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu.

Rahatlık eksikliği korkunçtu —ki kuşkusuz en kaygı verici olanı da buydu. Maddi, somut bir rahatlık değil, bir çeşit serbestlik, aldırmazlık. Sinirlenmeye, gergin, açgözlü olmaya —kıskanmaya da denebilir— yatkındılar. Refaha, olduklarından daha iyi durumda olmaya karşı duydukları sevgi çok kez aptalca yapılan bir yandaş toplama çabasında kendini gösteriyordu.

Konforlu, güzellikler içinde yaşamak hoşlarına giderdi. Ama yanlızca çığlıklar atıyorlar, hayran kalıyorlardı, zenginlik içinde olmadıklarının en kesin kanıtıydı bu.


Lüks adını verdikleri olguda asıl sevdikleri, bu lüksün ardında yatan paradan başkası değildi çok kez. Zenginlik belirtilerine kaptırmışlardı kendilerini; yaşamdan önce zenginliği seviyorlardı.

Ne dönemecini, ne de sonunu bildikleri bir yol boyunca sürükleniyormuş duygusunu duymaya başlamışlardı şimdiden.

Kuşkusuz kendilerini bir şeye adamak, eğilim olarak adlandıracakları güçlü bir gereksinim, onları yükseltecek bir heves, tüm benliklerini dolduracak bir tutku duymak herkes gibi onların da hoşuna giderdi. Ne yazık ki tek bir hevesten, daha iyi yaşama isteğinden başkasını duymuyorlardı ve bu onları tüketiyordu.

İnsani olan hiçbir şey onlara yabancı değildi.

Değişiyorlardı, bir başkası oluyorlardı.

Herşey yeniydi. Duyarlıkları, zevkleri, yerleri, ne varsa onlan şimdiye değin bilmedikleri nesnelere götürüyordu hep.

İzledikleri yolun, açıldıkları değerlerin, bakış açılarının, arzularının, heveslerinin, bütün bunların zaman zaman umutsuzcasına boş göründüğü doğruydu. Nazik ya da anlaşılmaz olmayan hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysa bu onların yaşamıydı, bilinmedik, baş döndürücü olmanın ötesindeki coşkuların kaynağıydı, engin yeğin bir şekilde açık bir şeydi.

"Yeni insanlar"dı onlar; henüz her yana diş geçirmemiş genç kadrolar, başarı yolunun yarısına
gelmiş teknokratlard

Çağlarının insanlarıydılar. Hallerinden memnundular. Tümüyle de kandırılmış sayılmayacaklarını söylüyorlardı. Mesafelerini korumasını biliyorlardı. Rahattılar ya da en azından öyle olmaya çalışıyorlardı. Mizah duygulan vardı. Aptal olmaktan çok uzaktılar. ileri düzeyde bir analiz, oluşturdukları gruptaki farklı akımları, içten içe var olan çelişkileri rahatlıkla onaya çıkarabilirdi. Kılı kırk yaracak, ince ayrıntılara dek inecek bir sosyometri farklılaşmaları, karşılıklı dışlamaları, gizli kızgınlıkları çok çabuk ortaya koyardı. Az çok beklenmedik bazı olayların, minicik kışkırtmaların, incir çekirdeğini doldurmayacak sorunlarda yanlış anlaşmaların ardından, içlerinden birinin tüm grup arasında geçimsizlik yarattığı da oluyordu. O zaman güzelim dostlukları yıkılıyordu. Cömert sandıkları birinin tam bir cimri olduğunu ya da bir başkasının katıksız bir egoist olduğunu yapmacık bir şaşkınlıkla farkediyorlardı. Anlaşmazlıklar çıkıyor, kopmalar oluyordu. Zaman zaman da birbirlerini kışkırtmaktan şeytanca bir zevk alıyorlardı. Ya da çok uzun süren somurtkanlık, soğukluk, araya uzaklık koyma dönemleri oluyordu. Birbirlerinden kaçıyorlar ve
karşılaşmamaya çalışmakta kendilerini haklı görüyorlardı, ta ki bağışlama, unutma, sıcak barışma anları gelip çatıncaya dek.. Çünkü ne de olsa birbirlerinden vazgeçemiyorlardı.

En büyük zevkleri birlikte unutmak yani eğlenmekti.

..yaptıkları küçük yolculuktan söz ediyorlardı. Zaman zaman da bu ortak düşlere giderek daha çok gömülerek düşlerden kopmamak istercesine sessiz bir işbirliğiyle onları yenilerler, sonunda da gerçekle tüm bağlarını koparırlardı. Böylesi zamanlarda, ara sıra gruptan yalnızca bir el uzanırdı: garson gelir, boşalmış seramik kupaları götürür, yenilerini getirirdi, çok geçmeden de sohbet koyulaşır, az önce içtiklerinden, susuzluklarından, sarhoşluklarından, mutluluklarından başka konu konuşulmaz olurdu.
Özgürlüğe vurgundular. Dünya onlara göreymiş gibi geliyordu; tam susuzluklarının ritmine göre yaşıyorlardı, taşkınlıktan da dindirilecek gibi değildi; coşkulan sınır tanımıyordu artık. Bütün gece boyunca yürüyebilir, koşabilir, şarkı söyleyebilir, dansedebilirlerdi.

Kendilerini bomboş, aptal gibi hissederlerdi ve unutulmaz içki aleminin anısına, sanki onları içmeye iten hareketin kendisi, dağıtamadıktan çok daha derin bir anlayışsızlığı, daha diretici bir sinir oluşu, daha kararlı bir çelişkiyi körüklemişcesine belli belirsiz bir duygu, anlaşılmaz bir öfke, bir nostalji duygusu karışırdı.

Filmden çıkıyorlardı; mutsuz oluyorlardı. Düşledikleri film değildi bu. Her birinin kendi içinde taşıdığı,
tüketemeyecekleri tam ve mükemmel film değildi. Yapmak istedikleri ya da kuşkusuz içten içe yaşamak istedikleri film değildi bu.
Böylece onlar ve dostları, sevimli ve tıklım tıklım dolu dairelerinde gezileriyle, filmleriyle, kardeşçe bir dostluk içinde geçen ziyafetleriyle, kusursuz tasanlarıyla yaşıyorlardı. Mutsuz değillerdi. Kaçamak, anlık bazı yaşam sevinçleri günlerini aydınlatıyordu. Bazı akşamlar yemeği yedikten sonra masadan kalkmaya karar veremiyorlardı; bir şişe şarabı bitiriyorlar, cevizleri kemiriyorlar, sigaralarını yakıyorlardı. Bazı geceler gözlerine uyku girmiyordu; yan oturur halde, yastıklara dayanarak, aralarında bir küllük sabaha dek konuşuyorlardı. Bazı günler saatlerce sohbet ederek dolaşıyorlardı.

Herşeyin bir anda yerle bir olması için çok büyük bir olay gerekmiyordu: en küçük uyumsuzlukta, basit bir kararsızlık anında, fazlaca kaba bir işaretle mutluluktan paramparça oluyordu.

Otuz yaşına gelmemiş insanların belli bir bağımsızlığı korumaları ve keyiϐlerine göre çalışmaları kabullenilse de, hatta zaman zaman serbestlikleri, açık görüşlülükleri, deneyimlerinin çeşitliliği ya da "çok yönlülük" diye adlandırılan nitelikleri takdir edilse de, otuz yaş dönemecini bir döndüler mi (böylece otuz yaş da bir dönemeç gibi görülmeye başlanır), çok çelişkili bir davranışla, müstakbel işbirlikçilerden her birinin kesin bir istikrarlılık göstermesi, kesinlikle dakiklik, disiplin, ciddiyet ve sadakat duygusuna sahip olması şart koşulur, işverenler, özellikle reklâm dünyasındakiler, otuz beş yaşını geçmiş kişileri işe almamaktan başka, otuz yaşında hiçbir yere bağlanmamış bir kişiye güven duymakta da tereddüt ederler. Bu gibilerden, her zamanki gibi geçici süreler için yararlanmaya gelince, bu bile olanak dışıdır; istikrarsızlık ciddiyetten uzaktır; otuz yaşındaki insan artık bir yerlere gelmiş olmalıdır, yoksa hiçbir şey değildir. Bir yer edinmediyse, bir kovuk açmadıysa, anahtarları, bürosu, tabelası yoksa hiçbir yere gelmiş sayılmaz.

Kendilerini fareler gibi kapana kısılmış, tuzağa düşmüş hissediyorlardı.

Aptaldılar —aptal olduklarını, yanıldıklarını, ne olursa olsun ötekilerden, dolu dizgin gidenlerden, tırmananlardan daha haklı olmadıklarını kaç kez yinelemişlerdi kendilerine.

Yeryüzünün en adi, en berbat durumundaydılar. Gelgelelim, durumun adi ve berbat olduğunu bilmelerinin bir faydası yoktu, öyleydiler işte: Epeydir, "çalışmayla özgürlük arasındaki zıtlık artık güçlü bir kavram oluşturmuyor," diyorlardı; ama yine de onları en başta belirleyen buydu.

En mutsuz insanların kendileri olmadıklarını söylüyorlardı. Belki de haklıydılar. Ne ki modern yaşam, başkalarının mutsuzluğunu yok ederken onların mutsuzluklarını göklere çıkarıyordu: ötekiler doğru yoldaydılar. Odžtekiler önemsiz insanlardı.

Zaman zaman önceki kuşakların hem kendileri, hem de yaşadıkları dünya hakkında daha kesin bir bilince sahip olduklarını düşünüyorlardı

Vicdanları rahat değildi kuşkusuz. Ama sonuçta anımsadıkları kadarıyla, bir zamanlarki katılımları ne ölçüdeyse, şimdi de o kadar sorumluluk hissediyor ya da çok genel bir düzeyde ahlaki zorunluluklara uyuyorlardı. Bu kayıtsızlıkta yakıcı birçok isteklerinin boşluğunu, hatta belki de yakışıksızlığını görebilirlerdi.

Yeni şeyler öylesine aldatıcı, öylesine bulanık, tek öykülerine, düşlerine öylesine bağlıydı ki. Bezmişlerdi. Yaşlanmışlardı, evet. Bazı günler daha yaşamaya başlamadıkları izlenimine kapılıyorlardı. Ama sürdürdükleri yaşam giderek geçici, kırılgan gibi geliyordu onlara ve sanki bekleyiş, sıkıntı, darlık onları yıpratmış; doyurulmamış arzular, yarıda kalmış sevinçler, yitirilmiş zaman, herşey doğalmış gibi kendilerini güçsüz hissediyorlardı.

Ama dostluklar da dağılıyordu.

Hemen hemen tüm dostlar birbiri ardından yenilgiye uğradılar.

Yaşamları aşk ve sarhoşluktan oluşuyordu. Tutkuları sınır tanımıyordu: özgürlükleri sınırsızdı. Ne ki ayrıntılar yığını altında boğuluyorlardı. Iǚmgeler siliniyor, bulanıklaşıyordu; ancak ϐlu ve karmaşık, kırılgan, saplantılı, aptalca, zayıf birkaç parçacık kalıyordu akıllarında. Artık bütünlüklü bir hareket değil teker teker tablolar, dingin bir birlik değil kaskatı parçalar vardı.

Sayıklamalar içinde uzun zaman yaşanamazdı. Çok şey vaadeden ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı

Ne sevinç, ne üzüntü hatta ne de sıkıntı duyuyorlardı, ama hâlâ varolup olmadıklarını, gerçekten varolup olmadıklarını kendilerine sordukları oluyordu; düş kırıklığına uğratıcı bu sorudan, hiçbir özel hoşnutluk çıkaramıyorlardı, şu ayrıntı dışında: zaman zaman, belli belirsiz, bu yaşam uygun, yerinde, tuhaf ama, gerekliymiş gibi geliyordu: boşluğun ortasındaydılar, dik yollardan, sarı kumlardan, lagünlerden, gri palmiyelerden oluşan insansız bir dünyaya, anlamadıkları, anlamaya da çalışmadıkları bir dünyaya yerleşmişlerdi, çünkü geçmiş yaşamlarında bir gün bile belli bir görünüşe, ortama, yaşam tarzına göre biçimlenmeye, değişmeye kendini uydurmak zorunda kalmaya hazırlanmamışlardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder