Kimlik'te, tutkulu, güçlü bir kadın ile duygusal, serseri
ruhlu genç sevgilisinin yıpranan, eskiyen aşklarını sorgulamalarına, bir
kimlik arayışına tanık oluyoruz. İki insanın kendilerini ve aşkı anlama
çabalarının çarpıcı hikayesi. Birbirlerinin gizli yönlerini keşfetmeye
çalışırken giriştikleri küçük oyunun, bir karabasana dönüşme serüveni. (Arka kapak)
Bu kitabı konusuna bakmadan sırf ismine bakarak almıştım. Beklentimden farklı çıktı. Neden bilmem bana Marquis de Sade'in kitaplarını anımsattı, tabii ki çok çok yumuşatılmış haliyle. Diyaloglar fena değildi.
Sevdiğiniz biri ortadan kayboluyor ve siz onun başına ne geldiğini hiç bilemiyorsunuz, varın düşünün! insan deliye döner! (s.10)
Ondan hiç haber alamamak, olup biten hakkında yalnızca düş kurmaktan başka elinden bir şey gelmemek. Canına bile kıyamazdı, çünkü ihanet olurdu bu, beklemeyi reddetmek, sabrını yitirmek anlamına gelirdi. Sonuçta, yaşamının sonuna kadar hiç yakasını bırakmayacak bir dehşet içinde yaşamaya mahkum olurdu. (s.11)
Düşün, içinde uyandırdığı huzursuzluk öylesine büyüktü ki, bunun nedenini çözmeye çalıştı. Onu bu kadar huzursuz kılan şeyin, düşün, şimdiki zamanı silip atması olduğunu düşünüyor. Çünkü, içinde yaşadığı zamana öylesine sıkı sıkı sarılır ki, karşılığında dünyayı verseler, onu ne geçmişle ne de gelecekle değiştirir. Düşleri işte bu yüzden sevmez. Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak şimdiki zamanın varlığını yadsır. Tıpkı bu gece gördüğü düşte olduğu gibi. Yaşamının çok büyük bir bölümünü kaplayan her şey karanlığa gömülmüştü. (s.12)
Eski dostun o hasta hali dayanılacak gibi değildi. Belleğinde onu lisedeki haliyle korumuştu; kırılgan bir genç, her zaman kusursuz giyimli, doğal bir incelikle donanmış. (s.13)
Bir an sustu. Sonra: "Bilincimin bütünüyle berrak olduğunu söylemiyorum. Olup bitenin farkındaydım, ne var ki, her şey biraz deforme olmuştu, düşte olduğu gibi. Ama gerçek yaşamda gördüğün karabasan kısa sürer, bağırmaya başlar ve uyanırsın, oysa ben bağıramıyordum. Bir karabasanın ortasında, bir türlü bağıramamak.”
Yeniden sustu. Sonra: “Ölmekten hiç korkmadım. Ama şimdi korkuyorum. İnsanın, öldükten sonra canlı kaldığı düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum, ölü olmak, sonsuz bir karabasanı yaşamak demek. Neyse geçelim. Geçelim bunu. Başka şeylerden konuşalım.” (s.14)
Gerçekten bu kadar soğuk, bu kadar duygusuz bir insan mı? (s.14)
...seni her zaman ustam konuşuyormuş gibi dinlerdim. (s.15)
Erkekler de bir tuhaf oldu. Baba değil, iskele babası hepsi, yani: baba otoritesi olmayan babalar. (s.17)
Sevdiği kadının fiziksel görünüşünü bir başka kadınınkiyle karıştırmak. Bunu şimdiye kadar kaç kez yaşadı! Hep aynı şaşkınlığa düşerek. Onunla ötekiler arasındaki fark bu kadar az mı? En çok sevdiği varlığın siluetini, benzersiz saydığı bir varlığın siluetini nasıl olur da ayırt edemez?
Odanın kapısını açıyor. Sonunda görüyor onu. Bu kez, hiç kuşku yok, bu o, ama o da kendisine
benzemiyor. Yüzü yaşlı, bakışı tuhaf biçimde kötücül. Kumsalda el kol işareti yaptığı kadın, daha
şimdiden ve sonsuza kadar sevdiği kadının yerini almış sanki. Jean-Marc’ın, onu tanıyamamış
olmasından dolayı cezalandırılması gerekiyor sanki.
“Ne var? Ne oldu?”
“Hiç, hiçbir şey," diyor.
“Nasıl, hiçbir şey? Yüzün allak bullak olmuş.”
“Çok kötü uyudum. Neredeyse hiç uyumadım. Sabah da iyi geçmedi.”
“İyi geçmedi mi? Neden, peki?”
"Hiçbir nedeni yoktu, gerçekten yoktu.”
“Söyle bana.”
“Gerçekten hiçbir şey yok.”
Jean-Marc ona bakıyor, dediğini, demek istediğini anlayamadan. Erkeklerin artık ona dönüp bakmamalarına mı üzülüyor? Ona şunu söylemek istiyor: Peki, ya ben? Ya ben? Seni kilometrelerce kumsalda arayan ben, ağlayarak adını bağıran ve peşinden dünyanın öbür ucuna kadar gelebilecek olan ben? Söylemiyor. Bunun yerine yineliyor, ağır ağır, alçak sesle, biraz önce düşündüğü sözleri yineliyor: “Erkekler artık dönüp sana bakmıyor. Üzüldüğün şey gerçekten bu mu?" (s.23-24)
...göstereceği sevginin zorlama ve sahte olduğu izlenimi bırakmasından korkuyordu. (s.25)
Ben gülmüyorum. Unutma, benim iki yüzüm var. Bu özelliğimden belirli bir zevk almayı öğrendim, buna karşın, iki yüzü olmak kolay değil. Çaba gerektiriyor, disiplin gerektiriyor! İsteyerek ya da istemeyerek, ne yaparsam yapayım, yaptığım şeyi iyi yapma tutkusuyla davranırım ben, bunu anlaman gerekir. Bunu, işimi yitirmemek için yapıyor olsam da. İnsanın kusursuz biçimde çalışması, aynı zamanda da o işi hor görmesi çok zordur. (s.28)
sahip olduğum birbirinden farklı o iki yüzü korumayı daha ne kadar sürdürebilirim? İnsanı tüketen bir şey bu. Bir gün gelecek, tek bir yüzüm kalacak. Ve bu, kötü yüzüm olacak kuşkusuz. Yani ciddi olan. Razı olmayı kabul eden. (s.29)
“Hiç renk vermiyorsun, kafanın içinden ne geçtiği bilinemiyor; ve darbeyi vuruyorsun.” (s.33)
Chantal, Jean-Marc’a dayanılmaz bir özlem duyuyordu.
Özlem mi? Karşısında oturduğuna göre, ona nasıl özlem duyabilirdi ki? İnsan, var olan birinin
yokluğundan nasıl acı duyabilir? (Jean-Marc bu soruyu cevaplayabilirdi: İnsan, sevdiği adamın
karşısında özlemle yanabilir; onun gelecekte var olmayacağını seziyorsa; sevdiği adamın ölümü,
görülmemekle birlikte daha o zamandan varlığını duyuruyorsa.) (s.38)
Ne var ki duygulara kimse karşı koyamaz, oradadırlar ve her türlü bastırma girişiminden bağımsızdırlar. İnsan, yaptığı bir hareket, söylediği bir söz yüzünden kendine kızabilir, ama yaşadığı bir duygu yüzünden kızamaz, çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur. (s.38)
... başkalarının kin dolu öfkesini uyandırmamak için, aşkının sınırsızlığını gizli tutmaya kendi kendine söz verdi. (s.39)
“Onu hâlâ bağışlayamıyor musun?”
“Yaptığı her şeyi bağışladım. Söz konusu olan bu değil. Sana vaktiyle onu bir daha hiç görmemeye
karar verdiğimde içimi kaplayan o tuhaf sevinç duygusundan söz etmiştim. Bir buz parçası kadar
soğuktum ve bu beni sevindiriyordu. Onun ölümü bu duyguyu hiç değiştirmedi.”
“Beni korkutuyorsun. Gerçekten korkutuyorsun beni."
“Hastaneye yaptığım ziyaretin sonuna doğru anılardan söz etmeye başladı,” dedi. “On altı yaşında ona söylemiş olduğum bir şeyi anımsattı bana. İşte o anda, bugün insanlar arasındaki tek dostluk biçiminin ne olduğunu anladım. Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi “ben”ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul. “Ben”in çekip küçülmemesi, oylumunu koruması için, anıları bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor ve bu sulama işi, geçmişin tanıkları ile yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor. Onlar bizim aynamız; belleğimiz; onlardan hiçbir şey beklemiyoruz, yeter ki zaman zaman o aynayı parlatsınlar, parlatsınlar ki, yüzeyinde kendimizi görebilelim. Ne var ki, benim lisedeyken ne yaptığım umurumda bile değil! İlk gençliğimden beri, hatta çocukluğumdan beri, benim istediğim bambaşka bir şeydi. Dostluğun, değer olarak tüm öteki değerlerin üstünde tutulmasını özlüyordum. Şunu söylemekten hoşlanıyordum: Gerçeklik ile dost arasında seçim yapmak gerektiğinde, ben her zaman dostu seçerim. Bunu, biraz da çevremi kışkırtmak için söylüyordum ama cidden öyle düşünüyordum. Bugün bu özdeyişin artık eskidiğini biliyorum. Bu, Patroklos’un dostu Akhilleus’un, Alexandre Dumas’nın “silahşörlerinin ve aralarındaki tüm anlaşmazlıklara karşın, ustasının gerçek dostu olan Sancho’nun yaşadığı dönemler için geçerli olabilir. Bizler için artık öyle değil. Bu konudaki kötümserliğimi öylesine ileri götürüyorum ki, bugün, gerçekliği dostluğa yeğ tutmaya hazırım.’’
İçkisinden, tadına vara vara bir yudum daha aldıktan sonra, “Dostluk, benim gözümde, yaşamda
ideolojiden, dinden, ulustan daha güçlü bir şeylerin var olduğunun kanıtıydı,” dedi. "Dumas’nın
romanında, dört arkadaş kendini çoğu kez karşıt kamplarda bulur, böylelikle de birbirleriyle dövüşmek zorunda kalırlar. Ama bu, aralarındaki dostluğu hiç bozmaz. Birbirlerine gizliden gizliye, hileye başvurarak ve adına savaştıkları tarafın gerçekleriyle alay ederek yardım etmekten geri durmazlar. Dostluklarını, gerçeğin, davanın, üstlerinden aldıkları buyrukların, kralın, kraliçenin, her şeyin üstünde bir yere koymuşlardır."
“Dumas, ‘silahşör’lerinin serüvenini, olayların üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra yazdı. Daha o zamandan, dostluğun yitirilmiş dünyasına mı özlem duyuyordu acaba? Ya da dostluğun yok olması daha sonralara mı rastlıyor?”
"Bunun cevabını veremem. Dostluk, kadınların sorunu değildir.”
"Ne demek istiyorsun?”
“Söylediğimi. Dostluk, erkeklerin sorunudur. Onların romantizmidir. Bizim değil.”
Jean-Marc, içkisinden bir yudum aldı, sonra düşüncelerine geri döndü: “Dostluk nasıl doğdu?
Düşmanlığa karşı birleşme olarak doğduğuna kuşku yok; birleşme olmasaydı, insanlar düşmanlarının karşısında çaresiz kalırlardı. Böyle bir birleşme bugün belki de yaşamsal bir önem taşımıyor.”
“Düşmanlar her zaman olacak.”
“Evet, ama onlar bugün görülmez ve anonim niteliktedirler. Yönetmelikler, yasalar. Birileri, senin
pencerenin önüne bir havaalanı yapmaya karar verirse ya da seni kapının önüne koyarsa, dostun olan biri senin için ne yapabilir? Sana ancak, yine görülmez ve anonim olan biri yardım edebilir, örneğin toplumsal yardımlaşma örgütü, tüketiciyi koruma örgütü, baro. Dostluk artık, elle tutulabilir kanıtlarla ölçülebilen bir şey değil. Savaş alanında yaralanmış dostu arama ya da kılıcını çekip onu haydutlara karşı koruma fırsatı hiç çıkmıyor. Yaşamlarımızın içinden, büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmadan, buna karşın dostlukları da yaşamadan geçip gidiyoruz.”
"Söylediğin doğruysa, bunun senin F. ile uzlaşmanı sağlaması gerekirdi.”
“Açıklamış olsaydım, ona yapmış olduğum sitemleri hiç anlamayacağından zerre kadar kuşkum yok. Ötekiler benim üzerime saldırdığında o sustu. Ne var ki, dürüst davranmalıyım. O, kendi suskunluğunu bir cesaret gösterisi olarak kabul etti. Sonradan, bana karşı oluşan toplu psikoza onlarla birlikte düşmediği ve ağzından bana zarar verebilecek tek bir söz çıkmadığı için böbürlendiğini söylemişlerdi. Dolayısıyla, bu konuda bilinci berraktı ve ben hiçbir açıklama yapmadan onunla görüşmeyi kestiğimde, kendini yara almış gibi duyumsamış olması gerekir. Ondan, tarafsız kalmaktan öte bir davranış beklemekle hata ettim. O kötücül ve hırçın ortamda beni savunmaya kalkışmış olsaydı, onların nefretini üzerine çekme, onlarla çatışmaya girme, başına dert açma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. Öyle bir davranışı ondan nasıl bekleyebildim? Üstelik o benim dostumdu! Bu, benim adıma, hiç de dostça bir davranış değildi! Başka türlü söyleyelim: Kibar bir davranış değildi. Çünkü dostluk günümüzde eski içeriğinden boşaldığı için, insanların birbirlerine karşılıklı olarak gösterdiği ilgi ve saygı anlaşmasına dönüştü, kısacası, bir nezaket anlaşmasına dönüştü. Böyle olunca da, bir dosttan kendimiz için, onun canını sıkacak ya da hoşuna gitmeyecek bir şey yapmasını istemek nazik bir davranış olmaz.”
“Elbette olmaz. Ama senin bunu burukluk duymadan söylemen gerekir. İşin içine acı alay
katmadan.”
“Alay katmadan söylüyorum. Durum bu.”
“İhanet seni kahrediyorsa, suçlanmışsan, günah keçisine dönmüşsen, seni tanıyan kişilerden iki
farklı tepki bekleyebilirsin: İçlerinden bazıları, post kapma peşinde koşanlara katılacak, ötekiler de
sana sezdirmeden, hiçbir şey bilmiyormuş, hiçbir şey duymamış gibi davranacaklardır, öyle ki,
onlarla görüşmeyi, konuşmayı sürdürebilirsin. Bir şey sezdirmeyen, incelik gösteren o ikinci
kategoriye giren insanlar senin dostlarındır. Sözcüğün modern anlamıyla dostlarındır. (s.41-42-43-44)
Bende, ilkgençliğimde yaşadığım bir saplantıyı uyandırdınız: Önümdeki yaşamı bir ağaç gibi düşünüyordum. Ona, olasılıklar ağacı adını vermiştim, insan, yaşamı ancak kısa bir süre bu biçimiyle görebilir Yaşam, sonra insana, değişmez biçimde dayatılmış bir yol gibi, içinden bir daha hiç çıkılmayacak bir tünel gibi görünür. Bununla birlikte, o eski ağacın görüntüsü içimizde silinmez bir özlem olarak kalır. Siz bana o ağacı anımsattınız, ben de buna karşılık size onun imgesini aktaracak, onun büyüleyici mırıltısını duyuracağım. (s.64)
Akşam, Jean-Marc’la o lokantaya gitti. Yandaki masada bir çift, sonsuz bir suskunluğa gömülmüştü. Suskunluğu başkalarının gözü önünde sürdürmek zordur. O iki insan, bakışlarını nereye yöneltecek? Hiçbir şey söylemeden birbirinin gözünün içine bakmak gülünç olur. Sürekli tavana mı baksınlar? Öyle yapsalar bu, suskunluklarını başkalarına sergilemek anlamına gelirdi. Çevredeki masaları mı incelesinler? O durumda da suskunluklarıyla eğlenen bakışlarla karşılaşırlardı ve bu daha da kötüydü.
Jean-Marc, Chantal’a şunları söyledi: “Dinle, birbirlerinden nefret etmiyorlar. Ya da aşklarının yerini ilgisizliğin aldığı söylenemez. İki insanın karşılıklı sevgisini, birbirlerine söyledikleri sözlerin azlığıyla ya da çokluğuyla ölçemezsin. Kafalarının içi boşalmış durumda yalnızca. Belki de şu anda birbirlerine söyleyecek bir şey bulamadıklarından, boş laf etmemek için, kibarlıklarından konuşmuyorlardır. (s.66)
"Bugün, can sıkıntısının miktarı -can sıkıntısı ölçülebilir bir şeyse- eskiden olduğundan daha fazla. Eskiden yapılan meslekler, hiç olmazsa birçoğu, insanın o mesleğe karşı kişisel bir tutkusu yoksa, akla bile getirilmeyen mesleklerdi: topraklarına âşık köylüler; güzel masaların büyülü yaratıcısı dedem; köydeki insanların tümünün ayak ölçülerini ezbere bilen ayakkabıcılar; ormancılar, bahçıvanlar; o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum. Yaşamın anlamı, insanlar için ‘bir soru işareti’ değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, işliklerinde, tarlalarındaydı. Her meslek, kendine özgü düşünce tarzını, kendine özgü varoluş biçimini yaratmıştı. Bir doktor, bir çiftçiden başka bir biçimde düşünüyordu, bir askerin davranışı, bir köy öğretmeninin davranışına benzemiyordu. Oysa bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. Bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. Çağımızın tek büyük, kolektif tutkusu.” (s.68)
“Seni tanıdığımdan bu yana her şey değişti. Bunun nedeni, yaptığım küçük işlerin benim gözümde daha tutkulu hale gelmiş olması değil. Çevremde olup biten her şeyi, ikimizin arasında konuşulacak konulara dönüştürmem.”
“Başka şeylerden de konuşabilirdik!”
“İki insanın birbirini sevmesi, kendilerini dünyadan yalıtması çok güzel bir şey. İyi de, bu baş
başalıklarını ne ile besleyebilirler? Dünya, üzerinde konuşulmayacak kadar iğrenç de olsa
birbirleriyle konuşabilmek için bunu yapmaya gerek duyarlar.”
“Karşılıklı konuşmasalar da olur.”
“Şu yandaki masada oturanlar gibi mi?" diye güldü Jean-Marc. “Oh, hayır, hiçbir aşk suskunluğun
üstesinden gelemez.” (s.69)
Konformizmin kötülük, karşıtının da iyilik olduğuna hangi yargıç karar vermiş? Uyum sağlamak, başkalarına yaklaşmak demek değil mi? Konformizm, herkesin aynı noktaya yöneldiği, birbiriyle buluştuğu, yaşamın daha yoğun, daha canlı ve daha ateşli olduğu o yer değil mi?
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada geçirmenin en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır. (s.107)
Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Mademki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi. (s.116)