
böyle hareket etmekle kimseye değil, yalnızca kendime zarar verdiğimi de herkesten iyi biliyorum. (s.3)
Hiddetten ağzım köpürmüşken biraz yüzüme gülüp, önüme bir bardak şekerli çay sürerek gönlümü alırsanız, belki hemen o anda yelkenleri suya indirirdim. Üstelik duygulanırdım da; ama ihtimal, sonradan kendi kendime kızar, utancımdan aylarca uykularımdan olurdum. Huyum böyleydi işte. (s.4)
Kötü biri olamamak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim: Ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. (s.5)
Sandığınız ya da sanabileceğiniz kadar neşeli bir adam falan da değilim; sonunda gevezeliğime sinirlenerek (zaten sinirlendiğinizi hissediyorum) kim olduğumu soracak olursanız, size sekizinci dereceden memurum diye cevap vereceğim. (s.5)
Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık. (s.7)
İyiyi, "güzel ve yüksek şeyleri" ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım, sıkıştım kaldım içlerinde. (s.8)
Bundaki önemli nokta, bu halimin tesadüfi değil de, adeta kaçınılmaz bir nitelik taşımasıydı. Sanki bu hal bir hastalık, bir düzensizlik değil, benim doğal halimdi; sonunda buna karşı koyma isteğim bile kalmamıştı. Bu halin benim için doğal olduğuna neredeyse inanacaktım (belki de inanmıştım). Başlangıçta bu mücadele beni öyleüzdü ki! Başkalarının da aynı durumla karşılaştığına inanmadığım için, bunu ömrüm boyunca sır olarak sakladım. Kendimdenutanıyordum (belki şimdi bile utanırım). (s.8)
Bana  en  çok  dokunan, suçlu  olsam  da  olmasam  da her  zaman  bir  çeşit tabiat kanununa uyar gibi, herkesten önce kendimi  suçlu  görmemdi. (s.9)
bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu  boşuna  yırtınacak  değilim,  ama  karşımda gücümün  yetmediği  bir  taş  duvar  var  diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam. (s.14)
Hayatım boyunca şöyle birkaç kişinin suratına tokat atmadığıma da çok üzgünüm. (s.17)
Kendi  kendime  macera hayalleri  kuruyor,  kafamda  uydurduğum  bir hayatı  yaşıyordum.  Durup  dururken,  ortada  fol yok  yumurta  yokken  kendi kendimi gücendirdiğim  çok  oldu;  aslında  hiç  sebep olmadığını  bildiğim halde  kendimi  öyle dolduruyordum  ki,  sonunda  gerçekten  gücenip içerliyordum. Bu çeşit oyunlar yaşamımı öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hakim olamaz hale geldim. (s.19)
Bir kere kendini duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu  susturup,  düşünmeden,  esas  aramadan hakaret et, nefret et, birini sev, daha doğrusu boş durmamak  için  bir  şeyler  yap  bakalım.  En  geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini  küçümsemeye  başlarsın. (s.20)
Kadehime  önce  bir  damla gözyaşı  akıtıp,  sonra  o  güzel  ve  yüksek  şeyler şerefine  içme  fırsatlarını  asla  kaçırmazdım. Dünyada  ne  varsa  güzellik  ve  yükseklik açısından  görür,  pisliği  tartışma  götürmeyecek en  el  dokunmaz  çirkefte  bile  güzel  ve  yüksek taraflar  bulurdum. (s.22)
Ne  olursa  olsun,  yaşadığımız  şu olumsuz  devirde  böyle  gönül  okşayıcı  sözler duymak hoştur baylar. (s.22)
Söylesenize,  insanların  kötülük  yapmasının gerçek çıkarlarını bilmemelerinden ileri geldiğini ilk ortaya atan kimdir; aydınlanan insanın gerçek çıkarını  görünce,  kötülük  yapmayı  hemen bırakıp  iyi  ve  onurlu  biri  olacağını,  çıkarının sadece iyilik yapmakta olduğunu anladığı ve hiç kimse  de  kendi  çıkarına  aykırı  davranmayacağı için  hep  iyilik  yapmak  zorunda  kalacağını  ilk kim uydurdu? Hey gidi saf çocuk! Temiz yürekli bebek! (s.23)
Çevrenize  bakın  bir  kere:  Kan  gövdeyi götürüyor, hem de keyifli keyifli, şampanya gibi akıyor. (s.25)
İnsan  ahmak  bir yaratıktır,  son  derece  ahmak!  Daha  doğrusu ahmak değil de nankördür; eşine rastlanmayacak derecede  nankördür. (s.27)
Biz  çıkarlarımızı yanlış  anladığımız  için  arzularımızın  çoğu  da yanlış yoldadır.  Bu  yüzden  gözümüze kestirdiğimiz bir çıkar için en kolay yolu seçelim diye,  akılsızlığımızdan,  çoğu  zaman  bir  sürü saçmalığa saplanırız. (s.30)
İnsanı  aptal  kabul  edersek  kime  akıllı diyeceğiz?  Ama  insanoğlu  aptal olmasa  bile dehşetli nankördür. Nankörün nankörüdür. Hatta bana  göre  en uygunu,  insanı  iki  ayaklı  nankör bir  mahlûktur  diye  tarif  etmektir. (s.32)
İdrakin biricik kaynağı ıstıraptır. (s.38)
Ciddi  ciddi konuştuğumuz  halde  bana  önem  vermek istemiyorsanız  öyle olsun,  yalvaracak  değilim. Nasılsa yeraltım var. (s.40)
En  iyisi  hiçbir şey yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun  için  yaşasın  yeraltı!  Normal insanları çatlayasıya  kıskandığımı  söyledim  ya,  gene  de gördüğüm  kadarıyla,  onların  bugünkü  halinde olmak  istemem.  (Kıskanmasına  gene kıskanacağım.  Hayır,  hayır,  her  şeye  rağmen yeraltı  daha  kârlı!)  Orada  hiç  olmazsa  insan... Eeh! Şimdi bile yalan söylüyorum! Yalan, çünkü iyi  olanın  yeraltı  değil,  başka,  bambaşka, hasretini  çekip  bir  türlü  elde  edemediğim  şey olduğunu  iki  kere  ikinin  dört  ettiği  gibi biliyorum!  Cehenneme  kadar  yolu  var yeraltının! (s.41)
Her  insanın  hatıralarında,  herkese öyleyemeyeceği,  ancak  dostlarına  açabileceği taraflar  vardır.  Hatta dostlara  bile  açılamayacak, insanın  yalnız  kendine  saklayacağı  sırları  da bulunur. Bunlardan başka, kendim kendimize bile açmaktan  çekindiğimiz  konular  da  vardır. (s.43)
İnsan  kendi  kendine  karşı tamamıyla samimi olabilir mi? (s.43)
Bazen,  "Neden  benden  başka  hiç  kimse kendisine  tiksinerek  bakıldığını  hissetmiyor?" diye  bir  soru geliyordu  aklıma. (s.47)
 Gülünç görünmekten  marazi  bir  korku  duyduğum  için tüm  kurallara  körü  körüne  bağlıydım;  genel havaya  seve  seve  ayak  uydurur,  en  ufak  bir aykırılık  göstermekten  ödüm  patlardı.  Ama dayanabilir miydim?  (s.48)
Kimseyle  konuşmak  istemezken birdenbire  öyle  değişiyordum  ki, dairedekilerle yalnız  konuşmak  değil,  artık  arkadaşlık  etmek istiyordum.  Onlara  karşı  duyduğum  soğukluk birden  kayboluyordu.  Kim  bilir,  belki  bu duyguların  zaten  aslı  yoktu;  kitaplardan  kapma, yapmacık  duygulardı.  Bu  meseleyi  şimdiye kadar çözemedim. (s.49)
Gerçekten  şaşılacak  bir  ruh  çeşitliliği!  Artık ileride  bunun  ne  şekil  alıp  nasıl  gelişeceğini, yarınımız için neler vaat ettiğini Tanrı bilir! Nasıl olsa  eldeki  malzeme  yabana  atılacak  gibi  değil! Bunu  gülünç,  kokmuş  bir  milliyetçiliğin etkisinde  söylemiyorum.  Fakat  eminim  ki,  siz sözlerimi  alay  kabul  ediyorsunuz.  Kim  bilir, belki  de  tam  tersine,  bunların  gerçek düşüncelerim  olduğuna  eminsiniz.  Ne  olursa olsun baylar, benim hakkımdaki fikirleriniz bana şeref,  özellikle  de  büyük  bir  memnunluk verecektir.  Konu  dışına çıkmamı  da  lütfen bağışlayın. 
Arkadaşlarımla  dostluğum  uzun  sürmüyor, çabucak  aramız  soğuyordu  elbette;  toyluğum yüzünden  işi   selamı  sabahı  kesmeye  kadar vardırıyordum.  Bununla  beraber  böyle  bir yakınlaşma  sadece  bir  kere  oldu.  Geri  kalan zamanlarda umumiyetle yalnızdım.
Evde  en  çok  okumakla  vakit  geçiriyordum. Böylece  içimde  kabaran  duyguları  dış  etkilerle bastırmak istiyordum.  Okumak  bana  uygun  tek dış  etkiydi. 
İhtiraslarım,  özentilerim  her  zamanki  mariz hırçınlığım  yüzünden  keskin,  yakıcıydı.  Böyle zamanlarda gözyaşlarıyla,  çırpınmalarla  karışık isteri  buhranları  bile  geçiriyordum.  Okumaktan başka  yapılacak  işim,  gidecek  tek  yerim  yoktu, çünkü  çevremde  saygıya  layık,  beni  kendine çekebilecek  bir  meşguliyet bulamıyordum. İçimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle, uyumsuzluklarla  karşılaşma  arzusuna  kapılıyor ve  bunun  üzerine  sefihliğe  başvuruyordum. (s.52)
Ona  baktıkça  içimde  beni  adeta  sarhoş  eden  bir hiddet  kabarıyordu... (s.57)
Bazı  geceler  saat  üçe  doğru  uyanıp  bir  sinir buhranı  içinde  kendi  kendimi  sıkıştırıyordum: "Ne  diye  her  defasında  ille  yol  veriyorsun? Neden  o  değil  de  hep  sen?  Bunun  yazılı  kuralı mı  var?  Her  şey  terbiyeli insanların karşılaştıklarında yaptıkları gibi olmalı: Bir adım o,  bir  adım  sen  çekilerek  birbirinize  karşılıklı saygı göstermelisiniz." Fakat böyle olmuyor, hep ben çekiliyordum, o da kendisine yol verdiğimin farkında  bile  olmadan  yürüyüp  gidiyordu. (s.57
Hayallerimin neler olduğunu, bunların beni nasıl avuttuğunu  şimdi  söylemek  güç;  fakat  o  zaman bana yetiyorlardı.  Hoş,  yalnız  o  zaman  değil, şimdi  bile  bazen  bunlarla  oyalanıyorum. Hayaller  beni  şu  miskin  sefahat alemlerinden onra  daha  çok  sarar,  daha  tatlı  gelirdi; pişmanlık,  gözyaşları,  beddualar,  coşkun sevinçlerle dolardım. (s.61)
Kendimi  hiçbir  zaman  ikinci  derece  bir  rolde göremiyordum.  Gerçek  hayatta  en  sonuncu kademeye isyansız  katlanabilmem  bu  yüzdendi. Ya  kahraman  ya  da  çamurdan;  ikisinin  ortası yoktu.  Beni  mahveden de  buydu  zaten.  Çünkü çamurdayken,  başka  zamanda  kahramanım, yalnızca  kahramanlar  çamurun  içinde gizlenebilirler  diye  kendimi  teselli  ediyordum. Düpedüz  bir  adam  için  çamurlanmak  ayıp sayılır, halbuki bir kahraman istediği kadar içine dalsın  nasıl  olsa  çamur  bulaşmaz. (s.62)
Simonov’da  iki  okul  arkadaşımızı  daha buldum.  Üçünün  önemli  bir  konu  üzerinde konuştuğu belliydi. Hiçbiri gelişimle ilgilenmedi; yıllarca  görüşmediğimiz  düşünülürse  bu  hal tuhaftı. Anlaşılan, onlar için sinek kadar değerim yoktu.  Okulda  da  hiç  sevilmezdim,  ama  bu kadar  küçümsendiğimi  hatırlamıyorum. Küçük görülmeme  memurluktaki  başarısızlığımın, düşüklüğümün,  kılıksızlığımın  vs.  sebep olduğunu  anlıyordum  tabii,  çünkü  onlara  göre bunlar  kabiliyetsizliğimin,  değersizliğimin yaftasıydı.  Gene  de  bu  derece  aşağı  görülmeyi beklemiyordum. (s.66)
Kendilerine  benzemediğim  için, arkadaşlarımın  hepsi  beni  hırçın,  merhametsiz alaylarla  karşıladılar. Halbuki  alaya  hiç dayanamıyor,  herkes  gibi  başkalarıyla kolaycacık  kaynaşamıyordum.  Daha  ilk anlardan beri  hepsinden  nefret  ettim;  ürkek, marazlı,  boyumdan  büyük  bir  gurura gömüldüm.  Kabalıklarına  karşı isyan duyuyordum. (s.72)
Aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu. (s.75)
Hayat,kederiyle,  acısıyla  da  güzeldir.  Yaşamak  nasıl olursa  olsun  arzu  edilir.  Halbuki  burada... çirkeften başka ne var? Üf! (s.100)
Karıkoca  arasında  geçenleri,  nasıl  seviştiklerini kimse  bilmemeli,  hiç  kimse.  Kavgalarını  öz analarından bile saklamalı, birbirlerinden şikâyet ederek  kimseden  hakemliğini  istememelidirler. Her  müşkülü  kendi  aralarında  halletmeleri lazımdır.  Aşk  kutsal  bir  sırdır;  sevişenler arasında  ne  geçerse,  yabancı  gözlerden saklanmalıdır. (s.104)
Alışkanlığın  insanı  ne  hallere getirdiğine  şaşmamak  mümkün  değil  doğrusu. (s.107)
Ne yani, dostun seni  seviyor  mu  dersin?  Hiç  zannetmem. (s.108)
Gençliğine güvenme;  o  gün  göz  açıp  kapayana  kadar gelecek. (s.108)
 Seni bir kişinin sevmesi ne demektir biliyor musun ? (s.110)
Ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı. (s.117)
Beni
 kıyamet kopmasıyla, çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda 
bıraksalar, dünya yıkılsa umrumda olmayacağını ama çayımdan 
vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. (s.131)
Hangisi daha iyidir, kolay elde edilmiş bir mutluluk mu,yoksa insanı yücelten acılar mı? (s.137)
Ben  kendi  hayatımda,  sizin  cesaret edemeyip  yarıda  bıraktığınız  şeyleri  sonuna kadar  götürdüm,  o  kadar;  üstelik  siz tabansızlığınıza  sağduyu  diyor,  böylece  kendi kendinizi  aldatarak  avunuyorsunuz.  Buna  göre
ben  sizden  daha  "canlı"yım.  Daha  yakından bakın!  Biz  bugün  "canlı"nın  nerede  yaşadığını, neden  ibaret  olduğunu,  adını  sanını  bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları  alın  o  saat  şaşkına  döner,  ne  yana gideceğimizi,  kimden  yana  çıkacağımızı,  kimi sevip,  kimden  nefret  edeceğimizi  bilemeyiz.
İnsan  olmak,  yani  gerçek,  kendi  vücuduna sahip,  kanlı  canlı  bir  insan  olmak  dahi  bize  güç geliyor;  bundan  utanıyor,  ayıp  sayıyor,  bildik, genel  anlamda  insan  olmaya  çabalıyoruz  hep. Aslında  biz  ölü  doğmuş  yaratıklarız;  zaten çoktandır  canlı  olmayan  babalardan  dünyaya geliyoruz  ve  bundan  da  gittikçe  daha  çok
hoşlanıyoruz.  Bundan  zevk  alıyoruz.  Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak  dünyaya  geleceğiz. Ama  yeter  bu  kadar; daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum... (s.139)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder