Uzmanlar beni ele aldığında on altı yaşındaydım. Testlerden  geçirdiler, incelediler, çözümlediler, tedavi  ettiler  ama  bir  türlü  tedavüle  sokamadılar.  Umutsuz  vakaydım.  Sanık  ayağa  kalktı, hakim  kalemini  kırdı:  Paranoid  şizofreni.  Üzerime  yapıştırılan  yaftayı  sevdim,  çünkü  insan  türü  sahip  olduğu  her  şeyi sever.
Yani sorun dünyada değil, bende, benim acımasız düş gücümdeydi. 
Muhteşem bir satranç oyuncusuyum  ayıptır  söylemesi, adımla  anılan  bir hamlem  bile var. Hiç yenilmedim. Yalnızca ... On yıl önce, stajyer bir doktorla sabahlara dek satranç oynardık, ince yüzlü, tirşe gözlüydü, "şahmat" dediğinde  içim  erirdi. "Aşk" denen şeyle  bir ilgisi var  mı bunun, bilemiyorum. Yani benim bile bile hep kaybetmemin ... 
"Karısını  doğrayan  psiko  bu  mu?"  diye  sordu,  olanca  açık  yüreklilikle, suratsız bir doktor. (Beni erkek sanması doğal: 1.80 boyundayım, saçlarım üç numara tıraşlı.) 
"Hayır,  ben  şizoyum,"  dedim  hortlak  gibi  bir  sesle.  (Laf aramızda,  Baltacı'yla  karıştırılmak  gururumu  okşamıştı.) 
Çatlak bir  fincan seçeceğim, ruhumdaki onulmaz  yarılmayı  gözlemleyecekler.
Gerçekten, "Turkiye'yi kim yönetiyor, kuvvetler ayrılığı ne demek, demokrasi var mı?"
Yalancı  değilim.  Kedi  nasıl  pisliğini  örterse,  ben  de  gerçeği örterim.
Kanıtlayamadığınız bir ilke adına davranamazsınız. 
 Bugün psikiyatristimi inandıramıyorum ama kaçmasaydım şimdiye reis olmuştum.
"İnsan" denince ...  İnsan,  daha  ilk  çığlığından  insan  olarak  doğmaz  mı zaten? Ama  bunu  taşıması  güçtür,  yalnızca  bununla  yetinmesi de ..
Onun varlığı, hiçlik üzerine uzun bir şiirdir. Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam kabarır, kabarır, şeytansı, gölgemsi bir  kahkahaya dönüşür. 
Dünya  dediğin  camda  bulanık  bir  imgeden başka nedir ki! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir ... 
Bir zamanlar birini sevdim. Sevgiye inanmış  olmalıydım. Kimse  bana insan ilişkilerinin  bir  iktidar  biçimi  olduğunu öğretmemişti.
 Tutunacak bir imge bile bulamıyor. Bu yüzden, duyguların su yüzeyindeki dalgalar gibi kıpır
dandığı bir yazı tasarlıyorum.
Herkes  bir öyküde  başrol kapmış ama  kimse  gerçek öyküsünü anlatmıyor.
 Onun için ne yapabilirim ki? Paslanmış vicdanımla ansızın baş başa kaldım işte.
Zaten, kimin bir aşk romanına daha gereksinimi var ki? 
Yalnızlığı iyi  tanıyan  insanlara  özgü  beklentisizliği.  Kendi  düş  ağacını budamış, dünyayla  hesabını süresiz  ertelemişti.  
"Kavgayı beceremezsin, köstek olursun." Haklıydı ama insan sevdiği birini tek başına ölüme yollayamaz ki!
Sesindeki canı yanmış insanlara özgü bitkinliği ancak o an anladım. Ama insan sevdiği birine soramaz ki!
Bu  düşü  unutabilmek  için çok uzaklara  gitmem  gerekti .
 Ölüm, kendisini  küçümseyenlere öyle bir kahkaha atar ki!
Hiçbir şey göründüğü gibi, eskiden olduğu gibi değildi. 
Biliyorum,  insanın  tanımadığı  birini  bulması zordur.
Anlatamıyorum. Anlatabileceğimden  fazlasını  gördüm,  gördüğümden  fazlasını anladım.
Korkunç bir haksızlığa uğramış gibiydiler, ama nedense öfkeli değildiler.
Ben  de  sevdiğim  birini yitirdim. Yıllar  önce . . .   Ölümünü  cenazeden sonra öğrendim.  Bazen  aylarca  düşünmüyorum  onu,  sonra  birdenbire, söz  gelimi  iki  satırlık  bir  ilan  okuyor,  eskisi  denli  özlüyorum. Ama  artık  canım  acımıyor,  inanın,  acımıyor.  Yalnızca  bir  sızı . . .  
Zaman  merhametlidir,  inanın.  İnsanlardan daha  merhametli.
Sözcükler yarasalar  gibi beynimde uçuşuyor.  Sağa sola çarparak,  kanatlarında  yaralar  açarak... Gece  renklerine  bürünüp dışarı  fırlıyorlar.  Çarem  yok,  peşlerinden  gideceğim.  
Bir  orman beliriyor,  ıslak ve  yeşil  gerçekliğiyle, yağmurda  tilkiler  dans  ediyor.  Sözcükler delik  deşik  duvarın  önünde  sıraya  diziliyor.  Acılı  ses  artık  boş yere beni arıyor. Orman yanmaya başlıyor, mektup tutuşuyor. 
C. kendisi kadar zeki olmadıkları için gizli gizli acır insanlara. Ama ne yapalım, eşitlik diye bir şey yoktur, hem onlar da biraz çabalasa artık! 
H. yalnızca iyi  kitaplar okur, iyi  müzikler dinler. Ama oku duklarını ya  da dinlediklerinin "iyiliğinden" başka şey görmez, duymaz. 
M.  çoktandır  roman  okumuyor,  okuyanları  saf, yazanları cüretkar buluyor. Romanlardan "öğreneceği" bir şey var mı ki? 
N. yalnızca az  bulunan  kitapları okur, mümkünse  başka hiç kimsenin  okumadığı,  anlamadığı... Yüzyıllardır  kıyıda  köşede kalmış, unutulmuş bu kadar isimle doluyken, kendi çağdaşlarına gönül indirmez. Hem onlar fazla ortalıktalar, el sürülmüş, kirli, murdarlar. 
S. o kadar çok şey bilir ki, artık yalnızca kendi görüşlerini doğrulamak için okur. Kentler, kadınlar, doğan  her  şey onun görüşlerine uyarlanır. Uyarlanamayan bir şey varsa, o zaten yoktur. 
Y.'nin hayattaki tek amacı, "Ben demedim mi?" demektir. Her türlü yozlaşmadan, ihanetten, alçaklıktan, tükenişten, yitirimiş mücadeleden müthiş keyif alır, bir kez daha haklı çıkmıştır. 
Z. başkalarında saptadıklarının tıpatıp kendinde de olduğunu fark etse! 
Bazen,  insanın  içi  söylemek  istedikleriyle dolar taşar; hani  şöyle  bir dokunsan, saatlerce, daldan  dala  atla
yarak,  sızlanarak,  kendi  kendine  gülerek  konuşacaktır. Yalnızlık mı,  sabuklama  mı,  keskin  bir  alay  mı,  ani  bir  aydınlanma  mı olduğu  çıkarılamayan  bir  konuşma... 
Kim olduğunu düşünmek zorunda kalmayanlar ya hep kazananlardır ya  da gerçek vurdumduymazlar...
 Hangi  sıfatların,  hangi  isimlerin  önüne  takıldığı dikkatimi çekti sözgelimi, hangi seslerin alçalıp yükseldiği, hangi gerçeğin  küstahlıkla  ters  yüz  edildiği ... Nesneler,  olgular,  pul pul  dökülen  yalanlar,  şatafatlı  bahaneler,  şişirilmiş  egolar,  kirli yüzlerde  tutmayan  makyajlar... 
En korkunç yalan, yansımasını ötekinin gözlerinde gördüğümüz yalandır. İşte bu cehennemden kaçmalı. Koşmalı. Yalınayak,  cebindeki paraların, kimliklerin,  anahtarların  ağırlığından kurtulmuş, günebakanlara, denize, yaşama doğru... 
İnsan  üstesinden  gelemediği  şeye  indirgenir  sonunda. 
İnsan varlığına ilişkin içkin bir şiddetten söz edilebilir ama insan aynı zamanda şiddet bilincine de sahiptir. 
Bir eliyle öldürürken, diğeriyle gözlerini kapayan tek canlı türüdür.  
Dediklerini anlaşılmaz kılmak için azami çaba gösteren bazı yazarlarımızın, ad valorem, a priori gibi kavramlar kullanmalarını protesto ediyorum. 
Aşk, sahip olmadığın bir şeyi, var olmayan birine vermektir
Yıllarca, o evlendikten sonra bile, sabahları gözümü  açtığımda yüzünü tavanda görürdüm. Ve  inanır  mısınız, bir kez  bile öpüşmemiştik.
 Her güç ilişkisinin kuralı ötekini  küçümsemek,  onun  varlığı  karşısında  kendi  varlığını, onun değerleri karşısında kendi değerlerini yüceltmektir
Orman diyor ki: "Hissetmek zor iştir." Yaşamın özünün bilgisi cesaret ister. Ve  özgürlük zor iştir. İnsanlar kendilerine  ait olması gerektiğine inandıkları bir şeyin eksikliği olarak yaşarlar onu.
Kimdir "öteki"? Bizden olmayan ama "biz"i tanımlayabilmek için gereksindiğimizdir. Kendisinden başka her şeyi göstermesini beklediğimiz aynadır bazen de. 
"Bir insanı tanımak için onunla yolculuk yapın" derler. 
İstanbul.  Sokaklar,  meydanlar,  gecekondular,  tıklım  tıkış  otobüsler, çamurlu ayakkabılar... Kalın paltoların altında görünmez olmuş  insan bedeni... Kime  olduğu  çıkarılamayan  bir sitemle dolu yorgun insan yüzleri... Hepsi renksizdi, solgundu, bıkkındı. Fazlasıyla tanıdıktı belki bu kent, ama sanki artık BENİM değildi. 
Bu kentte hakikaten bir şeyler değişmişti demek ki. Değişmişti ama bir bakıma hiç değişmemişti. 
İnsanlığın bir kesiminin gözünde  av nesnesi görüldüğümüzü,  canı  çekenin  el  atabileceği, hırsını  çıkarabileceği, güç gösterisine girişebileceği, tam-insan sayılmayan ırktan olduğumuzu. Karanlık sokaklarda yürürken, hem kendimiz, hem çocuklarımız  adına  daha uzunca bir süre  korkmamız  gerektiğini...
"Bunu herkes  biliyor  ama kimse  konuşamıyor.  Bizi çürüten bir bilmezliğin içinde tutarak suç ortaklarına çevirmek istiyorlar. Toplum ormanı içinde her şey yitip gidiyor. Bu çığlıklar yalnızca bir kez kulağınıza  ulaşabilselerdi ... " (Sartre)
"Camdan bir fanusun içindeyim. Çığlık atıyorum,  kimse  duymuyor." 
İstatistiklerin, insan hayatını sayılara indirgemek gibi korkunç bir  boyutu  vardır. 
Sessizlik...   Çığ gibi büyüyen  sessizliğimiz.  Sizin  hiç  oğlunuz öldü  mü? 
Hiç  çok  sevdiğiniz  birinin  bir  daha  dönmemek  üzere  çıkıp gidişini  izlediniz  mi?  
Bilseydiniz... Gelişigüzel  bir  veda  yerine  onu  bir  kez daha  kucaklardınız.  Kucaklar,  bırakmazdınız.  Dünyanın  tüm bağlarıyla bağlardınız onu, tüm bağlılıkları, vaatleri, yeminleriyle. Sırf o  kapıdan  çıkıp  gitmesin  diye dünyayı durdurmanız  gerekse durdururdunuz. Bilseydiniz ... 
Siz  hiç  başına  ne  geldiği  bilinmeyen  birini  beklediniz  mi?
Siz hiç birini, "ona değil, bana yapın," diyecek denli sevdiniz mi? Sizin hiç oğlunuz öldürüldü mü? 
Beden,  kendisine  yapılanı  unutmaz,  onun  apayrı  bir  belleği  ve başkaldırısı  vardır.  Dokunuşların  en  seveceni  bile  görünmez yarayı kanatır, diplerdeki karanlık ölümü uyandırır. 
Bizimkisi gibi ülkelerde, yalnızca günlük gazeteleri okumak bile, yaşama, yaşamın akışına, ona en ters, en uzak kapıdan, ölümün kapısından girmekle eşanlarnlı  oluveriyor.  
Sanırım  en başta  kendimi,  kendi  yaşantılarımızın,  kendi gerçeğimizin  taşlaşmış  seyircileri  olmaktan  çıkabileceğimize inandırmak istedim.
Neden  mahkumların,  infazdan  bir  gece  önce  bile  olsa, intihar etmelerine izin verilmez?  
"Bahar insana hep, sanki çiçekler önceden saklanıyormuş  da, yetişkin  insanlar  onları  aramaktan  sıkılıp  vazgeçmesinler  diye güneşe  çıkmışlar  gibi  gelir;  bir  çocuğun  hayatıysa  nergis  için hem yağmur hem de güneş olan bir nisan gününden farksızdır ..(Oscar Wilde)
Bazen  insanın  içi  yıllar  boyu  söyle mek  istedikleriyle  dolar, hani  bir  mikrofon,  bir  megafon bulsa  saatlerce  konuşacak  gibidir.  Ama  kalemi  eline  aldığında,  bilincinin  daralıp  kuruduğunu, içinin  bir yangın yerine  dönüştüğünü  görür. 
"Türkiye'de  herkes  hürdür," diyor,  gene  bir  yetkili.  "Zihinler hürdür,  vicdanlar  hürdür.  Herkes  istediğini  söyler."  Buna  da, dört  duvar  arasında kalmak koşuluyla  diye  dipnot  düşüyoruz.
"Ruhun içinde, mutlak kötülüğün kardeşlikle çakıştığı noktayı arıyorum," der Malraux
Kimsenin  duymak  istemediği  bazı  cümleler vardır,  bilirsiniz. Alçak bir sesle, donuk bir ifadeyle dillendirilirler. Bir kez dillendirildi mi de, giderek daha kolay, daha duygusuzca söylenirler. 
Sözcükler,  içlerinde  barındırdıkları  yükü  taşıyamaz,  incecik bacaklarının  üzerinde  eğilip  bükülür.
İnsan soyunun en belirgin özelliği iz bırakma isteği değil mi?
Benim peşinde  koştuğum  umut,  en  korkunç  umutsuzluğun  ortasında ayrıkotu gibi kendi kendine büyüyen umut.

Bu yazarı da yine lisede okumuştum. Lisede de amma okumuşum. :) Neyse Kabuk Adam isimli kitabını okumuştum. Bayılmamıştım ama beğenmiştim diye hatırlıyorum. Çağdaş yerli edebiyattan daha çok okumak istemiştim. Ama pek de okumadım o günden bugüne...
YanıtlaSilLisede altın çağını yaşamışsın resmen, imrenmedim desem yalan olur :)
Sil