17 Haziran 2024

Fyodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar (Alıntılar)

Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. (s.3)

böyle hareket etmekle kimseye değil, yalnızca kendime zarar verdiğimi de herkesten iyi biliyorum. (s.3)

Hiddetten ağzım köpürmüşken biraz yüzüme gülüp, önüme bir bardak şekerli çay sürerek gönlümü alırsanız, belki hemen o anda yelkenleri suya indirirdim. Üstelik duygulanırdım da; ama ihtimal, sonradan kendi kendime kızar, utancımdan aylarca uykularımdan olurdum. Huyum böyleydi işte. (s.4)

Kötü biri olamamak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim: Ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. (s.5)

Sandığınız ya da sanabileceğiniz kadar neşeli bir adam falan da değilim; sonunda gevezeliğime sinirlenerek (zaten sinirlendiğinizi hissediyorum) kim olduğumu soracak olursanız, size sekizinci dereceden memurum diye cevap vereceğim. (s.5)

Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık. (s.7)

İyiyi, "güzel ve yüksek şeyleri" ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım, sıkıştım kaldım içlerinde. (s.8)


Bundaki önemli nokta, bu halimin tesadüfi değil de, adeta kaçınılmaz bir nitelik taşımasıydı. Sanki bu hal bir hastalık, bir düzensizlik değil, benim doğal halimdi; sonunda buna karşı koyma isteğim bile kalmamıştı. Bu halin benim için doğal olduğuna neredeyse inanacaktım (belki de inanmıştım). Başlangıçta bu mücadele beni öyleüzdü ki! Başkalarının da aynı durumla karşılaştığına inanmadığım için, bunu ömrüm boyunca sır olarak sakladım. Kendimdenutanıyordum (belki şimdi bile utanırım). (s.8)

Bana en çok dokunan, suçlu olsam da olmasam da her zaman bir çeşit tabiat kanununa uyar gibi, herkesten önce kendimi suçlu görmemdi. (s.9)

bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam. (s.14)

Hayatım boyunca şöyle birkaç kişinin suratına tokat atmadığıma da çok üzgünüm. (s.17)

Kendi
kendime macera hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. Durup dururken, ortada fol yok yumurta yokken kendi kendimi gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç sebep olmadığını bildiğim halde kendimi öyle dolduruyordum ki, sonunda gerçekten gücenip içerliyordum. Bu çeşit oyunlar yaşamımı öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hakim olamaz hale geldim. (s.19)


Bir kere kendini duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu susturup, düşünmeden, esas aramadan hakaret et, nefret et, birini sev, daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler yap bakalım. En geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini küçümsemeye başlarsın. (s.20)


Kadehime önce bir damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. Dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma götürmeyecek en el dokunmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar bulurdum. (s.22)

Ne olursa olsun, yaşadığımız şu olumsuz devirde böyle gönül okşayıcı sözler duymak hoştur baylar. (s.22)

Söylesenize, insanların kötülük yapmasının gerçek çıkarlarını bilmemelerinden ileri geldiğini ilk ortaya atan kimdir; aydınlanan insanın gerçek çıkarını görünce, kötülük yapmayı hemen bırakıp iyi ve onurlu biri olacağını, çıkarının sadece iyilik yapmakta olduğunu anladığı ve hiç kimse de kendi çıkarına aykırı davranmayacağı için hep iyilik yapmak zorunda kalacağını ilk kim uydurdu? Hey gidi saf çocuk! Temiz yürekli bebek! (s.23)


Çevrenize bakın bir kere: Kan gövdeyi götürüyor, hem de keyifli keyifli, şampanya gibi akıyor. (s.25)

İnsan ahmak bir
yaratıktır, son derece ahmak! Daha doğrusu ahmak değil de nankördür; eşine rastlanmayacak derecede nankördür. (s.27)

Biz çıkarlarımızı yanlış anladığımız için arzularımızın çoğu da yanlış yoldadır. Bu yüzden gözümüze kestirdiğimiz bir çıkar için en kolay yolu seçelim diye, akılsızlığımızdan, çoğu zaman bir sürü saçmalığa saplanırız. (s.30)

İnsanı aptal kabul edersek kime akıllı diyeceğiz? Ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. Nankörün nankörüdür. Hatta bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı nankör bir mahlûktur diye tarif etmektir. (s.32)

İdrakin biricik kaynağı ıstıraptır. (s.38)

Ciddi ciddi konuştuğumuz halde bana önem vermek istemiyorsanız öyle olsun, yalvaracak değilim. Nasılsa yeraltım var.
(s.40)

En iyisi hiçbir şey yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun için yaşasın yeraltı! Normal insanları çatlayasıya kıskandığımı söyledim ya, gene de gördüğüm kadarıyla, onların bugünkü halinde olmak istemem. (Kıskanmasına gene kıskanacağım. Hayır, hayır, her şeye rağmen yeraltı daha kârlı!) Orada hiç olmazsa insan... Eeh! Şimdi bile yalan söylüyorum! Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, hasretini çekip bir türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum! Cehenneme kadar yolu var yeraltının!
(s.41)

Her insanın hatıralarında, herkese öyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan başka, kendim kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular da vardır.
(s.43)

İnsan kendi kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi?
(s.43)

Bazen, "Neden benden başka hiç kimse kendisine tiksinerek bakıldığını hissetmiyor?" diye bir soru geliyordu aklıma.
(s.47)

Gülünç görünmekten marazi bir korku duyduğum için tüm kurallara körü körüne bağlıydım; genel havaya seve seve ayak uydurur, en ufak bir aykırılık göstermekten ödüm patlardı. Ama dayanabilir miydim? 
(s.48)

Kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek istiyordum. Onlara karşı duyduğum soğukluk birden kayboluyordu. Kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktu; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı. Bu meseleyi şimdiye kadar çözemedim.
(s.49)

Gerçekten şaşılacak bir ruh çeşitliliği! Artık
ileride bunun ne şekil alıp nasıl gelişeceğini, yarınımız için neler vaat ettiğini Tanrı bilir! Nasıl olsa eldeki malzeme yabana atılacak gibi değil! Bunu gülünç, kokmuş bir milliyetçiliğin etkisinde söylemiyorum. Fakat eminim ki, siz sözlerimi alay kabul ediyorsunuz. Kim bilir, belki de tam tersine, bunların gerçek düşüncelerim olduğuna eminsiniz. Ne olursa olsun baylar, benim hakkımdaki fikirleriniz bana şeref, özellikle de büyük bir memnunluk verecektir. Konu dışına çıkmamı da lütfen bağışlayın.
Arkadaşlarımla
dostluğum uzun sürmüyor, çabucak aramız soğuyordu elbette; toyluğum yüzünden işi   selamı sabahı kesmeye kadar vardırıyordum. Bununla beraber böyle bir yakınlaşma sadece bir kere oldu. Geri kalan zamanlarda umumiyetle yalnızdım.
Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. Böylece içimde kabaran duyguları dış etkilerle bastırmak istiyordum. Okumak bana uygun tek dış etkiydi.
İhtiraslarım, özentilerim her zamanki mariz hırçınlığım yüzünden keskin, yakıcıydı. Böyle zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla karışık isteri buhranları bile geçiriyordum. Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum. İçimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle, uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun üzerine sefihliğe başvuruyordum.
(s.52)

Ona baktıkça içimde beni adeta sarhoş eden bir hiddet kabarıyordu...
(s.57)

Bazı geceler saat üçe doğru uyanıp bir sinir buhranı içinde kendi kendimi sıkıştırıyordum: "Ne diye her defasında ille yol veriyorsun? Neden o değil de hep sen? Bunun yazılı kuralı var? Her şey terbiyeli insanların karşılaştıklarında yaptıkları gibi olmalı: Bir adım o, bir adım sen çekilerek birbirinize karşılıklı saygı göstermelisiniz." Fakat böyle olmuyor, hep ben çekiliyordum, o da kendisine yol verdiğimin farkında bile olmadan yürüyüp gidiyordu.
(s.57

Hayallerimin neler olduğunu, bunların beni nasıl avuttuğunu şimdi söylemek güç; fakat o zaman bana yetiyorlardı. Hoş, yalnız o zaman değil, şimdi bile bazen bunlarla oyalanıyorum. Hayaller beni şu miskin sefahat alemlerinden onra daha çok sarar, daha tatlı gelirdi; pişmanlık, gözyaşları, beddualar, coşkun sevinçlerle dolardım.
(s.61)

Kendimi hiçbir zaman ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en sonuncu kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi. Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu zaten. Çünkü çamurdayken, başka zamanda kahramanım, yalnızca kahramanlar çamurun içinde gizlenebilirler diye kendimi teselli ediyordum. Düpedüz bir adam için çamurlanmak ayıp sayılır, halbuki bir kahraman istediği kadar içine dalsın nasıl olsa çamur bulaşmaz. (s.62)

Simonov’da iki okul arkadaşımızı daha buldum. Üçünün önemli bir konu üzerinde konuştuğu belliydi. Hiçbiri gelişimle ilgilenmedi; yıllarca görüşmediğimiz düşünülürse bu hal tuhaftı. Anlaşılan, onlar için sinek kadar değerim yoktu. Okulda da hiç sevilmezdim, ama bu kadar küçümsendiğimi hatırlamıyorum. Küçük görülmeme memurluktaki başarısızlığımın, düşüklüğümün, kılıksızlığımın vs. sebep olduğunu anlıyordum tabii, çünkü onlara göre bunlar kabiliyetsizliğimin, değersizliğimin yaftasıydı. Gene de bu  derece aşağı görülmeyi beklemiyordum. (s.66)

Kendilerine benzemediğim için, arkadaşlarımın hepsi beni hırçın, merhametsiz alaylarla karşıladılar. Halbuki alaya hiç dayanamıyor, herkes gibi başkalarıyla kolaycacık kaynaşamıyordum. Daha ilk anlardan beri hepsinden nefret ettim; ürkek, marazlı, boyumdan büyük bir gurura gömüldüm. Kabalıklarına karşı isyan duyuyordum.
(s.72)

Aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu. (s.75)

Hayat,
kederiyle, acısıyla da güzeldir. Yaşamak nasıl olursa olsun arzu edilir. Halbuki burada... çirkeften başka ne var? Üf!
(s.100)

Karıkoca arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç kimse. Kavgalarını öz analarından bile saklamalı, birbirlerinden şikâyet ederek kimseden hakemliğini istememelidirler. Her müşkülü kendi aralarında halletmeleri lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse, yabancı gözlerden saklanmalıdır.
(s.104)

Alışkanlığın insanı ne hallere getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu.
(s.107)

Ne yani, dostun seni seviyor mu dersin? Hiç zannetmem.
(s.108)

Gençliğine güvenme; o gün göz açıp kapayana kadar gelecek.
(s.108)

Seni bir kişinin sevmesi ne demektir biliyor musun ? (s.110)

Ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı. (s.117)

Beni kıyamet kopmasıyla, çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umrumda olmayacağını ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. (s.131)

Hangisi daha iyidir, kolay elde edilmiş bir mutluluk mu,yoksa insanı yücelten acılar mı?
(s.137)

Ben kendi hayatımda, sizin cesaret
edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre
ben sizden daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz.
İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok
hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar; daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum...
(s.139)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder