19 Haziran 2024

Julian Barnes / Bir Son Duygusu (Alıntılar)

Bu kitaba başladığımda altını çizeceğim bu kadar çok satır olacağını düşünmemiştim hiç. Başlarda sıkılarak okudum, hadi neyse biraz daha derken çekti içine. Kitap okuyor gibi değil de, daha çok tanımadığınız birinin günlüğünü okuyor tadında..

Bir yelkovandan gerçeğe daha yakın bir başka şey var mıdır? Ne var ki bize zamanın eğilip bükülebilirliğini öğretmek, sadece en küçük hazzı ya da acıyı gerektirir. Bazı duygular bunu hızlandırır, bazılarıysa yavaşlatır.

Gerçek olaylardan artık emin olamıyorsam da en azından, bu olguların bıraktığı izlenimlere sadık kalabilirim. Elimden gelen en iyi şey bu.

Bizler, bizim için kararlaştırılmış şeylerden çok, kendi seçtiğimiz şeylere inanmak istiyorduk. Dolayısıyla arıtıcı kuşkuculuğumuz olarak düşündüğümüz şeye inanmak istiyorduk.

Kitaplara açtık, sekse açtık, liyakate dayalı erki ve anarşistçe fikirleri savunuyorduk. Bütün politik ve toplumsal sistem bize yozlaşmış görünüyordu ancak haz sever kaostan başka bir alternatifi düşünmekten geri duruyorduk. Bununla birlikte Adrian bizi düşüncenin yaşama uygulanmasına, eylemlere ilkelerin kılavuzluk etmesi gerektiği anlayışına inanmaya itiyordu.

Okulu bitirdik, birbirimize yaşam boyu dostluk sözü verdik ve kendi yollarımıza gittik.

yaşam kendi ritmini buldu ve zaman hızlandı.

Kitaplar zihninin ve kişiliğinin organik bir devamı gibi görünüyordu oysa benimkiler bana işlevsel olarak ayrı, ilerde olmayı umduğum bir karakteri tanımlamaya çaba harcıyorlarmış gibi geliyordu. Bu uyuşmazlık beni hafif bir paniğe sürükledi

Sen sahip olmadığın şeyleri sadece romantize ediyorsun.

İçimden onunla daha çok konuşmuş olmayı diledim.

Eğer insanların söylediklerinize dikkat etmesini istiyorsanız, sesinizi yükseltmeniz değil de alçaltmanız gerektiğine ilişkin bir şeyler okumuştum bir yerde: gerçekte, asıl dikkati çeken şey buydu.

Ben kadınların manipülatif oldukları ya da olabildikleri fikrine hep direnmişimdir. Bu nokta size, benim hakkında, onun hakkında söylediğinden daha çok şey söyleyebilir.

"Sanki yanıtlarını biliyormuşsun gibi bana sorular sorup duruyorsun. Ya da istediğin yanıtı biliyormuşsun gibi. Peki, bunun ne olduğunu niye söylemiyorsun bana? Ben sana, bunun benim de yanıtım olup olmadığını söylerim."

Sanırım bende, hayatta kalma, kendini koruma içgüdüsü var. Belki de Veronica'nın korkaklık, benimse kavgayı sevmezlik diye adlandırdığım şeydir bu.

Hepimizin de şu ya da bu şekilde travma yaşadığımıza kesinlikle inanıyorum. Kusursuz ana babalar, kardeşler, komşular, arkadaşlar dünyası dışında nasıl olur da böyle şeyler yaşamazdık? Sonra çoğu şeyin bağlı olduğu, bu travmaya nasıl tepki gösterdiğimiz sorusu var: bu travmayı kabullenmemiz ya da bastırmamız ve bunun başkalarıyla olan ilişkilerimizi nasıl etkilediği. Bazıları travmayı kabul edip onu hafifletmeye uğraşıyor, bazılarıysa yaşamlarını travma görmüş başkalarına yardım ederek geçiriyor ve bir de esas kaygısı, ne pahasına olursa olsun kendilerine daha fazla zarar verilmesinden kaçınmak olanlar var. Bunlar acımasız olanlardır ve dikkat edilmesi gereklidir. Bunların saçma olduğunu düşünebilirsiniz; vaaz veren, kendini haklı çıkarmaya uğraşan kişilerin söyledikleri saçmalıklar.

Sorgu yargıcı için bıraktığı mektupta intihar gerekçelerini açıklamıştı Adrian: yaşamın istenmeden bağışlanmış bir armağan olduğunu, düşünen insanın hem yaşamın doğasını hem de bu doğanın birlikte geldiği koşulları incelemek için felsefi bir görevi olduğunu ve eğer bu kişi hiç kimsenin istememiş olduğu bu armağandan vazgeçmeye karar verirse, o kararın sonuçları üzerinde hareket etmenin ahlaki ve insani bir görev olduğunu söylüyordu. Mektubun sonunda bu söylediklerinin kanıtlanması gerektiğini dile getiren bir ifade vardı.

Adrian'ın gerekçelerini anladığımı, onlara saygı duyduğumu ve ona hayran olduğumu. Benden daha iyi bir kafası ve daha güçlü bir mizacı vardı; mantıklı düşünüyor ve sonra da mantıksal düşüncenin sonuçlarına dayanarak hareket ediyordu. Oysa çoğumuz sanırım tam karşıtını yapıyoruz: içgüdüsel bir karar veriyoruz, sonra da onu doğrulamak için bir usyürütme altyapısı oluşturuyoruz. Ve sonuca da sağduyu diyoruz.

Bir İngiliz, bir keresinde evliliğin, önce pudingin servis edildiği uzun ve sıkıcı bir yemek olduğunu söylemişti. Sanıyorum, çok kinikçe bir söz bu. Ben evliliğimden zevk aldım ama belki de benim kendi iyiliğim için çok sessiz, çok huzur doluydu bu evlilik.

Bu bir yaşam, öyle değil mi? Bazı başarılar ve bazı hayal kırıklıkları. Benim için ilginç bir şey oldu yaşam, gerçi başkaları, yaşamı bu kadar ilginç bulmasalar şikâyet etmezdim ya da çok şaşırmazdım.

Yapmayı başaramadığınız şey, ileriye bakmak ve sonra da kendinizi o gelecek noktasından geriye bakarken hayal etmek. Zamanın getirdiği yeni heyecanları öğrenmek. Sözgelimi, hayatınıza tanık olanlar azalırken, şimdi ya da bir zamanlar ne olduğunuz hakkında daha az doğrulama, dolayısıyla daha az kesinlik olduğunu keşfetmek. Düzenli olarak kayıtlar tutmuş olsanız bile -sözcükler, sesler ve resimlerle- yanlış türden bir kayıt tutma işine girişmiş olduğunuzu fark edebilirsiniz.

Biz gençken, otuz yaşının üstündeki herkes orta yaşlı, ellinin üstündeki herkes ihtiyar gözüküyordu. Gençken son derece kesin ve kaba olan şu küçük yaş farklılıkları, aşınıp gidiyor. Sonunda hepimiz de aynı kategoriye ait oluyoruz, genç olmayanlar kategorisine. Kendim buna hiçbir zaman fazla aldırış etmedim.

Gençleri büyüleyebilen bir deha olmanın hiçbir yanlış yanı yok. Daha çok, bir dehanın büyüsüne kapılamayan gençlerin bir yanlışları var.

Margaret iki tür kadın olduğunu söylerdi: karakteri hemen anlaşılanlar ve gizem içerenler.

Sanırım nispeten çok az sayıda kadın tanıdığım için onlar konusunda ne düşündüğümü biliyorum. Ve onlarda nelerden hoşlandığımı. Daha çok tanımış olsaydım, daha çok kafam karışırdı.

Yaşayacak ne kadar az zamanınız kalırsa, onu o kadar az 'boşa harcamak istiyorsunuz.

Veronica'nın aklından geçenler konusunda bir ipucuna sahip olmak benim kırk yıl önceki problemlerimden biriydi.

O benim dostum. Dostumdu. Benim.

Yıllar içinde gözlemlemiş olduğu iki şeyi daha söyledi: hiç de gizemli olmayan ama sadece kocalarının onları anlamamasıyla böyle bir özellik kazanan kadınlar olduğunu. Ve ona göre, meyveli keklerin, üzerinde Kraliçe nin başı bulunan teneke kutulara konulması gerektiğini.

Zaman sizi ele verir derler, öyle değil mi?

Zihnimde, nostalji meselesini ve onun ıstırabını yaşayıp yaşamadığımı evirip çevirmekteydim. Çocukluğa ilişkin bazı ufak tefek şeyleri anımsadığımda gözlerim kesinlikle yaşlarla dolmuyor; o zamanlar bile gerçek olmayan bir şey hakkında duygusal davranarak kendimi aldatmak da istemiyorum: eski okulu sevmek, bunun gibi şeyler. Eğer nostalji, kuvvetli duyguların güçlü bir şekilde anımsanmasıysa ve bu hislerin artık yaşamlarımızda mevcut olmamasından duyulan bir pişmanlıksa, suçlu olduğumu kabul ediyorum.

Onunla birlikte nerede olduğumu bilmediğim, kalbini, zihnini ya da motivasyonlarını okuyamadığım olmuştu. Ne var ki bir muamma, çözmeyi istediğiniz bir bilmecedir. Ben Veronica'yı çözmeyi istemiyordum, bu geç tarihte kesinlikle çözmek istemiyordum. Kırk yıl önce son derece zor genç bir kadın olmuştu yaşla da yumuşamışa benzemiyordu.
Gerçi yaşın bizi yumuşatmasını niçin bekliyoruz ki? Erdemleri ödüllendirmek yaşamın işi değilse, onun sonuna doğru bize uyarılarda bulunmak, rahatlık duyguları vermek niye yaşamın işi olsun? Nostalji, olası hangi evrimci amaca hizmet edebilir?

Eski koca olmanın bir avantajının, artıkdavranışlarınızı doğrulamak zorunluluğunu hissetmemeniz  olduğunu söyleyelim. Ya da önerileri izlemek.

Gönderdiğim her mektupla, onları zaman harcamak zorunda kalacakları bir başka sorgulamayla yüz yüze getirmeyi başardım.

Bir kaçık olarak görünmemeye dikkat ediyor ve kendime daha çok, bir ukala, duymazdan gelinemeyecek olan sıkıcı bir tip havası veriyordum.

Zaman zaman intihara götüren umutsuzluğu hayal etmeye, içinde sadece ölümün rahatsız edici bir ışık olarak göründüğü karanlık hali zihnimde büyü yoluyla oluşturmaya giriştim: bir başka deyişle, yaşamın normal durumunun tam karşıtını.

Sizi kendi düşüncesinin yolculuğuna sanki kendisi yolculuk edişindeki bu kolaylığa pek inanamıyormuş gibi alıp götürürdü. Bir lütuf durumuna erişmişti ama başkalarını dışlamayan bir lütuftu bu. Hiçbir şey söylememiş olsanız bile, sizde onunla birlikte düşünüyormuşsunuz duygusu yaratıyordu. Ve benim için bunu, şimdi ölü olsa da yine de daha zeki olan biriyle kurduğum arkadaşlığı yeniden, fazladan yaşayacağım tüm on yıllar için, hissetmek çok garipti.

Yaşamımda toplama ve çıkarma olmuştu ama ne kadar çarpma olmuştu? Bu, bana tedirginlik ve huzursuzluk veriyordu.

Ayaklarımızın altının sağlam yere basmadığının ara sıra bize anımsatılması gerekiyormuş gibi geliyordu bana.

Birisinin duruş imgesinin sizde her zaman yer ediyor olması tuhaf. Ve onun durumunda, bunu nasıl
ifade edebilirim?


Zaman... zaman bizi nasıl da önce bir yere bağlıyor ve sonra kafa karışıklığına sürüklüyor. Kendimizi sadece güvende hissediyorken olgun olduğumuzu düşünüyorduk. Sorumlu olduğumuzu hayal ediyorduk, oysaki sadece korkakça davranıyorduk. Gerçekçilik diye adlandırdığımız şey, olan bitenlerle yüzleşmek yerine sonunda olan bitenlerden kaçınmacın bir yolu çıkıyordu. Zaman... bize yeterince zaman verin, o zaman en iyi desteğe sahip kararlarımız sallantılı, kesinliklerimiz gelgeç şeyler olarak gözükecektir.

Birbirimizin yanında kaldığımız on küsur dakikayı zihnimden şöyle bir geçirdim: yer, yer değişikliği, her ikisinden de gitme endişesi, söylenenler ve söylenmeyenler.

Kendi hayat hikayemizi ne kadar sık anlatırız? Ne kadar sık düzeltmeler yaparız, güzelleştiririz, kurnazca kesintilere gideriz? Hayat uzadıkça, çevremizde hikayemize meydan okuyacak, bize hayatın bizim hayatımız olmadığını, sadece hayatımız hakkında anlattığımız hikaye olduğunu anımsatacak kişiler de azalıyor. Başkalarına ama -esas olarak- kendimize anlatılan bir hikaye.

Karakterimin tanığı, kendim olacaktım.

Zamanın her şeyi ortaya çıkaracağını yazdığımda, durumu hafifsemiş ya da dahaZdoğrusu yanlış hesap etmiştim.- zaman onlara karşı değil, bana karşı her şeyi açığa çıkarıyordu.

Pişmanlık. Daha karmaşık, daha buruk ve daha ilkel bir duygu. Bu duygunun ana özelliği, hakkında hiçbir şey yapılamamasıdır: bir değişiklik yapılamayacak kadar çok zaman geçmiştir, çok hasar verilmiştir.

İlk kez, bütün yaşamım hakkında daha genel bir pişmanlık duymaya başladım: kendine acımakla kendinden nefret etmek arasında bir duygu. Yaşamımın tümü hakkında. Gençliğimin dostlarını kaybetmiştim. Karımın sevgisini kaybetmiştim. Sahip olduğum hırsları terk etmiştim. Yaşamın bana çok fazla rahatsızlık vermemesini istemiş ve başarmıştım ve her şey nasıl da acınası olmuştu.

Gözlerimi çevirip ona içimde hoş duygularla baktım. Beni dünyadaki başka herkesten daha iyi tanıyordu. Ve benimle 'hâlâ öğle yemeği yemeyi istiyordu. Ve kendimden sürekli söz etmeme izin veriyordu. Onun da hiç kuşkusuz gayet iyi bildiği bir şekilde gülümsedim ona.

Karakter zamanla gelişir mi? Romanlarda elbette gelişir: yoksa anlatılacak bir hikaye olmazdı. Ama hayatta? Bazen merak ediyorum. Tutumlarımız ve görüşlerimiz değişiyor, yeni alışkanlıklar ve tuhaflıklar ediniyoruz; ama bu, daha çok bir dekorasyon gibi, farklı bir şey. Belki de karakter zekaya benziyor, tek farkla ki karakter biraz daha geç doruk noktasına çıkıyor: yirmiyle otuz arasında, diyelim. Ondan sonra, neye sahipsek onunla kalıyoruz sadece. Kendi kendimize kalıyoruz. Eğer durum buysa, çoğu yaşamı açıklıyor bu, öyle değil mi? Ve aynı zamanda -eğer söyleyeceğim şey çok tumturaklı bir söz sayılmazsa- trajedimizi.

Bir ilişki üzerine bahis oynuyorsunuz, bahis başarısızlıkla sonuçlanıyor, bir başka ilişkiye geçiyorsunuz, o da başarısızlığa uğruyor: belki de kaybettiğiniz şey iki basit eksi değil de ortaya koyduğunuz şeyin çarpımı. Zaten, insanda böyle bir duygu uyanıyor. Hayat sadece toplama ve çıkarma değil. Aynı zamanda kaybın, başarısızlığın birikimi, çarpımı.

Ben dar anlamda tanımlama yanlışıyım. Özür dilerim, hayır, ölmüş olan anne babanızı ya da erkek ve kız kardeşlere sahip olmayı ya da onlara sahip olmamayı yahut genlerinizi ya da toplumu yahut her neyse onu olan bitenden sorumlu tutamazsınız, normal koşullarda sorumlu tutamazsınız. Karşı yönde güçlü bir kanıt olmadıkça tek sorumluluğun size ait olduğu düşüncesinden yola çıkın. Adrian benden çok daha akıllıydı benim sağduyuyu kullandığım yerde o mantığı kullanıyordu ama sanırım, aşağı yukarı aynı sonuca vardık.Yazdığı her şeyi anlayabildiğimi söyleyecek değilim. Güncesindeki şu denklemlere kafamda pek bir aydınlanma olmadan bakıp durdum. Ama zaten matematiğim hiçbir zaman iyi olmadı.

Yirmisindeyken, hedefleriniz ve amaçlarınız konusunda kafanız karışık ve kesinlikten yoksun olsanız da yaşamın kendisinin ne olduğu konusunda, yaşamda ne olduğunuz ve ne olabileceğiniz konusunda güçlü bir duyguya sahipsinizdir. Daha sonraları... daha fazla belirsizlik, daha fazla görüş değiştirme, daha fazla sahte anılar olur. O zamanlar, kısa yaşamınızı bütünlüğü içinde anımsayabilirsiniz. Daha sonraları, bellek, parça parça bir şey olur çıkar. Bu tıpkı biraz, uçakların bir kaza sırasında olan bitenleri kaydetmek için taşıdıkları şu kara kutular gibidir. Eğer hiçbir şey olmazsa, teyp kendini siler. Bu yüzden eğer gerçekten kaza yaparsanız, bunu niçin yapmış olduğunuz bellidir; eğer yapmazsanız, yolculuğunuzun seyir defteri çok daha belirsizdir.
Ya da bir başka şekilde ifade etmek gerekirse. Birisi bir zamanlar tarihte en sevdiği zamanların her şeyin çöktüğü zamanlar olduğunu söylemişti çünkü bu, bir şeylerin doğmakta olduğu anlamına geliyordu. Bunu bireysel yaşamlarımıza uygularsak bir anlam ifade ediyor mu? Yeni bir şey doğarken ölmek, bu yeni bir şey kendi benliğimiz olsa bile mi? Çünkü siyasal ve tarihsel değişiklikler eninde sonunda nasıl hayal kırıklığına uğratıyorsa, yetişkinlik de hayal kırıklığına uğratıyor. Hayat da öyle. Kimi zamanlar hayatın amacının, bizi güçten düşürerek, ne denli uzun sürerse sürsün yaşanmaya değecek bir şey olmadığını kanıtlayarak, sonul kaybıyla uzlaştırmak olduğunu düşünüyorum.

Senden yirmi yıl önce boşanmış eski karına karşı suçluluk ve kırk yıldır görmediğin eski bir kız arkadaşına karşıysa heyecan duyuyorsun. Hayatta hiç sürpriz kalmadığını kim söylemişti?

Bir yanım her zaman duygulanır ve neşelenmek ister ama bir başka yanım sakınımlı ve şaşkındır. Bütün bu şeyleri yeni baştan ne diye yaşamalı? Kuralı bilmiyor musunuz: sütten ağzı bir kere yananın ağzı bir daha yanar?

O ve ben, tek başımıza, olanaksız şeylerin bazen nasıl olduğundan söz ettik, kendi gözünüzle tanık olmadıkça asla inanamayacağınız şeyler. Ruh halimiz, kendinden geçmiş olmaktan çok, düşünceli, hatta kasvet doluydu.

Bu hayatta çok sayıda insanı sevmiyoruz. Bir, iki, üç? Ve bazen de bu gerçeği ancak çok geç anlıyoruz. Tabii zorunlu olarak çok geç olmadıkça.

Yıllar boyunca aynı ilmeklerle, aynı gerçeklerle ve aynı duygularla hayatta kalıyorsunuz. . Olaylar duyguları yeniden doğruluyor -kırgınlık, bir adaletsizlik duygusu, gönül rahatlığı- ve tam tersi durumlar. Başka bir şeye ulaşmanın olanağı varmış gibi gözükmüyor, dava kapanıyor. Sonunda çelişkili olduğu ortaya çıksa da işte bu nedenle doğrulama bulmanın ardına düşüyorsunuz. Ama ya eğer, geç bir aşamada olsa bile, o uzun zaman öncesinin olaylarına ve insanlarına ilişkin duygularınız değişirse ne olacak?

Kendimi aptal ve aşağılanmış hissetmemin ana sebebi -daha birkaç gün önce ona kendi kendime ne ad vermiştim?- "insan kalbinin sonsuz umutluluğu idi”. Ve ondan önce de, "birisinin horgörüsünü alt etmenin çekiciliği". Normalde kendini beğenmişliğim olduğunu, sanmıyorum ne var ki açık bir şekilde farkına vardığımdan daha da çok üzülmüştüm.

Ben, kendi yaşıtlarımın banal bir şekilde yaptıkları şeyi yapıyordum, sadece diyebilmenin klişe özrünü bile sunamıyordum. Hayır, ben daha da tuhaf ihtiyar bir aptaldım, dünyada sevecenliği kabullenme olasılığı en az olan kişiye acıklı sevecenlik umutları aşılıyordum.

Ben zamanın intikamına fazlasıyla inanırım. Ama intikam doğru insanlardan alınmalı..

Lanet okuyan genç benliğimin lanetin sonucuna tanıklık eden yaşlı benliğimden çok farklı duygulara sahip olması gerçeği, önümdeki meseleyle uzaktan yakından ilgisiz gözüküyordu.

Şimdi, sormadığım sorulara verilecek bazı yanıtlarım vardı.

Bu denli dikkatli yaşamış olan ben, hayat üzerine ne biliyordum? Kim, ne kazanmış ne kaybetmiş, sadece hayatın başına gelmesine izin vermişti? Kimin olağan hırsları olmuş ve onların gerçekleşmemesiyle çok çabuk uzlaşmıştı? Kim incinmekten kaçınmış ve buna hayatta kalma yeteneği adını vermişti? Kim faturalarını ödemiş, herkesle olabildiğince iyi geçinmiş, kimin için kendinden geçme ve umutsuzluk sözcükleri bir zamanlar romanlarda okunmuş sözcükler olarak kalmıştı sadece? Kimin kendini kınayışları gerçekte hiçbir zaman acı vermemişti? Özel türden bir pişmanlığı yaşarken bütün bunların üzerinde uzun uzun düşünmek gerekiyordu: incinmekten her zaman nasıl kaçınabileceğini bildiğini düşünen birisinin uğradığı bir incinme ve tam da bu sebeple uğranan bir incinme.

Hala anlamıyorsun. Hiçbir zaman anlamadın ve asla anlamayacaksın. Bu yüzden anlamaya çalışmayı da bırak.



2 yorum:

  1. Alıntıların şimdilik yarısını okudum ama pek çoğu ilgimi çekti. Kitabı not alacağım, gerçekten merak ettim. Bu tip düşünce ağırlıklı kitaplar ayrıca ilgimi çekiyor.

    YanıtlaSil