Merhaba bu haftanın kelimlerini sevgili Bonheur belirlemiş. Ayrıca ben bu hafta, ilk hafta yazdığım öykünün devamını getirdim, ilk öyküyü okumayanlar buradan okuyabilir. https://kirmiziruh.blogspot.com/2020/12/kelime-oyunu-1.html
Kelimeler : Kedi - Film - Keman - Hasret - Ağaç
"29 harf arasına sıkışmış devrik bir cümleyim ben" elindeki notu tekrar tekrar okudu. Kitaptan mı alıntıydı bu yoksa replik miydi? Neden böyle bir
cümleyi koymuştu kitabın arasına, ona ne demek istiyordu. Yoksa kendisinin de aynı şeyleri hissettiğini mi anlatmaya çalışıyordu.. Aklından tüm bu sorular geçerken, hayatının
özeti olan yeni bir cümle daha karşısında duruyordu. Acaba başka not ya
da altı çizili bir şey var mı diye kitabı inceledi, yoktu. Kitabı
okumaya çalıştı ama aklını veremedi. Saatine baktı, vakit henüz erkendi ama
o, günü yarılamış gibi hissetti.
İçinde garip bir huzursuzluk oluştu, böyle hissettiği anlarda yaptığı şey geçti yine aklından, gitmek... Yaptığı en iyi şeydi bu, çünkü kendisini huzursuz mutsuz eden şeylerden anca bu şekil sıyrılabiliyordu, kendince bir savunma şekliydi belki. Bu herkesin yapabileceği bir şey değildi ardına bakmadan gidebilmek. Güçlü olduğu için mi gidiyordu yoksa kendini güçsüz hissettiği için mi? Kıpırdamadan oturduğu yatakta, uzun uzun düşüncelere daldı. Sabah sevdiği sokak kedileri geldi aklına, onlara
benzetti kendini, okşayan bir ele hasret ama örselendiğini hissetiği an
tırnaklarını gösterip, kaçıyordu..
Farklı olmak için uğraşanların aynı olduğu bir dünyada, farklılık
adına hiç bir şey yapmıyordu. Onu bu kadar özel ve güzel kılan şeyde buydu
belki. Günahlarıyla sevaplarıyla, hatalarıyla doğrularıyla yanlışilarıyla yalnızca kendisiydi. Tüm kusurlarıyla bile kusursuzdu. Düşünceden düşünceye daldı. Sahip olduğu ya da olamadığı bir çok şeyin hasreti
vardı içinde. Çalışmayı hiç sevmiyordu, ona göre çalışmak geninde yoktu ama çok iyi bir eğitim ve iş hayatının ürünü olarak aranan biriydi ve 2 işte birden çalışıyordu. Anne olmayı çok istiyordu ama karşısına hayatının erkeği daha çıkmamıştı. Karşısına çıkanlar da onu yanıltmıştı.. Başarısız ilişkiler, ihanetler, sevdiği herkesten uzak bir
otel odasında bir nottan sonra hayatını gözden geçirip bazı şeyleri anımsadığında huzursuzluğu iyice arttı... Gitmeliydi.
Acentayı arayıp biletini öne almak istedi ama Paris uçağı için o gün yer yoktu. Biraz düşündükten sonra Peru'ya uçak olup olmadığını sordu, akşam 11:30 da uçuş olduğunu öğrenince hemen biletini ayırttı. Telefonu kapattıktan sonra kendi yaptığına şaşırmıştı, "neden Peru dedim ki" dedi kendi kendine. Sonra o masum gülümsemesiyle "tabi ki huzur" dedi. Peru'ya en son gittiğinde ormanda kamp kurmuş. Peru'nun eşsiz doğasına hayran kalmış ve kendini çok huzurlu hissetmişti, şuan en çok ihtiyacı olan da huzurdu. Eşyalarını hazırladı. Araba kiraladığı firmayı arayıp arabanın alınmasını istedi ve plansız seyahati işlerini engellemesin diye uçuşa kadar düzenlemeler yapmak istedi...
Otelden çıkış işlemlerini yaptırıp aşağı indiğinde taksi hazır bekliyordu, "havaalanına" dedi, "ama uçağım
23:30 da, vakit varken biraz gezelim son bir İstanbul turu yapmak
istiyorum" dedi. Taksicinin gözleri parladı "hay hay ablacım" dedi.
"Birde yavaş git, gittiğim her yerin havasını içime çekmek istiyorum",
taksici başını salladı. İş çıkış saati olduğu için trafik vardı, hayalini kurduğu turu yapamayacaktı ama olsun bu da yeterdi. Taksici "radyoyu açayım mı abla "dedi, "olur" dedi, keşke demeseydi, 90'lar radyosunda Levent Yüksel'in Karaağaç şarkısı çalıyordu, sözleri ok gibi saplandı kalbine, gözleri doldu ama ağlamadı.
"Gurbete giden döner mi dönmez mi? Belli değil bilirim. Ben bir karaağaç gölgesi buldum. Cebimde ümitlerim".
Sanki herkes el birliği yapmıştı, İstanbul'dan daha çabuk gitmesi için. Bu kadar duygu yoğunluğuna alışık değildi, şarkı eşliğinde İstanbul'u içine çekiyordu. Film karesindeymiş gibi hissetti kendini, sadece ardından yetişen, dur gitme diyen biri eksikti. Bir kişi hariç herkesten giden oydu. Bu duygular içinde, kırmızı ışıkta beklerken, taksici radyoyu değiştirdi. Açık Radyo'da müthiş bir keman solosu vardı. Hüzünlü ama umut dolu, mini İstanbul turuna güzel yoldaş olmuştu müzikler. Saatine baktı uçağın kalkmasına 2,5 saat vardı, "artık gidelim" dedi...
Havaalanına vardığında daha sakinlemiş hissetti kendini, gezi ferahlatmıştı içini az da olsa. Güvenlik, bilet, pasaport kontrolü derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Uçağa binme sırasına girip koltuğuna oturdu. Şansına kuyruğa yakın bir yer geldi, zaten hayatı da hep uçlarda yaşamış gibi için önemsiz bir ayrıntıydı. Pilot uçuşun 28 saat süreceğini ve Meksika aktarmalı Lima'ya ulaşacaklarını söyledi. Hava durumu bilgisi ve kemer uyarısından sonra kalkış anı geldiğinde derin bir nefes aldı. Uçak yavaşça havalandığında, son kez baktı 7 tepeli şehire. Uçak havalandıkça kendini hafiflemiş hissetti. Kulaklığını takıp hiç bir şey düşünmeden müzik dinlemekti niyeti, gözlerini kapatıp gülümsedi..
Merhaba, bugünü es geçeyim bir şey paylaşmayayım dedim ama canım İlkay'ım Mimlemiş beni. Kendi yazısını okumak için adına tıklayabilirsiniz. Teşekkürler eski ben, seviliyorsun :) Bu arada cevapları düşünmedim aklıma gelen ilk şeyleri yazdım, belki düşünsem aa bu vardı aa bunu neden yazmadım diyeceğim çok şey çıkacak eminim ama aklıma ilk gelenleri seçtim.. Başlayalım
1. Tekrar tekrar okumak istediğiniz kitabın adı nedir? Henry Miller - Uykusuzluk Georges Perec - Uyuyan adam
2. Konusuyla sizi içine çekmiş bir kitabı bitirdikten sonra yazara olan övgünüzü/hayranlığınızı nasıl gösterirsiniz?
Ben sevdiğim şeyleri biraz saplantılı seviyorum. Yazar, müzisyen, oyuncu fark etmez. Birine hayranlık duymuşsam onun tüm film- dizilerini izler, tüm kitaplarını albümlerini alırım. O kişiye ait her şeyi merak ederim.
3. Unutamadığınız sizde iz bırakan kitap karakteri/karakterleri ?
Kinyas ve Kayra ilgimnçti. An geliyor Kinyas, an geliyor Kayra oluyordunuz. Bir de Feniçka'da ki Fenya karakteri değişikti, bulunduğu o ortama göre farklıydı.
4. Okurken kendinizi üzgün, hüzünlü ve ağlarken bulduğunuz bir kitap var mı?
Ben kolay ağlayan biri değilim, birikim olursa anca, Cin Ali'de bile ağlarım. Ağlamak değil de Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı beni etkilemişti, sonra filmini de izlemiştim.
5. Çocukken okuduğunuz sizi etkileyen fakat konusunu silik olarak hatırladığınız bir kitap var mı?
İpek Ongun kitapları dışında kitap okumadım. Çünkü ben kitap okumaya 25 yaşında başladım. Evet yanlış okumadınız 25 yaşında. Ben sağlık sorunu fazla olan biriyim, hayatım hastanelerde geçti diyebilirim, belki de o yüzden bu kadar soğuk kanlıyım bilmiyorum ama benim lisede sol gözüm kör oldu. Keretakonus diye bir hastalık, o yüzden başka telaşlarım vardı. Hatta nenim iki gözümde nakil, ilerleyen yıllarda yeniden nakil olma durumu da var. O yüzden ben 25 yılın eksiğini kapatmak için 2 günde 1 kitap, hatta 2 gün önce 1 günde 2 kitap okudum. Öyle işte...
Tekrardan teşekkür ediyorum İlkay'cım çok çok kalp..
Kahvaltıdan sonra otuz yaşında bir adam olarak evden çıkıp, akşam yemeği
vakti eve en az elli beş yaşında bir adam olarak döndü dersek abartmış
olmayız. Kimi haftalar yaşına yüzyıllar eklerken, kimi haftalarsa taş
çatlasa üç saniye ekliyordu. (s.10)
İnsan evladının yüreğindeki hiçbir tutku başkalarını da kendi
inandıklarına inandırma arzusu kadar kuvvetli değildir. Hiçbir şey sizin
kutsal saydığınız bir şeyi, bir başkasının küçümsediğini hissetmek
kadar mutluluğunuzu kökünden koparıp sizi öfkeye boğamaz. (s.11)
Büyüyorum... ve kimi yanılsamalarımdan... belki de yerine yenilerini koyabilmek için kurtuluyorum.(s.12)
Bir sarsıntıyı atlatmamızı mümkün kılan şey, bizi bir yanda geçmişin diğer yanda geleceğin kolluyor olmasıdır. (s.16)
Benlik nedir peki? İnsanların görmekte olduğu şey midir? Yoksza o kimsenin olduğu şey midir? (s.17)
Bir 'hiç' olmak - önünde sonunda bu dünya üzerindeki en tatmin edici varoluş hali değil midir? (s.17)
Bir sene içerisinde kadınlar hakkında kaç kitap yazıldığıyla ilgili bir
fikriniz var mı? Bu kitaplardan kaçının erkekler tarafından yazıldığını
biliyor musunuz? Şu evrende belki de en çok tartışma konusu haline
getirilen hayvan olduğunuzun farkında mısınız? (s.18)
Kadınlar erkekler hakkında kitap yazmazlar - büyük bir rahatlama eşliğinde buyur ettiğim bir gerçek, çünkü erkeklerin kadınlar hakkında yazdığı her şeyi okuyascak olsam, yüzyılda bir çiçek veren ödağacı, daha ben kağıt kalemin başına oturmadan iki kez çiçek vermiş olurdu. (s.18)
Neden kadınlar erkekler için, erkeklerin kadınlar için olduğundan daha ilginçtir? (s.19)
İmgesel bağlamda kadına büyük değer atfedilirken gerçek yaşamda bütünüyle önemsiz görülmektedir.(s.21)
On altıncı yüzyılda büyük bir yetenekle doğmuş herhangi bir kadın
kesinlikle delirir, kendini vurur ya da günlerini köyünün dışındaki bir
kulübede yarı cadı, yarı büyücü, korkulan ve alay edilen birisi olarak
tamamlardı. (s.21)
Canınız öyle istiyorsa kilit vurun kütüphanelerinize; ancak aklımın
özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, sürebileceğiniz hiçbir sürgü,
üzerime kapatabileceğiniz hiçbir bahçe kapısı yok. (s.22)
İnsan soyunda ne iyilik ne inanç ne de anın keyfini artırmaya hizmet etmenin ötesinde yardımseverlik mevcuttur. Sürüler halinde avlanırlar. Bu sürüler çöllerde sürüklenip haykırarak el doğmamış doğanın içinde kaybolurlar. düşüp öleni oracıkta bırakır giderler. (s.23)
Bir kez düşmeye gör, insan doğası üstüne çöküverir.(s.23)
Dünya bir bütün,bense onun dışındayım.Kurtarın beni sonsuza dek zaman döngüsünün dışına fırlatılmaktan. (s.27)
Otorite kelimeleri onları kullananların ağzında bozulurlar. (s.27)
Sahip olduklarımı ortaya çıkarabileceğim seçilmiş bir yalnızlık istiyorum. (s.28)
Kendi önemimizi ölçmek için arkadaşlarımızı kullanırız. (s.28
Gerçek şu ki; derin düşünceye dalma yeteneğim pek az. Her şeyde somutluk arıyorum. Sadecde bu yolla dünyaya dokunabiliyorum. Ancak, bana öyle geliyor ki, iyi bir cümlenin bağımsız varlığı var. Yine de en iyilerinin insan yalnızken kurulduğunu düşünüyorum. (s.29)
Duygular dolup taştığında -ne rüzgar daha çılgındır ne şimşek daha beklenmedik-şiirimi aldım ve fırlatıp attım. Kapıyıda arkamdan çekip çıktım. (s.30)
Zihnimin tez canlılığı bedenime çok ağır geliyor. Sona ulaşamadan başarısızlığa uğruyor ve nemli, belki de iğrenç bir çuval gibi çöküp kalıyorum. (s.30)
Anladığım ifadelerin hepsi aşk, öfke ve acı haykırışlara dair. Bu konuşma, kıyafeti benliğinin bir parçası olan yaşlı bir kadını soymak gibi; ama şimdi, biz konuştıkça teni pembeleşiyor. Sustuğunda yine güzel oluyorsun. (s.31)
Öyle yoruldum ki öykülerden, öyle yoruldum ki ayakları yere basarak güzelce söze dökülen cümlelerden. Yarım sayfa kağıdın üzerine karalanan düzgün yaşam kurgularına hiç mi hiç güvenmiyorum. Aşıkların kullandığı türden, tıpkı kaldırımda yürüyen ayaklarıon çıkarttığı ses gibi kırık, anlaşılmaz kelimelerden oluşan küçük bir dilin özlemini çekiyorum. (s.33)
Bizler, mahremiyeti olan ve bu mahremiyeti sonsuza dek en değerli
varlığı olarak koruyup saklamaya kararlı bizler, farklı tavırdan şüphe
ettiğimiz kadar hiçbir şeyden şüphe etmeyiz. Karşı çıkarız, kurallar
koyarız, tavrımızı belli ederiz, helak oluruz. Biz kendimiz için değil,
başkaları için yaşıyoruz... Varlığımızın özü hareket ve değişimdir;
kaskatı, hareketsiz durmak ölümdür; toplumun geneline uymak ölümdür;
aklımıza ne gelirse söyleyelim; kendimizi tekrar edelim, kendimizle
çelişelim, ağzımızdan en olmayacak saçmalıklar çıksın ve dünyanın ne
yapıp ne düşündüğüne ya da ne dediğine aldırmadan en akıl almaz
hayallerimizin peşinden gidelim. (s.34)
Dinin verdiği teselli yarattığı dehşete denktir. (s.36)
Kendini ifade etmekten daha zor bir şey varsa, o da insanın kendisi olabilmesidir. (s.41)
Başka insanların gözleri hapishanelerimiz; düşünceleriyse kafeslerimizdir. (s.45)
Dans etmek, gülmek, pembe ya da sarı kekler yemek ve sert şarap içmek
istiyorum. Ya da edepsiz bir öykü; işte bundan keyif alabilirim. İnsan
yaş aldıkça edepsizlikten daha da fazla keyif alıyor. (s.45)
Bırakın başkalarının ruhunu tanımayı, kendi ruhumuzu bile tanımıyoruz. (s.47)
"Mutfaktan sonra bir evin en güzel yeri her vakit kütüphanedir." Tam eşikten geçerken de "Kütüphane ruhun aynasıdır," diye ekledi. (s.49)
'Kanlı canlı insanlara vermeleri gereken sevgiyi,' diye düşünüyordu, 'kiliseye veriyorlar.' (s.52)
Akılları ve bedenleri gereğinden fazla yakındı ama yine de yeterince yakın değildi. Her biri tek tek hissetmek ya da düşmekte serbest olmadığını hissediyordu. Fazla yakın ama yeterince yakın değiliz. Böylelikle kıpırdanıp durdular. (s.53)
Peki neden birbirleriyle bu kadar rahat konuşabiliyorlardı? "Belki de
daha önceden tanışmadığımız ve bir daha karşılaşmayacağımız için 54
Siz de hissetmiyor musunuz? Yaşam süregelen bir uyuşmazlıktır.(s.56)
İnsan birisine acıyınca ister istemez hoşlanıyor da ondan. (s.58)
Eğer çok güzel değilseniz insanlar ne dediğinizi dinlemez... (s.60)
Sessizlikle ilgili bir roman yazmak istiyorum," dedi; "insanların
söylemedikleri şeyler hakkında. Ancak bunu yapmak çok çok zor. (s.61)
Trajediler insanın karnının aç olduğu saatlerde yaşanır. (s.61)
Melankoli bir kış gecesindeki seslerdir. (s.62)
Tüm erdemi bir iki sayfada toplanan kitaplardan hoşlanıyorum. İçinden bir ordu da geçse yerinden kıpırdamadan duran cümlelerden. (s.63
Bir kadın olarak ülkesizim. Bir kadın olarak bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak ülkem tüm dünya. (s.65)
Sıradışı kadın sıradan kadına bağlıdır. (s.65)
Demek istiyorum ki, kadın nedir? Sizi temin ederim ki bilmiyorum. Sizin de bildiğinizi düşünmüyorum.. (s.66)
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilâç şarap yardımıyla unutmaktır. (s.15)
Çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. — Çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları. — Lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. — Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. (s.15)
Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum. (s.16)
Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni? Ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar? (s.16)
Ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım. (s16)
Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum. (s.39)
Pencereden dışarı bakmaya korkuyorum, kendimi aynada görmekten korkuyorum. Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum. Fakat iki büklüm gölgeme hayatımdan bahsedeceksem, bir hikâye anlatmam gerekir. (s.40)
Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, (s.40)
Adını "kahpe" koydum, çünkü hiçbir isim bundan daha uygun düşmez ona. (s.53)
Ben eski ben değildim; çağırsaydım getirseydim de konuşsaydım onunla, duymaz anlamazdı beni. Yüzü eskiden tanıdığım bir adamın yüzü olurdu da benim yüzüm olmazdı, benim bir parçam bile olmazdı. (s.55)
Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi taşanlarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır... (s.63)
Kalp durunca duygular düşünceler de kayboluyor mu, yoksa kılcal damarlarda kalan kan sayesinde belli belirsiz bir hayat sürüp gidiyor mu? Ölüm olayı aslında korkunç bir şey; ya öldüklerini kavrayanların hissettikleri? (s.68)
Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. (s.69)
Kışın bir deliğe gizlenen hayvanlar gibi kendi içime ne kadar çekilsem, başkalarının seslerini o kadar net duyuyor, kendi sesimi boğazımda işitiyordum. (s.69)
Cinsel ilişki ânında, iki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu, ve yavaş yavaş ölümün derinliklerine yönelmiş bir pişmanlıkla karışıktır.. (s.69)
Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır... (s.69)
Her birimiz ansızın, sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz, bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı, mekânı farketmez olmuyor muyuz? İnsan bilmez bile ne düşündüğünü; ama sonra kendini ve dış dünyayı hatırlamak, düşünmek için toparlanmak zorundadır. (s.70)
Hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske. Tutumlu kimselerdir bunlar. Bir kısmı evlatlarına saklarlar maskelerini; bir kısmı da vardır ki boyuna maske değiştirirler, ama yaşlandıklarında görürler ki bir sonuncu maske kalmış ellerinde, ve bu da pek çabuk eskir, o zaman maskenin gerisinden gerçek yüzleri çıkar ortaya. (s.70)
Ayna karşısında konuştum kendimle: "Derdin öyle derin ki, gözlerinin ta derinlerinde. Ağlayınca gözyaşın gözlerinin derinlerinden geliyor, yoksa akmazdı gözyaşların!.." (s.72)
Sergilediği her şey, hayatın bir kenara attığı kirli, kalıntı öteberinin küf kokusunu saçıyordu etrafa. Hayatın bu süprüntülerini herkesin burnuna burnuna uzatması, kendisinin de bir döküntü olduğunu göstermek için miydi yoksa? (s.74)
Duygusuz olduğunu sandığım bu kadın, benim bu davranışıma kırılmıştı! (s.76)
Nedir aşk? O aşağılık kimseler için bir edepsizlik, geçici âdi bir zevk, bir eğlence. (s.78)
Mumlarla aydınlatılmış loş bir oda, kitaplarım, sıcak çikolatam, fonda
Melody Gardot, Norah Jones, tüm duygulardan arınmış nirvanaya 5 kalayım.
Cama vuran yağmur damlalarının ıslaklığını ruhumda hissediyorum,
üşüyorum, uykusuz ve duygusuzum ama aldığım keyiften de memnunum. Şaşkın
şaşkın ayak parmaklarımı seyrediyorum, saçımla oynuyor o kitaptan
diğerine geçiyorum, sakinim birazdan ruhumu kabuğundan soyup tüm hüznü
huzuru mutluluğu geceyi arta kalanları da ekleyip “ ne olur geri gel”
diyerek güvercin gibi havaya fırlatacağım. Arada göz ucumla aynada bana
bakan yarı tanıdıkla göz göze geliyorum, yalvaran gözlerle birşeyler
anlatmaya çalışıyor sanki. İçimden bi siktir çekip ayak parmaklarımı
seyretmeye devam ediyorum, kendimi Broadway danscısı gibi hissediyorum,
hey Melody sakın susma, unutmadan hala makyaj ve etekten nefret
ediyorum.
Gece kendi içinde çığlık çığlığa ama kimseden çıt
çıkmıyor, saatin tik takı kötü birşeylerin habercisi gibi, pencereyi
açıyorum yağmur yaz toprağı gibi kuruyup çatlamış ruhumu serinletiyor,
saatin tik takı daha hızlandı sanki, korku filmi sahnesinde gibiyim
etrafı kolaçan ediyorum kalbim daha hızlı atıyor, sonu olmayan karanlık
bir koridordayım sağa sola çarparak koşuyorum. Uzaklardan bir müzik
sesi, dar koridorda koştukça sese yaklaşıyorum bir durgunluk sonra
birden gözümü açıyorum. Bacağım uyuşmuş hareket ettiremiyorum, erimiş
mumun kokusu odayı sarmış, öfkeyle çıkarıp atılmış tişört gibi yatağın
bir kenarında fırlatılmış iki büklüm kıvrılmışım, fonda CocoRosie,
üzerime bir kitap kaçıncı sayfasında olduğumu hatırlamadığım..
Herhangi bir dış etken sizi oldukça tesadüfi bir şekilde uyarmadıkça, aklınız başınıza gelmez. (s.14)
Şakacı bir söz söyleyip de o sözün son derece yakışıksız kaçtığını ancak
ağızdan çıktıktan sonra fark etmenin ne büyük bir felaket olacağını
düşünmeye bile gerek yok. (s.19)
Ama bence bize düşen görev, yenilgiyi bu kadar kabullenmemek. (s.42)
Yabancı yataklarla aram pek iyi değildir. (s.45)
Yaşamımın geri kalanı bir boşluk olarak uzanıyor önümde . (s.47)
... daha bu yaşta kusursuzluğa eriştiğiniz inancındaysanız, ileride hiç
kuşkusuz ulaşabileceğiniz mertebelere asla ulaşamayacaksınız. (s.51)
hatalar kendi içlerinde önemsiz olabilir, ama onların asıl önemini kendiniz görmelisiniz. (s.55)
... yeryüzündeki adaletsizliğe ve ıstıraplara son verildiğini görme
isteği yüreğinde öyle derin kök salmıştı ki başka türlü davranamazdı . (s.67
Böyle yaşamayı sürdüremeyiz artık, bunu göremiyor musunuz? (s.68)
Şimdi , uğraşmam gereken bir sürü şey var , beni böyle izleyip yolumu
kesmemenizi rica edeceğim . Harcayacak zamanınız bu kadar çoksa biraz
temiz hava alarak daha akıllıca değerlendirmenizi öneririm. (s.71)
Bir anlaşmazlık bir kere çözümlendi mi, düşmandan böylesine nefret
etmeye devam etmek yakışıksızdır. Bir adamı dize getirdinizse, iş orada
bitmelidir. Onu bir de tekmelemeye kalkışmazsınız. (s.78)
İdealist bir kuşaktık, bizim için sorun insanın becerilerini yalnızca ne
kadar iyi kullandığı değil, aynı zamanda hangi amaç uğruna
kullandığıydı; her birimiz daha güzel bir dünya yaratma çabalarında
çorbada tuzumuz olsun istiyorduk. (s.101)
Ama belki de geçmişe bu kadar sık dönüp bakmamalı. (s.121)
Doğrusu , bugünün dünyası çok karmaşık ve güvenilmez bir yer. (s.128)
Neden, neden hep olduğunuzdan başka türlü görünmek zorundasınız? (s.132)
Saçmalama konusundaki hayret verici yeteneğiniz beni biraz eğlendiriyor hepsi bu. (s.134)
Falanca olay farklı sonuçlansaydı neler olabilirdi diye durmadan tahmin
yürütmenin ne anlamı var ki? İnsan muhtemelen ruh sağlığını bozar böyle. (s.152)
Çok parası vardı belki, ama asla bir beyefendi olamadı. (s.155)
Siyasetin insanları kısacık birkaç yıl içinde bile tanınmaz hale getirebildiğine çok yakından tanık oldum. (s.159)
Yıllar yılları kovalıyor, hiçbir şey düzelmiyor. Tek yaptığımız
konuşmak, tartışmak, işi sürüncemede bırakmak. Eli yüzü düzgün ne kadar
tasarı varsa, kabul edilmesi için geçmesi gereken bir sürü kurula
takılıp daha yolun yarısında işe yaramaz hale geliyor. Neyin ne olduğunu
bilecek bir avuç insan da çevrelerindeki bilgisiz kişilerce bir şey
yapamaz hale getiriliyorlar. (s.168)
Hak ettiğiniz mutlulukla aranıza saçma düşüncelerin girmesine daha fazla izin vermemelisiniz gerçekten. (s.201)
Keyfine bakmalısın. Akşam, günün en güzel zamanıdır. Günlük işini
tamamlamışsındır, ayaklarını uzatıp keyfine bakabilirsin artık. Bence
böyle bu iş. Istediğine sor, herkes aynı şeyi söyleyecektir sana. Akşam,
günün en güzel zamanıdır. (s.205)
Yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp
kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki?... Yaşamınızın akışını denetim
altına alabilmek için ne yapabilirdiniz, ne yapamazdınız, bunları
düşünerek kendinizi yiyip bitirmenin ne anlamı var? Bizim gibilerin, hiç
değilse doğru ve değerli bir şeye ufak da olsa katkıda bulunmaya
çalışmamız yeterli olacaktır kuşkusuz. Kimilerimiz böyle yüce amaçlar
uğruna yaşamda pek çok şeyi feda etmeye hazırsa, sonuç ne olursa olsun,
bu çaba kendi başına bir gurur ve memnuniyet kaynağı olmalıdır. (s.205)
Merhaba bu haftanın kelimlerini sevgili Hanife Ertaş belirlemiş. Kelimeler : Şiir - Baharat - Yol - Sabah - Yeşil
Yağmurlu bir sonbahar sabahı dinlenmiş halde uyandım. Pencereden bakınca, mevsim tüm ihtişamıyla kendini gösteriyor. Ağaçların yeşilliğinden eser yok, sararmış yapraklar yağmurunda etkisiyle yollara savrulmuş. Yürüyüş için en uygun zaman. Hafif yağmur çisiltisi, çok üşütmesede hafif bir serinlik. Yağmurun yıkadığı yollar, kulağımda müzik kilometrelerce yürüyebilirim bu halde. Islanan köpeklerin kendini kurulama çabası, yollarda biriken yağmur suyundan kedilerin su içme telaşı, küçük çocukların annelerine inat yağmur sularının içine zıplama sevinci, hepsi bir bütün sonbaharın içinde.
Genellikle böyle havalar, cam kenarında ya da şömine başında elde çay-kahve battaniye altında film-dizi izleme, kitap okuma, hatta şiir yazma havasıdır çoğu insan için. Şiiri pek sevmediğim için kitap ve dizi tercihim. Battaniyenin altında, miskin bir kedi gibi, altını çizmek için sabırsızlandığım kitap ve baharatçıdan aldığım bitkisel ürünlerle yaptığım çay eşliğinde günü geçirmek. Bu arada neden baharat ya da bitkisel ürün satan kişiye Aktar denildiğini hala anlamış değilim, neden baharatçı değil. Sanırım herşeyde muhalefet olmayı çıkıntılık yapmayı seviyorum. :) Ha birde hikayenin sonunu getirmeden pat diye bitirmeyi, şimdi olduğu gibi :)
Ne zaman makinenin başına geçsem,s özcüklerle boğuşmaktan,onları
benceleştirmekten inanılmaz biryorgunluk duyarım:ense çekilmesi, mide
yanması, ağız kuruması, göz kapanması: yani kaçış. (s.9)
- Çocukken de sözcüklerini seçmede, sevgini belirtmede tutumlu
davranırdın. Harçlığını bir günde harcardın da hiç değilse borç verme
keyfini esirgerdin benden. Ödünsüzlüğün işine yaradı mı bari? - Belki. Ama seni çok özledim, anne. (s.13)
Belki de yazma eylemi, şu ufak tefek insan bedeninin koskoca bir dünyaya açılmasını sağlıyordur. (s.14)
Kalabalık bir çarşıda, kızgın güneşin altında kalmış bir kedi yavrusu kadar çaresizim. Geçmişi
silinmiş birini anlatmak zorundayım. Yeni çaresizliğim ondan.
Ertelenmiş bir ceza olsa, seve seve çekerdim. Değil ki. Yaşandığı sırada
çok güzel geçmiş ama artık anıları bile silikleşmiş bir tatilin, bir
turizm şirketinin ayarladığı eski bir yaz tatilinin, kış ortasında önüme
gelen son taksiti, son faturası gibi duruyor karşımda. (s.16)
Kocasından neden boşandığını kimseye söylememekte direndi. Bu soruya tek
yanıtı: "Konuşabileceğimiz hiçbir şey yokmuş"tu ki sanırım temelde
doğruydu.
Kızıl Saçlı'nın kaşları hafif çe çatılmıştı. Otuzların türünden kadınlara özgü bir iç-çatışma yaşadığı belliydi: Trende karşılaştığı bir yabancıya bu kadar açılması doğru muydu? Ama bir daha karşılaşmayacaklarına göre ne fark ederdi? (s.33)
- Sakın yanlış anlamayın beni. Hendrik'i tanısanız çok severdiniz. Kadın arkadaşlarımın hepsi onu tutar. - Hiç kuşkum yok. Özellikle de ilişki kurmadığı kadınlara çok zarif davranıyordur. Anlayışlı bir dosttur; aydın bir erkektir. (s.33)
Her sivriliği yumuşatma, her suçu bağışlama, her ayıbı örtme gibi üzücü
becerileri olduğu kesin. Uzaktan tanıyanların bir çırpıda "kibir",
yakından tanıyanların bir çırpıda "edilginlik", gündelik yaşam içinde
karşısına çıkanların bir çırpıda "öz-yıkımcılık" tanısını koydukları
karmaşık bir gurur: daha doğrusu, yerine oturtulsa yerini bulacak bir
onur. (s.34)
Boş inançlara hiç bel bağlamazken, beklenmedik bütün aksilikleri, kötü
rastlantıları, karşılaştığı engelleri hep kendi hatalarına yorarken, bir
şeyin birdenbire yolunda gitmesi -ufacık bir şey de olsa- uğurlu bir
belirtge demekti gözünde... (s.40)
Kocasını onu başka kadınlarla aldatma olasılığı bir yana, asıl onları
kendisiyle arada bir aldatmasına katlanamazdı, hiç bir haklılık uğruna. (s.45)
İçimizde birbirleriyle daha önce hiç yüzyüze gelmemiş olanlar vardı,
birbirlerinin edebiyat anlayışını toptan yadsıyanlar, bu eleştirilerini
sözle yada yazıyla açıklayanlar vardı. Demek böyle önemli bir olay
karşısında bunların önemi kalmıyordu, hemen birleşebiliyorduk. O zaman
protestoyu elimizdeki verilere göre biçimlendirmeye karar verdik ; Hepimiz kadındık.. Hepimiz anneydik. (s.498
İyi ki bu dönemde kurulmuştu dostluğumuz: eskiden olsa, o beni hercai
bulurdu, ben onu hırçın. Farklı kınlganlıklar taşıdığımızı da
kavrayamazdık her tür tartışmanın tatlıya bağlandığı eski gece
sofralarında. Şimdiyse, birbirimizde eski günlerin, eskiyüzlerim
izlerini özgürce saptayabiliyoruz. Susmak, konuşmak anlamına geliyor.
Güvenle dinlenmek. (s.49)
Acaba bizler, yara almadığımıza, güçlü olduğumuza bu kadar inanan
çocuklarımızın bir gün biz yok olduğumuzda duyacakları boşluğu nasıl
hafifletebiliriz? Şimdiden başlamalıdır ama nereden? (s.50)
Eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. Ben de Perulu dev gibi güney
denizlerinin ormanları içine kendimi gömmek, istediğim gibi yaşamak,
istediğim gibi sevişmek, istediğim gibi şarkı söyleyip yok olmak
istiyorum. (s.64)
Bir erkeğin, kültürce kendisine denk, üstelik konuşmaya, düşüncelerini
anlatmaya susamış bir kadını uzun süre kaldıramayacağı, o dönemde henüz
keşfedilmemiş bir gerçekti. (s.65)
Kendisi kadar romantik, tapınılası bir yaratığın günbegün sıradan bir ev
kadınına dönmesini görmek, tahammül edilir gibi değildi; sıradan
olsaydı gene neyse, başka erkeklerin gözünde eski cazibesini koruyordu
hala.
Başlangıçta sevişmeyle tatlıya bağlanan kavgaların, bundan böyle ertesi
günkü içten özür dilemelerle sürüncemede kalacağını, bu kısırdöngünün
sonsuza kadar gideceğinden duyduğu ürkünün bir zamanlar onca tutkun
olduğu o bedene değmesini bile engellediğini de kavradı. (s.73)
Şimdiye kadar evlenmeyişimin nedeni, senin gibi bir kadına rastlamamış olmam. (s.81)
Ben, benim. Benim neler yaşadığımı bilemeyeceğine göre toplumsal gözlemlerini kendine sakla. (s.83)
Televizyonun Türkçemi giderek bozacağından kaygılanmam sizce yersiz mi? (s.87)
Sınıftakilerle, evdekilerle ve okuduğum kitaplarla iletişim kurabilmem için üç ayrı Türkçe gerekiyor.(s.89)
Gerçi baştan beri böyleydi. Kimsenin yalan söyleyeceğine inanmazdı...Neden söylesinlerdi ki? (s.101)
Merhaba canım; Önce iyi bir haber: yalnızlığa sandığımdan daha
çabuk alıştım. Aslında sensizliğe demek daha doğru, çünkü ne de olsa
yalnızlığa baştan beri alışkınım. (s. 107)
Geçmişi konusunda hala ağzından bir şey alabilmiş değilim. İki
üç saptamam var yalnızca. Sesler yükselince, siniyor, ürküyor.
Geceleri, karanlığa bakmaktan sıkıldığında beni uyandırmaya
çalışıyor; uyanmazsam, kapılara, pencerelere koşuyor. Bu
gerçeklerden yola çıkarak onun bir süre sık kavga edilen bir evde,
bir süre de (kedilerin süre anlayışına göre) bir ölünün yanında
kaldığını düşünüyorum. Büyük çantalardan duyduğu korku, çok ev
değiştirdiğini göstermiyor mu zaten? Kovulmaktan da bıkmış,
kaçırılmaktan da. Benim çantama girmeye, evimize gelmeye nasıl gönül
indirdiğini anlayamadım daha. (s.107)
Merhaba etkinlikte üçüncü haftanın kelimeleri sevgili Kendi Dünyasında'nın belirlediği *Zambak *Hayal *Diyar *Özgürlük *Dilek Aslında bu hafta yazmayı
es geçecektim ama kendi önerim olan etkinlikte yazmamak hoş olmaz
dedim. Hiç düşünecek zamanım olmadı bu hafta bakamadım pek bir şeye bunu
15 dk'da yazdım pek iyi olmadı, biraz baştan savma gibi oldu ama cidden
zamanım yok. Haftaya daha güzel hikayelerde görüşmek üzere..
"3 dilek hakkın var" dedi babası. "LGS'de Atatürk Fen Lisesi'ni kazanırsan istediğin 3 şeyi alacağım ya da yapacağım". İçinden Güzel sanatlar diye geçirdi ama diyemedi. Şuan tek istediği şey özgürlüktü. Özel derslerden, testlerden etütlerden bıkmıştı. Özgür olmak, arkadaşlarıyla gezmek, sinemaya gitmek Ps oynamak istiyordu. Ve en büyük tutkusu olan resimle alaklı bir okula gitmekti..
Çok başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, LGS sonunda iyi okullar onu heyecanlardırmıyor, en büyük hayali Pera Güzel Sanatlar Lisesinin sınavlarına hazırlanmak istiyordu. Kendi hayalinimi yoksa ailesinin hayalini mi yaşayacaktı. Derslerden boş zaman arttırıp youtube tan izlediği çizim teknikleriyle kendisini yetenek sınavlarına hazırlıyor, LGS stresinide bu şekilde üstünden atıyordu. O gün gördüğü bir manzarayı çizmeyi denedi, orada olduğunu hayal ederek yaşayarak. Kimsenin bilmediği uzak diyarda zambak tarlasında o mis kokunun arasında uyuduğunu hatta rüyasında tasarımcı olduğunu görüyordu. Sonuçta çocuktu hayaline kimse engel olamazdı..
Aslında çok farklı bir inceleme yapmıştım ama dün Deep'le olan yazışmadan sonra biraz değiştirdim. Seni övmeyeceğim ve ağlatmayacağım sevgili Deeptone :)
Bu kitabı okurken nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmiyordum, öncekinin devamı sanırım demiştim ama daha farklıydı. İlk izlenim olarak günlük anı karışımı dedim kendimce, ve bir oturuşta uyarısına gelmişken sevgili Deep'e kurgu olup olmadığını sordum o da üşenmeden her hikayesini açıkladı. Ve okuduğum şeylerden sonra daha sıcak geldi. Ben bu kitabı daha çok sevdim, çünkü Deep'i okudum. Fiziksel olarak tanımasam, henüz tanışmasakta, aklını, ruhunu kalbini, gördüğüm Derin'in anılarını, içini okudum sanki. Sizin gözünüze, aklınızda, kalbinizdeki Deep nasıldır kimdir bilmiyorum ama okuduklarımdan sonra kafamda bazı şeyler değişti diyebilirim..
Ayağını içine basan, topu pa'layan (yazım yanlışı yoktur 't' si yok). Çok kahve içince ritim bozukluğu tavan yapan. Ötmeyi değil havlamayı bilen muhabbet kuşu Şiva'dan, evden uzakta geçirdiği 'bana göre' sağlıksız beslenme günlerine. Canım dan alooo alooo ya dönüş yapan bakkalına. Rahatlığıyla insana pes dedirten Gülin'e. Cem Tonik'in Pelin'e bulduğu lakabı Led Zeppelin olarak anlayan bana :) Bronşit olduğu için ailesinin dağ tepe çıkıp yaptığı tatile. Birbirini döven 90'lık komşu teyzelerden, erkek için kavga eden akrabalara. Her yazını yaşayarak okudum sevgili Derin.
Ferman gerektirmeyen 7 Kuleyi karış karış dolaşırken Erasmuscu arkadaşlarınla, sanki bende onlarla birlikte gezdim her yeri. Seni okumak güzeldi, bir gün görüşmek ve karşılıklı gülüşmek üzere... Hayırlısı be gülüm dediğini duyar gibiyim :)
Kitabı okuduktan sonra niyeyse bu şarkı canladı zihnimde..
Merhaba JdSezer benimle röportaj yapmak istedi, çok memnun oldum teşekkür ediyorum tekrar. Sanalda olsa iyi ki hayatımdasınız.
Merhabalar Kırmızı Ruh Okuyucularımız kendiniz nasıl tanıtmak istersiniz?
Merhaba ben Kırmızı,
24 Eylül 1984 doğumluyum. Evliyim, 3 çocuğum var, kamu personeliyim. 15
yıldır forumlar, sözlükler sayfalar, 9 yıldır 'da blogda paylaşımlar
yapıyorum. Yazdığım kısa öykülerin devamını getirip, kitap çıkarma düşüncem var.
Kırmızı Ruh blog sayfanızın amacı nedir?
Tamamen kişisel blog, kendi okuduğum izlediğim dinlediğim, sevdiğim
şeyleri paylaşıyorum. Ruh halim ve iç dünyamın zevklerimin yansıması.
Bloggerla nasıl tanışmış olduğunuzu Ağaç Ev Sohbetleri#68 'de
yayımladınız peki blogger yazarı olmaya nasıl karar verdiniz ? Sizin bu
konuda en büyük motivasyonunuz nedir?
Blogger'la tanışmam Facebook'ta ki sayfamda sıkılmam ve daha farklı
ortam arayışımla başladı. Orada belirttiğim bazı durumlar etken oldu ve
bloggera adım attım. Bunu ilerletmem de arkadaşım Fulya ve DeepTone rol
model oldu diyebilirim. Motivasyonum tamamen kendi iç dünyam, aklımdan
kalbimden geçenler.
Blogger'da yazarlık hayatınız nasıl geçiyor , hangi alanda daha çok içerik üretiyorsunuz?
İş, ev çocuk üçgeni arasında çok kolay olmuyor, ama kendime hafta soları
zaman yaratmaya çalışıyorum. Okuduğum kitaplarda altını çizdiğim
alıntıları paylaşıyorum. Ve o içerikle ilgili güzel bir şarkı seçmeye
çalışıyorum. Daha önce de dediğim gibi dinlediğim, izlediğim, okuduğum
şeylerin etkisiyle, yazdığım kısa öyküler ve etkinlikler genel içeriği
oluşturuyor.
Hazırlamış olduğunuz içeriğe okuyucularınızdan yorum geldiğinde
hissettiğiniz duygular nelerdir? Buradan okuyucu kitlenizle neler
paylaşmak istersiniz?
Bu zamana kadar olumsuz bir yorumla karşılaşmadım, DeepTone'la çok iyi
bir fikir alışverişi durumu var, yazılarımı yayınlamadan önce o ön
düzenlemesini yaptı bir kaç kez, ona çok teşekkür ediyorum bu bahaneyle.
Her zaman yardım sever. Mutlu oluyorum gelen yorumlarla, önerilerle
yada şunu yapsan şöyle desen tarzı yorumlarda kendimi geliştirmek ve
daha iyisi adına motive edici yorumlar olarak görüyorum.
Şuan İlk blog yazmaya başlamış olduğun "sen" e neler söylemek isterdin?
Keşke zamanında Facebook'ta zaman öldüreceğine en başta burada başlasaydın.
Son olarak eklemek istediklerin var mı?
Teşekkür ediyorum, mutlu ettiniz, kolaylıklar.
Bizim blog sayfamız hakkında görüş ve önerilerin nelerdir?
Oldukça güncel ve yenilikçi, bir çok bloggerla yapılmış röportaj mevcut, daha önce hiç rastlamadım bu açıdan oldukça farklı. Geleceğin gazeteci adayı olabilirsin :)
Size ulaşmak isteyenler okuyucularımız hangi bağlantıları kullanabilir?
Blog ta mail adresim ekli. Ayrıca Youtube sayfamın linkleri mevcut. Kırmızı Ruh adıyla kanalım var.
Yüreğinin Sesi Shizuku, okuma tutkusu olan genç bir kızdır. Planı yaz tatili boyunca
kütüphanede kitap okumak ve popüler yabancı şarkıları Japonca'ya
çevirmektir. Kütüphaneden aldığı tüm kitapların daha önce aynı kişi tarafından ödünç alındığını öğrenen kız bu gizemli çocuğu araştırır ve peşine düşer.
Death Note
Lise öğrencisi olan Light Turner, günün birinde üzerine "Ölüm Defteri" yazan bir defter bulur. Defteri açıp içinde yazan talimatları okuduğunda ise, yüz olarak tanıdığı herhangi birinin ismini bu deftere yazdığı takdirde o kişinin öleceğini konusunda bir ibareye denk gelir. İlk başta bunun bir şaka olduğunu düşünen genç, deftere öylesine yazdığı bir kişinin ölüm haberini aldığında bunun sıradan bir defter olmadığını anlar.
How to Get Away With Murder
Başarılı savunma avukatı, hukuk profesörü Annalise Keating ve kriminal savunma dersleri verdiği bir grup hırslı hukuk öğrencisinin hayatlarını değiştirecek, hem de
tüm üniversiteyi çalkalayacak bir cinayet davasına karışırlar.
Secret City
Skandalları ortaya çıkaran amansız bir gazeteci, hayatını ve kariyerini
tehlikeye atarak Avustralya'nın siyasi kulislerinde gerçek ve şeffaflık
için mücadele ediyor. Anna Torv yine performansıyla alkışı hak ediyor.
Orphan Black Sarah kendisine tıpa tıp benzeyen bir kadının intiharına tanık
olduğunda, ölen kişinin kimliğini alır ve bir sırlar dünyasının kapıları
aralanır. Tatiana Maslany'nin 7 ayrı karakteri canladırdığı ve Altın Küre adaylığı getirdiği muhteşem performansı.
39. Dosya
Naif bir sosyal hizmet görevlisi, ailesinden şiddet gören küçük bir kıza
yardım etmek için onu kendi evine getirir. Ancak kızın göründüğü kadar
masum olmadığını öğrenir.
Bedenim bitkin. Ve bundan kaçmam mümkün değil. Tıpkı hayvanlar gibi kendi ölümümün gelip de yaşamımın ta içine yerleşmeye başladığını duyumsuyorum; bu öylesine güçlü bir duygu ki, tüm mücadele olanağımı yok ediyor. Herkes benim mücadele etmeme öyle alıştı ki, kimse inanmıyor bana. Yanılmış olabileceğimi düşünmeye cesaretim yok artık, bu tür parlak fikirler gitgide daha az geliyor aklıma. (s.1)
Yaşam, üstüme böyle varmakla gaddarlık ediyor bana. Bu oyunda kağıtları daha iyi dağıtmalıydı. Payıma çok kötü bir el düştü. Bedenimde kara bir tarot var. (s.2)
Kentler ne denli büyük ve kalabalık olursa, kaybolma tehlikesinin yanı
sıra insan, sanılabileceğinin tersine, yalnız kalma tehlikesiyle de daha
çok karşılaşırmış. (s.11)
Ben bir devrimle birlikte doğdum. Duyduk duymadık demeyin. Gün ışiğını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum ben. Gün kavurucuydu ve o gün tüm yaşamım boyunca beni sarıp sarmaladı. Çocukken bir kıvılcım gibi pıtırdadım. Büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim. Ben bir devrimin kızıyım, buna bip şüphe yok, bir de atalarımın taptiğı ihtiyar ateş tanrısının. (s.21)
Bu, bitmek bilmez bir can pekişmeden ibaret olan yaşamımla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiydim. Hem de çaresizliğini kabullenemeyen bir kuş gibi. (s.26)
Kendi kaprisi dışında hiçbir yasa tanımayan bir despotun yönettiği ülkemden kaçmaktayım. (s.37) İnsan zaten kendi kendisinin celladıyken, başkalarının cezalarına nasıl aldırmazlık edebilirdi ki ? (s.47)
....sevinçle, her dostlukta biraz da suç ortaklığı bulunduğunu öğrendi. (s.61)
İlk aşk kedi gibi sessizce yanaştı. Onun gelişini ne gördüm ne de duydum. Aşk yavaş yavaş içime yayıldı. Bu varlığı olduğu gibi çerçeveleyip kendime itiraf etmemden önce bir süre öylece içimde kaldı.
Kim ne derse desin, görüntü düşünceden önce yer alıyor. (s.69)
Beni sevmiyorsan, söyle Alex, ben seni, sen beni zerre kadar sevmesen bile seviyorum. Görüşmesek bile, bana yazmayı sürdürmeni diliyorum; eğer yazmazsan, ben de sana yazmam, bana söyleyecek hiç bir şeyin yoksa bile bomboş iki sayfa yolla ya da aynı şeyi 50 kere yaz, bu en azından beni düşündüğünü görterecektir.. (s.74)
Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam. (s.90)
Ayna! Günlerimin, gecelerimin celladı ayna. Üzüntülerim kadar acı verici görüntü. Her an, parmakla gösterilme duygusu "Frida, gör kendini. Frida, kendine baksana." Gizlenilecek gerçek bir gölgelik, saklanılacak kuytu bir yer yok artık, acıya teslim olup derim üzerimde iz bırakmadan sessizce ağlamak için. Her gözyaşımın genç ve pürüzsüz de olsa yüzümde derin bir iz bıraktığnı açıkça gördüm. Her gözyaşı yaşamın parçalanışı.. (s.102)
İnsan hem kendisi hem de bir başkasıdır; kendimizi tepeden tırnağa
bildiğimizi sanırız, sonra birden bakarız ki, kılıfımız sıyrılır, içini
doldurandan tamamen yabancı bir hale gelir. Tam kendine bakmaktan
bıktığını sandığı bir anda, insan karşısındaki görüntünün kendisi
olmadığını görür.. (s.103)
Bana eziyet edip her an beni sorgulayarak az kalsın kimliğimi elimden alacak olan aynadan görüntüyü çaldım. (s.105)
Her zamanki gibi kötüyüm. Görüyorsun ya, tüm bunlar ne denli can sıkıcı, ne yapacağımı bilemiyorum, bir yılı aşkın bir zamandır bu durumdayım ve canıma tak etti artık, ihtiyar bir kadın gibi bir sürü sakatlığı bir arada yaşamaktan bıktım, kim bilir otuz yaşıma geldiğimde nasıl olacağım, bir gün sana söylemiştim ya, korkarım beni pamuklara sarılı bir durumda taşımak zorunda kalacaksın, çünkü ne yazık ki bir çantanın içine zorlayarak da olsa girecek durumda değilim. (s.109)
İnancımı yitirdiğimde gök yeniden aydınlanıyor, her şeyin mümkün olduğunu düşündüğümde, ufuk feci bir firtına gelecekmiş gibi kararıyordu. Işıktan kurşun ağırlığına, kurşun ağırlığından ışığa gidip geliyordum. Tam bir dengesizlik içindeydim, ya da belki de asıl denge buydu. (s.114) Ama uzaktaydı. Uzaklığını düşündükçe ona daha da güçlü biçimde bağlanıyordum. (s.115) Yaşamla ölüm arasında,cambazın ipi üzerindeymişim gibi,tüm riskleri göze alıyorum. (s.144)
Aşk mıydı? Bilmiyorum. Eğer aşk her şeyi kapsıyorsa, çelişkileri ve
taşkınlıkları, aşırılıkları ve söylenmeyenleri, evet, o zaman buna aşk
diyebiliriz .. (s.150)
Çocuğum, sana karşı suçluyum. Kendimi ne denli suçlu hissettiğimi bir bilsen. Seni sıcacık bağrımda tutmak,korumak için herşeyi yaptım. Sevdim, sevdim, görmeden, tanımadan, tanımadan anlamadan çok önce sevdim seni. Ama bu yetmedi. Bir şeyler eksik kaldı, bir parçan kaldı. (s.169)
Çıldırtıcı bir keder Artık seni yaralı bir giz gibi içimde taşıyorum. Çevreme bakıyorum: Sessizlik yutuyor beni, eşyalar siliniyor, bacaklarım halsiz. Hiçbir mihenk taşı yok, hiçbir mekan yok. Ben işte bu dağınık maddeyim ve içim sessizlik dolu. Çevremdeyse eter kokusu yayan, bozulmuş bir evreni kapsayan dört beyaz duvar var. Beklemek... (s.171)
Şeyleri, yaşamı, insanları çok seviyorum. İnsanların ölmesini istemiyorum. Ölümden korkmuyorum fakat yaşamak istiyorum. Ama acıya gelince, hayır, acıya, dayanamıyorum. (s.172)
Bakışlar ruhun aynasıdır ... (s.176)
Şüpheye düşürmeyen samimiyetin ve sevginin kölesiyim. .
Diego bir gün New York'ta, "Tanrı 'ya inanmıyorum ama Picasso'ya inanıyorum," demişti. Ne kadar haklıydı. (s.216)
Kendimi hem kendim için yaşayabilecek denli güçlü zenginliğe sahip
hissediyorum, hem de değil bir davranışın, en ufak bir düşüncenin bile
paralayabileceği kadar dayanıksızım. (s.226)
Tanrım! Sancının kökü bende herhalde. Sancı bende büyüyor; bende haykırıyor. Beynim bu dağılmayı ne dereceye değin yönetiyor acaba? Yaşamımın sorumluluk derecesi ne? Bazen çocuk felcini hiç geçirmediğimi ya da kazanın hiç olmamış olduğunu, bedenimin kendiliğinden, bozulup karanlık bir kendi kendini yıkma isteğiyle her şeyi uydurduğunu düşünüyorum. (s.245)
Sevildim, sevildim, sevildim.. Yine de yeterince değil, zira insan asla yeterince sevemez, bir ömür buna yetmez. Ben de hep sevdim. Aşkla, dostlukla. Erkekleri, kadınlan. Bir erkek, bir seferinde bana lezbıyen gibi seviştiğimi söylemişti. Kahkahayla güldüm. Ona bunun bir iltifat olup olmadığını sordum. İltifat olduğunu söyledi. Bunun üzerine ona, bir kadının tüm bedeniyle doyuma ulaştığını ve kadınlar arası aşkın en büyük ayncalğının bu olduğunu söyledim. Karşısındakinin bedenini, kendininkinin benzeri bir bedeni daha derinden tanımanın verdıgi daha bütünsel bir haz. Bir müttefiğin tanınması. (s.246)
Ne kadar çok kan var! Ne kadar çok kan diye şaşırıyor insanlar. Onları,
tablolarımı gördüklerinde bir tiksinti ifadesiyle sırtlarını dönenleri,
laflarını yutanları ya da tersine, o lafları bir balgam, bir silah, bir
kurtuluş gibi fırlatanları görür gibiyim. İşin tuhafı, savaşlarda
akıtılan kan, o adaletsizlik ırmakları, insanlık utancının kırmızısı,
işte bu kan insanları tiksindirmiyor, kaçırtmıyor. (s.261)
İnsanın ifade edemediği şeyin
gücü patlayıcı, hasar verici, kendi kendini yıkıcı bir güçtür. İfade
etmek, kurtulmanın başlangıcıdır. (s.262)
Düşler. Tuhaf düşler. İnsanı dört elle sarıldığı yaşamdan saptıran, olanaksızı yaratan düşler. Bazı günler, bu tuhaf düşler benden çıkıyor, sonra geri geliyor, derime yapışıyorlar. Alkol, morfin ve geçen zaman arasında, binlerce somut düşünce arasında, belleğimin derinlerde kalmış parçaları olarak, sizi kabulleniyorum, benim derin mi derin birer parçamsınız. Dün geceyi de siz süslediniz. (s.275)
Merhabalar, etkinliğimizde ikinci hafta. Geçen hafta ilk olmasına rağmen gayet güzel yazılar çıktı. Katılan herkese teşekkür ederim. Bakalım bu hafta ne olacak. Bu haftanın kelimelerini de ben belirledim. İçinizden çokta mu aradın bu kelimeleri diyebilirsiniz, bende sonradan öyle dedim. Çok zorlandım bu hafta yazarken ama aklıma ilk gelen en sevdiğim şeyleri seçtim :) Bu hafta da kendimi yazdım, hayallerimi öyküleştirdim. Hoş daha İrlanda'ya gitmek kısmet olmadı ama yazan siz olunca her şey oluyor, her yere gidiyorsunuz :) Bu arada Deeptone'a çok teşekkürler her hafta yazıların ön incelemesini yapıp düzenliyor.. Herkese kolaylıklar...
Kelimeler : Kırmızı - İrlanda -Tutku - Kitap - Viski
Herkesin bir rüyası, hayali vardır, gitmek yaşamak görmek istediği. Bu kimisi için Amerika, kimisi için de İtalya ama onun için İrlanda rüyasıydı. Türkiye'yi çok seviyordu ama yıllardır çok yanlış bir coğrafyada doğduğu hissi hiç yok olmamıştı içinde. Küçüklüğünden bu yana Kuzey ülkelerine merakı olmuştu, en çok İrlanda, sanırım bunda James Joyce kitaplarının etkisi büyüktü. Ulysses ve Dublinliler bu merakın, hayranlığın fitilini ateşlemişti. O yüzden Haziran ayındaki BloomsDay Festivaline gitmek istiyordu. Adını Ulysses'in kahramanı, Leopold Bloom’dan alan festivale gitmeyi kafasına koymuştu artık.
Oldukça zorlu bir vize sürecinden sonra, yıllardır hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmek için tüm hazırlıkları yaptı. Gideceği, yemek yiyeceği, gezeceği yerleri tek tek not aldı. Dublin'e uçuşu sabah erken saatteydi ama heyecanından uyuyamamıştı, Okuduğu araştırdığı şeyleri görmek için sabırsızlanıyordu. Şatoları, katedralleri, eşsiz doğayı görüp ünlü İrlanda viskisinden tadacaktı.
Ortalama 4,5 saatlik bir yolculuktan sonra nihayet rüyasına, Dublin'e kavuşmuştu. Haziran ayı olmasına rağmen hava hala ısınmamıştı, bunu da biliyordu aslında ama bu kadar soğuk olacağını tahmin etmemişti. Oteline doğru giderken etrafı dikkatle izledi, okuduğu kitaplardaki yerleri bulmaya gözünde canlandırmaya çalıştı. Prag'da Kafka, St. Petersburg'da Dostoyevski'yi aradığı gibi Dublin'de de Joyce'u arıyordu gözleri. Odasına çıktığında fark etti, uykusuzluktan kıpkırmızı olan gözlerini. İlk günü dinlenerek geçirmeye karar verdi, yarın gideceği yerlerin heyecanıyla hemen uykuya daldı.
Yeni güne dinlenmiş olarak uyandı, kahvaltısının ardından hemen yola koyuldu. 3 günlüğüne geldiği Dublin'de zaten ilk günü uyuyarak geçirdiği için yarın gidebildiği kadar çok yeri görüp, Bloomsday'den sonra İstanbul'a geri dönecekti. İlk işi, otele yakın olan Christ Church Katedrali'ni görmek oldu, sonrasında Trinity Koleji'ndeki eşsiz kütüphane, en çok şaşırdığı şey ise Dublin
kalesi ve içindeki Chester Beatty Kütüphanesi’nde gördüğü Osmanlı
Dönemine ait el yazmaları oldu. Her gittiği yeri merakla ve imrenerek gözlemledi. En son olaraksa İrlanda Ulusal Galerisi'ne gitti. Resim bölümüne hayran kaldı, Monet, Renoir, Picasso gibi isimlerin eserlerini hayranlıkla inceledi ve müzenin birinci katındaki hediyelik eşya dükkanından arkadaşı Derin'e hediye aldı :) Tüm günün yorgunluğunu gidermek için galerinin ana girişinin karşısında, Oscar Wilde heykelinin de bulunduğu Merrion Meydanı parkına gitti, sonrasında otele dönmek için yola koyuldu.
16 haziran Dublin'deki son günüydü, Blommsday'e katılmak için festival yerine doğru yürürken kendisini Leopold Bloom'un yerine koydu, kitabı adeta yaşadı. James Joyce’un tek bir günü anlattığı Ulysses kitabı, 16
Haziran 1904’te geçiyordu. Ünlü yazarın, eşi Nora Barhacle ile ilk
randevulaştığı gün olan 16 Haziran günlerinde, her yıl tüm dünyadan
gelen Joyce hayranları ve İrlanda tutkunları bu festivalde buluşurdu.
Merhaba sevgili DeepTone'nun
organize ettiği geleneksel Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki konusu Andromeda'dan gelmiş: "Bloggerla nasıl tanıştınız?"
Bloggerla nasıl tanıştınız? Bloggerla tanışmam 2012 senesinde, kapanan Facebook sayfamda yaşadığım sıkıntılar yüzünden arkadaşlarımın, 'neden blogda yazmıyorsun' demesiyle oldu. O zamanlar benim nickimi kullanarak sayfalar açıldı, benmişim gibi paylaşımlar yapıldı, ki hala bile varlar. O yüzden soğumuştum Facebook'tan. Başlarda blogu tam kavrayamadım çünkü Facebookta 67 bin gibi bir üyem vardı ve ilgi çok fazlaydı, biraz egoda vardı, blog o dönemler sıkıcı gelmişti. Sonrasında canım Fulya'm teşvik etti biraz, bir süre sonra Kuulumsu Kadın'la tanıştım, kendisi bırakmış blogu ama onun blogunda DeepTone'la tanıştım, sonrasında bay Kafka Levent. Adını hatırlayamadığım ve o zamanlar etkileşimim olan bir çok isim. Deep çok yardımcı olmuştu o zamanlar, onun üye sayısı yanlış hatırlamıyorsam 300 küsürlerdeydi, 8 yılda değişen tek şey üye sayısı olmuş. Hala yardımsever hala üretken Deeş, eski yazılarını hep silmiş ama çok öğreticiydi.
Sonra 6 yıl ara verdim, pandemi dönemi ve çok değer verdiğim birinin 3 yıl sonra yeniden döndüğünü görünce, yine ondan etkilenerek bende başladım. Egolarından sıyrılmış, insanları kitap okumaya özendirmek amaçlı içerik üretme arayışındayım. Okuduğum kitapların alıntılarını saatlerce tek tek alıntılarken eşim, hiç sıkılmıyor musun? dediğinde aksine mutlu oluyorum keyif alıyorum demiştim geçen haftalarda. O zaman anladım ki, blogun amacını ve kültürünü benimsemişim. Sırf alıntısını paylaşabilmek için 3 yıl önceki okuduğum 675 sayfalık kitabı yeniden okuyup altını çizip paylaşıyorsam, ben'den bize adım atmışım demektir. Biz çok güzeliz, yazdıklarımızla, ürettiklerimizle, yardımlaşmalarımızla, alıntılarımızla, müziklerimizle, sohbet ve yorumlarla çok güzel bir blog ailesiyiz. Şimdide İlkay, Lady Wednesday, Kaystros Tyrhave bir çok güzel insan tanıdım.
Yazdığı öyküden, makaleye, alıntılarda kitap incelemesine, müziklerinden yorumlara aklıma kalbime ruhuma katsıkı olan ve bir şeyler öğreten herkese sonsuz teşekkürler.
Adının hakkını veren kitapların başında geliyor Huzursuzluğun Kitabı. Her ne kadar bir yerde Pessoa yazdıklarının okumaya değer bulmasa da kendisini okutturuyor. Tamamen huzursuzluğun hakim olduğu, Pessoa'nın o söylemlerinde kendisiyle birlikte sizin içinizdeki huzursuzlukları ortaya çıkarması da ayrıca bir huzursuzluk sebebi. Pessoa 280. sayfa da diyor ki ; "İsterim ki bu kitabı okuyunca, şehvetli bir kabus görmüş gibi olun". Aynen böyle oluyor, içinizi darlıyor. Bir süre sonra neden bu kadar karamsar acaba diye sorduğunuz da oluyor ama bu huzursuzluk söylemleri içinde hem sizi düşündüren hem de altını çizmeye değer o kadar güzel satırlar var ki. Eskiden, okuduğum kitapların altını çizmezdim, bloga koyabilmek sizlerle paylaşabilmek için 3 yıl önce okuduğum kitabı hafta içi yeniden okudum ve altını çizdiğim altınlar.
Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. (s.27)
Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi. (s.27)
Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım – ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş. Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum. (s.30)
Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. (s.31)
Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. (s.34)
İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. (s.41)
Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın sapına kadar bilincinde olduğumu... Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekâmı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı yavrusu gibi kollarında sallayan düşünce gücümü. (s.42)
Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır. (s.45)
İster var olsunlar ister var olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz. (s.48)
İnsan kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi. (s.54)
Uyduruk biriyim ben. Uyandığımda kendimi hep yabancı kucaklarda, adeta yanlışlıkla avutulurken buldum. Ah ki ah! Beni darmadağın eden ve bunalımlara sürükleyen, olabileceğim o öteki kişiye duyduğum bu özlem işte! Ana bağrının en derin yerinden kopup gelen, küçücük bir yüze kondurulan öpücüklere kadar sızan o sevgiden nasiplenmiş olaydım, bugün acaba nasıl bir insan olurdum? (s.56)7
O kadar uykum var ki, artık düşünemiyorum; uyku benden o kadar kaçıyor ki, artık bir şey hissedemiyorum. (s.57)
Vazgeçsem, uyusam, arafta kalmış bu bilincin yerine daha iyi, beni tanımayan birine gizlice fısıldanmış hüzünlü şeyler koysam!.. Vazgeçsem, gerçekten uyuyabileceğim, geceleyin görülen kıyılar boyunca kıvraklıkla, yağ gibi aksam, engin bir denizle karaya yürüsem ve geri gitsem!.. Vazgeçsem, farkında olmadan, dışarıda var olsam, kıyıda kalmış ağaçlı bir yolun dallarındaki hareket, hafif yaprakların fark edilmekten çok, sezilen düşüşü..... Bağlarımı koparsam, var olmaktan vazgeçsem nihayet, ama mecazi anlamda hayata tutunsam, bir kitabın sayfası, rüzgârda uçuşan bir saç perçemi, yarı açık duran bir pencerenin pervazına tırmanan bir bitkinin titreyişi, yola serilmiş ince çakıllı kumun üzerindeki önemsiz adımlar, uykuya dalmış köyden yükselen son duman, arabacının, sabah bir keçiyolunun kenarında unuttuğu kırbaç olsam... Saçmalık, karışıklık, hatta yok oluş – herhangi bir şey, yaşamın dışında... (s.58)
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız. (s.61)
Ne zevk, ne ün, ne iktidar: özgürlük, yalnız özgürlük. (s.62)
Öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın her ayrıntısı, yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık seçik okuyabilme derdine düşüyorum. (s.64)
Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim; ya da soluduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.... Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde var olduğumu biliyorum. Ve kendimi, gerçek düşlerle dolu bir uykudan uyanmış bir adam ya da bir deprem sayesinde, yaşadığı hücrenin aşina karanlığından kurtulmuş biri gibi hissediyorum. (s.67)
Hayatımda kıyıda köşede kalmış ne kadar acı varsa hepsi günlük hayatın hiç bitmeyen, beklenmedik fırsatlarından yararlanarak sırtlarına geçirdiği neşe kisvesinden, her tür duygudan arınarak gözlerimin önünde soyunuyor. Genellikle halinden memnun, genellikle mutlu biri olarak, içimde bitmeyen bir hüzün olduğunu fark ediyorum. Ve içimde bu tespiti yapan kişi, aslında hemen arkamda, pencereye yaslanan gövdeme eğilmiş; hafifçe dalgalanarak ağır ağır yağan, loş ve kötü havayı çizgi çizgi bölen yağmuru omzumun ya da başımın üzerinden, benimkilerden daha samimi gözlerle seyrediyor. (s.70)
Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. (s.72)
....biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlıklarıyız. (s.73)
“Çünkü; Gördüğüm şeylerin boyundayım ben. Kendi boyumda değil.” (s.77)
Anlamak için, kendimi yok ettim. Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bundan daha yanlış, aynı zamanda da daha manalı bir söz bilmiyorum. (s.79)
Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır. Utanma duygusu, tensellik için, enerjinin önüne çıkan bir engel gibidir. (s.83)
Nasıl yaşadıysam öyle öleceğim, (s.89)
Ve bugün, şimdiye kadar nasıl bir hayat yaşadığımı düşünürken, kendimi sepet içinde, banliyö trenlerinde taşınan bir hayvan gibi hissediyorum. Saçma bir imge bu, ne var ki tanımladığı hayat daha da saçma.(s.93)
Ben böyleyim işte. Düşünmek istediğim zaman, görüyorum. Ruhumun derinliğine inmeye niyetlensem, kısa süre sonra, aklım başka yere kayarak, upuzun merdivenin ilk sarmalında duruyorum ve son katın penceresinden, karmakarışık çatı yığınını paslı tonlarla ıslatarak veda eden güneşi seyrediyorum. (s.95)
...karşı kaldırımda sendeleyerek yürüyen yaşlı adama gözlerimi dikmiş, öylece, kıpırdamadan duruyorum. Sarhoş olduğu için değil, düşlere daldığı için sendeliyor. Dikkatini var olmayana vermiş; hâlâ bir umudu var belki. Adalet nedir bilmez Tanrılar adaletli görünmek istiyorlarsa, gerçekleşmesi imkânsız da olsa düşlerimize dokunmasınlar, sıradan da olsa, bize iyi düşler versinler. (s.96)
Tanrılar hayallerimi değiştirsin; ama hayal kurma yeteneğime el sürmesin. (s.97)
Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum. Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım. (s.99)
En iyilerimiz bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya, gecenin içinde kaybolan sesler gibi karmakarışık. Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar için var olan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. (s.102)
Hepimizde kendini beğenmişlik var ve bu, başkalarının da var olduğunu, onların da bizimkine benzer bir ruha sahip olduğunu unutturuyor bize. (s.103)
Aşk cinsel bir içgüdüdür; ama sonuç olarak cinsel içgüdümüzle değil, bir başka duygunun var olduğunu varsayarak severiz. Ve bu varsayım da hakikaten başlı başına, başka bir duygudur. (s.105)
İçimde canımı yakan, adını bilemediğim bir duygu var; kim bilir ne hakkında bir kir lazım bana; sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm. (s.105)
Öteki insanlarla aramda daimi, derin bir uyuşmazlık olduğunu hissetmemin nedeni, sanırım onların çoğunun duyarlıklarıyla düşünmesi, benimse düşüncelerimle hissetmem. Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz. (s.111)
Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata. (s.122)
Üzerimden hiç ayırmadığım eleştirel bakış yüzünden eksikliklerinden, kusurlarından başkasını göremeyen; çiziktirmeye cüret ettiği parça buçuk yazılardan, pasajlardan, var olmayandan alıntılardan öteye geçmeye biri olarak, kaleme aldığım üç satırlık şeyle, ben de kendi hesabıma kusurluyum. (s.129)
Yoksa bile, nerede Tanrı? Dua edip ağlamak, işlemediğim suçlara tövbe etmek, bir anneninkinin yerini tutmasa da, bağışlanmanın bir okşayışa benzeyen tadını duymak istiyorum. (s.132)
Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç hayatımın 33 dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük üzüntüler, gönlüme 34 bakan pencereyi açıp oradaki bitip ükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti. Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. (s.138)
Biz, olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve hazin. Gecenin içinde dalgaların sesi, gecenin kendi sesidir; ve kim bilir kaç insan ruhunun derinlerinde duymuştur onun, derinlerde çoğalan boğuk köpük sesleriyle yankılandığını, karanlıkta paramparça olan umut gibi! Elde edenler ne çok gözyaşı döktü, başaranlar ne çok gözyaşı yitirdi! Deniz kıyısında gezinirken gecenin sırrını, uçurumun içyüzünü gördüm bütün bunlarda. Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran! (s.144)
Ne düşündüğünü ya da ne de istediğini bilen biri var mı? Benliğinin kendisi için ne olduğunu kim biliyor? Her şey için ayrı ayrı hissetmeye kalktığımda ne çok ölüyorum! Ve böyle, bedensiz bir insan olarak, tıpkı kıyı gibi kıpırtısız yüreğimle başıboş yürürken ne çok duyguyla doluyorum. (s.145)
Hep şimdiki zamanda yaşarım. Geleceği bilmem. Artık geçmişim de yok. Biri, her şeyin mümkün olmasıyla çöküyor üzerime, öteki, barındırdığı hiçbir şeyin gerçek olmamasıyla. Ne umutlarım var, ne de pişmanlıklarım. Hayatımın bugüne kadarki halini –yani çoğunlukla, istediğimin tam tersi şekilde aktığını– bildikten sonra ne söyleyebilirim ki geleceğim hakkında, beklemediğim, dilemediğim bir şey olacağından, benim dışımdan bir yerden, hatta bazen kendi irademin bir oyunu olarak başıma geleceğinden başka? Geçmişimde ise, hatırlayıp da gereksiz yere yeniden yaşamayı arzulayabileceğim hiçbir şey yok. Kendi benliğimin izinden, onun bir benzerinden başka bir şey değildim ben. (s.150)
Ben, kadınların sevdiklerini söyledikleri, ama karşı karşıya geldiklerinde kesinlikle tanımadıkları insanlardanım; tanısalar bile tanımadıkları cinsten biriyim. (s.156)
Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu, günlerimi düşsel konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat. (s.164)
Varlığımızı öyle bir hale getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup da bizi çözememeleri olsun. (s.164)
Kendine saygısı olan her ruh hayatı En Uç’ta yaşamak ister. Size verilenlerle yetindiğiniz takdirde, köleden farkınız kalmaz. (s.173)
Karamsar değilim, hüzünlüyüm. (s.178)
Dünyada hiçbir şey, işyerindeki arkadaşlarımın beni “farklı” görmesi kadar sinirimi bozamaz. Onların gözünde farklı biri olmamaktaki ironinin verdiği keyfe düşkünümdür. (s.179)
Hayattan, kendimden hiçbir şey istememekten gayrı isteğim olmadı. Sahip olmadığım kulübenin kapısında, hiç var olmamış güneşe karşı oturdum ve çoktan yorulmuş gerçekliğimin, gelecekteki yaşlılığın tadını çıkardım. (s.184)
Kendimi arıyorum, bulamıyorum. Kasımpatı saatlere, gergin vazoların belirgin çizgilerine aidim ben. Tanrı, ruhumu bir süse çevirdi. (s. 185)
Kesin olan bir şey var: Bir zamanlar ne olduğumu hatırlayabiliyor olmasam, şu anki bene katlanamazdım. (s.195)
Aynı bilinmezlikten doğmuş iki kardeşiz biz, aynı ırkın iki ayrı niteliği, ortak bir mirasın iki farklı haliyiz – hangimiz ötekini inkâr edebilir? (s.205)
Ne zaman herhangi bir şeyi tamamlasam, şaşkına dönüyorum. Şaşkına dönmekle kalmıyor, üzülüyorum da. İçimdeki mükemmeliyetçilik içgüdüsünün beni bitirmekten alıkoyması, hatta daha baştan, başlamamı bile yasaklaması gerekiyor. Ama oluyor işte: Dalgınlık beni günaha sürüklüyor ve eyleme geçiyorum. Sonunda elimde, kendi irademle gerçekleştirdiğim bir eylemin değil, tam tersine, irademin zayıflığının bir meyvesi kalıyor. Başlıyorum, çünkü düşünecek gücüm yok; bitiriyorum, çünkü kendimi durduracak cesaretim yok. (s.206)
Şu an çok uzak gelen, bundan dolayı bir yerlerde okuduğum ya da bir başkasından dinlediğim bir öyküymüş gibi görünen ergenlik çağımda iki kez sevip, dibe vurmanın acısını tattım. Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş. (s.214)
Kendi kendiyle savaşamayaninsan başkalarıyla savaşır. Kendini daha iyiye götürmekten âciz olan biri reform yapmaya kalkışır. Doğru hisseden, dürüst düşünen bir insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. (s.216)
Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır, bu sefer de zengin deliler olup çıkarız. (s.226)
Şu anda dünya aptallara, huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku. (s.236)
İnançla eleştiri arasındaki yolun ortasında akıl hanı vardır. Akıl, inanca başvurmadan anlayabileceğimiz şeyler olduğuna duyduğumuz inançtır; gene inancın bir biçimidir bu, çünkü anlamanın temelinde, anlaşılabilir şeylerin var olduğu varsayımı yatar. (s.236)
Kazara tanrıların kaprislerine zincirlenmiş köleleriz, bizden daha güçlüdür ama daha iyi değildir tanrılar, üstelik tıpkı bizim gibi adaletten ve iyilikten üstün, iyiliğe de kötülüğe de yabancı, soyut bir Kader’in demir yumruğunun hükmündedirler. (s.237)
En yücelerimizin tek üstünlüğü, her şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır. Belki de bir yanılsama kılavuzluk ediyor bize; ama bunun bilincinde olmadığımız kesin. (s.238)
Neredeyse yalvaracağım tanrılara, tabii var iseler; beni bir kasanın içinde tutar gibi korusunlar, gönül yaralarından. (s.239)
Anlatılmış bir hikâye gibiyim, üstelik ete kemiğe bürünecek kadar iyi anlatılmış, ama bir kitabın bir bölümünün başlangıcından ibaret şu dünya-romana tam oturmamış bir hikaye. (s.241)
Kendime bakıyorum. Kendi kendimin seyircisiyim ben. Duygularım, içimdeki bilmediğim bir gözün önünden, dışarıya ait şeylermiş gibi dizi dizi geçiyor. Kendimden sıkılıyorum. Her şey, hatta gizemden yapılmış kökleri bile, sıkıntımın rengine bürünmüş. (s.241)
Özlediğim hiçbir şey yok. Hayatım acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır acıyor. (s.242)
Neyi istediğimi ya da istemediğimi bilmiyorum. İstemeyi bilmez oldum, nasıl istendiğini bilmiyorum, normalde istediğimizi ya da istemeyi istediğimizi bize belli eden duyguları ya da düşünceleri anlayamıyorum. Ne kim olduğumu biliyorum, ne ne olduğumu. Koca evrenin ansızın çöken hiçliğinin altında, üzerime bir sur yıkılmış gibi yatıyorum. Ve ardımda bıraktığım izi takip ederek yürüyorum, ta ki gece çökene, tam kendime karşı içimde bir sabırsızlık yükselirken, farklı olmanın ferahlatan tesellisini getirene dek. (s.245)
Caesar, hırsı çok güzel tarif etmiş: “Roma’da ikinci olacağına, köyde birinci ol!” (s.247)
Kendi kendimi alaycı bakışlarla izlerken, ne olursa olsun hayatı seyretmekten de hiç vazgeçmedim. Ve artık, bütün muğlak umutların hüsranla sonuçlanacağını kabullenmiş biri olarak, umutla hayal kırıklığını aynı anda tatmanın özel zevkinin ıstırabı içindeyim, hem acı, hem tatlı bir yemeğe benziyor bu, acıyla tatlı arasındaki zıtlık, tatlıyı iyice bala çevirmiş. (s.252)
Düş evreni gölge gibi peşimde. Ve benim uyumaktan başka isteğim yok. (s.255)
Yüreğimin tam ortasında büyük bir yorgunluk var. Asla olamadığım kişi beni üzüyor, ondan bana kalan anılardan neye olduğunu anlayamadığım bir özlem kabarıyor. Umutlara ve kesin inançlara çarpıp düştüm,benimle birlikte bütün batan güneşler de düştü. (s.255)
Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum. Kendimi sorguluyorum, kendimi bilmiyorum. Yararlı tek bir iş yapmadım, sahip çıkabileceğim herhangi bir şey de yapmayacağım. (s.268)
(Başkasına?), içimi döktüğümde sanki büyümüşüm gibi gelir, oysa aslında küçülmüşümdür. (s.274)
Telaffuz ettiğimiz her söz bizi ele verir. İletişim yolu olarak bir tek yazılı söz hoş görülebilir, çünkü o, birinsandan diğerine uzanan bir köprünün bir taşı değil, yıldızların arasındaki bir ışık huzmesidir. (s.275)
Tanrım, kimin izleyicisiyim ben böyle? Kaç kişiyim? Ben kimdir? Kendimle ben arasındaki bu mesafe nedir? (s.278)
Dipnot: Kitap 675 sayfa olduğu için alıntıları yazması biraz zaman alıyor, yazabildiklerimi şuan paylaşıp geri kalanıda fırsat buldukça ekleyeceğim.