Bu kitabı okurken, özellikle yarıdan sonra bazı yerlerde, aklıma gelen tek soru: Acaba Hakan Günday Kinyas ve Kayra'yı yazarken hiç bu kitaptan etkilendi mi? Kime göre neye göre durumu elbet bu, böyle düşünmeyenelerde vardır ama ben okurken 'anlatımda' benzer hissiyata kapıldım...
Fazla iyisiniz. Bu yüzden bardağımı sizinkinin yanına koyacağım.
Haklısınız, suskunluğu sağır edici onun. İlkel ormanların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan. Bizim o suskun dostumuzun uygar dillere surat asmakta inat etmesine şaşıyorum zaman zaman.
Onun ağzından işittiğim nadir tümcelerden biri ya seçmek, ya seçmemek gerektiğini bildiriyordu. Neyi seçmek ya da seçmemek gerekliydi? Kuşkusuz kendisini. İtiraf ederim, bu açık yürekli yaratıklar çeker beni. Meslek ya da eğilim gereği, insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.
Yüreğin belleği vardır...
Yanında söylenenleri anlamaya anlamaya, sonunda kuşkucu bir karakter kazandı. Bu alıngan ciddiyet havası bundan ileri geliyor; sanki insanlar arasında bir şeyin aksadığından kuşkulanırmış gibi, en azından. Bu durum, kendi işini ilgilendirmeyen tartışmaları daha güç kılıyor.
Onu yargıladığım falan yok benim. Onun haklı güvensizliğini değerlendiriyorum ve bunu onunla seve seve paylaşırdım, eğer benim iletişimci doğam, gördüğünüz gibi, buna karşı gelmeseydi. Yazık ki gevezeyim ve kolayca bağlanıyorum.
Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete okuyordu. Bu güçlü tanımdan sonra konu biter, diyebilirim.
Benim mesleğim çifte yüzlü, o kadar, tıpkı yaratılış gibi. Söylemiştim, cezaevi yargıcıyım ben
Güvensizliği kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barışçıydı, özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı sevgiyle seviyordu. Seçkin bir ruh, evet, bu kesin.
Geceler boyunca yürüyorum, düş kuruyorum ya da ha bire konuşuyorum kendi kendime. Evet, bu akşamki
gibi, biraz başınızı şişirmekten de korkuyorum
İşte, haklı yandaydım, bu da vicdanımın rahat olmasına yetiyordu. Doğruluk duygusu, haklı olmanın verdiği doyum, kendini değerlendirmenin sevinci, bayım, bizi ayakta tutan ya da ilerleten güçlü zembereklerdir. Tersine, insanları bundan yoksun ederseniz, onları ağzı köpüren köpeklere çevirirsiniz.
Cömert de sayılıyordum, gerçekten de öyleydim. Kendimden çok vermişimdir, herkesin önünde ve özel yaşamımda.
Adliyenin koridorlarında sırf adalet ya da acıma duygusuyla, yani bedava savunduğunuz bir sanığın karısının sizi durdurması, bu kadının onlar için yaptığınızı dünyada hiçbir şeyin ödeyemeyeceğini mırıldanması, ona yanıt olarak bunun çok doğal olduğunu, herkesin bunu yapabileceğini söylemeniz, hatta ona önündeki kötü günleri göğüslemek için bir yardım önermeniz, sonra da, kadının içini boşaltmasını kısa kesmek ve bunu tam dozunda bırakmak için zavallı kadının elini öpmeniz ve işi orada kesmeniz, inanın bana aziz bayım, hırslı bayağı insanlardan daha yükseğe çıkmanız ve erdemin artık yalnızca kendisiyle beslendiği o en yüce noktaya ulaşmanız demektir.
Hiç birdenbire yakınlık, yardım, dostluk ihtiyacı duyduğunuz olmadı mı?
Dostluk daha sadedir. Uzun sürelidir ve elde edilmesi zordur, ama bir kez de elde edildi mi, artık ondan kurtuluş yoktur, gereğini yerine getirmek gerekir. Hele hele hiç sanmayın ki, dostlarınız her akşam size telefon edip dostluk gereği o akşam intihara mı karar verdiniz ya da düpedüz arkadaşa mı ihtiyacınız var, dışarı çıkacak durumda mısınız diye soracaklar. Hayır, eğer telefon ederlerse, bu, sakin olun, yalnız olmadığınız ve yaşamın güzel olduğu bir akşam vakti olacaktır. İntihara ise daha çok onlar iteceklerdir sizi.
Dostu hapse atılan bir adamdan söz ettiler bana. Adam her akşam evinde yerde yatıyormuş, sevdiği kişiden esirgenen bir rahatlıktan yararlanmamak için. Kim, aziz bayım, kim yerde yatar bizim için?
Yaşamı yeterince sevmiyor muyuz? Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça
kullanabiliriz.
Çoğu zaman kendisinden kaçtığım bir dostum vardı.
İnsan böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun: Kendini sevmeden sevemez. Gözleyin komşularınızı, şansınıza bir ölüm olursa binanızda. Onlar kendi küçük yaşamları içinde uyurken, örneğin kapıcı ölür. Hemen uyanırlar, koşturmaya başlarlar, bilgi alırlar, acınırlar. Taptaze bir ölü, gösteri başlar sonunda. Onların trajediye gereksinimleri vardır, neylersiniz, onların küçük aşkınlıklarıdır bu, aperitifleridir.
Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. Canı sıkılıyordu, hepsi bu, insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. Böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam yaratmıştı kendine. Bir
olayın olması gerek, insan bağlantılarından çoğunun açıklaması işte bu
Ah! Sevgili dünya! Şimdi her şey açık. Birbirimizi tanıyoruz, neye gücümüzün yettiğini biliyoruz.
Alçakgönüllülük bakımından üstüme yoktu gerçekten. Gösterişsizce kabul etmek gerekir ki, aziz hemşerim, hep benlik gururuyla dolmuşumdur ben. Ben, ben, ben, aziz yaşamımda hüküm süren ve her söylediğim şeyde işitilen nakarat buydu işte. Ancak övünerek konuşabilmişimdir ben, hele gizemi bende saklı bulunan o gürültülü ağzı sıkılıkla konuşuyorsam. Şurası bir gerçek ki, her zaman özgür ve güçlü yaşadım. Düpedüz, kendime denk hiç kimse görmemek gibi üstün bir nedenle, kendimi herkes karşısında özgür hissediyordum. Size söylediğim gibi, kendimi herkesten daha zeki saymışımdır, ama aynı zamanda daha duyarlı ve daha becerikli, seçkin nişancı, benzersiz sürücü, en iyi aşık saymışımdır
Doğru konuşalım: Unutkanlıklarımın övgüye değer olduğu da oluyordu. Dikkat etmişsinizdir, inancı, tüm hakaretleri bağışlamak olan insanlar vardır, bu hakaretleri bağışlarlar gerçi, ama hiç unutmazlar. Ben hakaretleri bağışlayacak kadar iyi bir yapıda değildim, ama sonunda onları unutuyordum hep. Benim kendisinden nefret ettiğime inanan biri, onu geniş bir gülümseme ile selamladığımı görünce apışıp kalıyordu. O zaman, yapısına göre ya bendeki ruh büyüklüğüne hayran oluyor ya da ödlekliğimi küçümsemeyle karşılıyordu, oysa bu davranışımın nedeni daha basitti: Adını bile unutmuştum adamın.
İlgisiz ya da nankör kılan aynı sakatlık o zaman büyük ruhlu hale getiriyordu beni.
Tam okunmamış o kitaplar, tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınlar!
Kendimde bir temsilcisini gördüğüm o gerçek ve zekâ dostu kişi olmuş olsaydım, seyircisi olan kimselerce unutulmuş bu serüven beni ne yönden etkilerdi? Olsa olsa, bir hiç için öfkelenmekle ve de öfkelendiğim için, hazırcevap olamadığımdan dolayı öfkemin sonuçlarına karşı duramamakla suçlanırdım. Bunun yerine, öcümü alma, vurma ve yenme arzularıyla yanıyordum.
Ben kadın düşmanlığını hep bayağı ve ahmakça bulmuşumdur ve tanıdığım hemen bütün kadınların benden daha iyi olduklarını düşünmüşümdür.
Aslında, hiç sevmemiş olduğum doğru değil. Yaşamımda hiç değilse bir büyük aşka tutulmuşumdur ki bunun da konusu hep ben olmuşumdur.
Kimileri, “Sev beni!” diye bağırır, ötekiler, “Sevme beni!” diye. Ama en kötü ve en mutsuzu olan bir bölümü de, “Sevme beni, yine de bana sadık kal!” diye
Alçakgönüllülüğün kural olduğu bir alan varsa, tüm beklenmedik yanlarıyla cinsellik değil midir? Hayır, yalnızken bile en kazançlı kim olacak oyunudur bu.
Tuhaf bir yorgunluğum var, ama konuştuğum için değil, salt daha neler söylemem gerektiğini düşündüğümden.
Ne demek istediğimi anlamıyor musunuz? Yorgunum, itiraf edeyim. Konuşurken ipin ucunu kaçırıyorum, dostlarımın övmekten hoşlandığı o zihin açıklığım kalmadı artık. Dostlarım diye de ilke olarak söylüyorum zaten. Artık dostlarım yok..
Ruhun gözleri, evet kuşkusuz, eğer bir ruh varsa ve onun da gözleri varsa! Ama işte, emin değilizdir, hiçbir zaman emin değilizdir. Yoksa bir çıkış yolu bulunurdu, insan kendini ciddiye aldırabilirdi en sonunda. İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar. Hayatta olduğunuz sürece durumunuz kuşkuludur, ancak onların kuşkuculuğunu hak edersiniz. Bu durumda, manzaranın tadına varabileceğimize ilişkin tek bir inanç bulunsaydı, inanmak istemedikleri şeyi kanıtlayıp onları şaşırtmak zahmetine değerdi. Ama kendinizi öldürüyorsunuz, o zaman size inanıp inanmamalarının ne önemi var: Siz orada değilsiniz kİ...
İnsanların sizin davranışınız hakkında ortaya koydukları nedenleri dinlemeye kalkışacağımızı hesap etmeden. Ben kendi payıma onların söyleyeceklerini şimdiden duyuyorum: “Kendini öldürdü, çünkü dayanamadı...” Ah! Aziz dostum, insanlar bulgulama bakımından ne kadar yoksul. Bir nedenden ötürü intihar edilir sanırlar hep. Ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir. Hayır, onların kafası almaz bunu. O zaman insanın isteyerek ölmesi, kendisi hakkında vermek istediği fikre kendini feda etmesi neye
yarar? Siz ölünce onlar bundan yararlanıp davranışımıza ahmakça ya da bayağı nedenler bulmaya çalışacaklardır.
ben yaşamı seviyorum, işte benim gerçek zaafım bu. Ben yaşamı öylesine seviyorum ki, yaşamdan başka şeyler için hiçbir imgelemim yok.
Kendimde yargılanacak bir yan olduğunu kavradığım andan başlayarak, onlarda da dayanılmaz bir yargılama eğilimi bulunduğunu anladım. Evet, eskisi gibi yine oradaydılar, ama gülüyorlardı. Ya da daha doğrusu, rastladıklarımdan her biri gizli bir gülümsemeyle bana bakıyor gibime geliyordu.
Dikkatim uyanınca, düşmanlarım olduğunu keşfetmekte güçlük çekmedim. Önce mesleğimde, sonra da toplum yaşamımda. Kimileri için, kendilerine hizmet etmiştim. Kimileri içinse, hizmet etmeliydim. Kısacası, bütün bunlar düzenin içindeydi ve ben bunu fazla üzüntü çekmeden keşfettim. Buna karşılık, şöyle böyle tanıdığım ya da hiç tanımadığım insanlar arasında düşmanlarım olduğunu kabul etmek bana daha zor ve acı geldi. Size birkaç kanıtını verdiğim saflığımla, beni tanımayanların, benimle düşüp kalktıkları takdirde beni sevmekten geri duramayacaklarını düşünmüştüm hep. Ama değilmiş. Özellikle beni çok uzaktan tanıyan, benim de kendilerini hiç tanımadığım kimseler arasında bana düşmanlık besleyenlere rastladım
Mutlu olmak için başkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir.
Uzun zaman genel bir uzlaşmanın hayali içinde yaşamıştım, oysa her yandan yargılar, oklar ve alaylar yağıyordu üstüme, bense dalgın ve gülümser durumdaydım. Uyarıldığım gün bir açık görüşlülük geldi bana. Her türlü yarayı aynı anda aldım ve bir hamlede tüm gücümü yitirdim.
Tek savunma gösterisi kötülüktedir. O zaman insanlar yargılanmamak için yargılamaya koşarlar. Ne olsun istersiniz? İnsanda en doğal olarak bulunan fikir, ona doğasının derininden kaynar gibi safça gelen fikir, masumluğun fikridir.
Hepimizin durumu ayrıdır. Hepimiz bir konuda başvuruda bulunmak istiyoruz! Herkes, her ne pahasına olursa olsun, masum olmak dileğinde, hatta bunun için tüm insan soyunu ve Tanrı’yı suçlamak gerekse bile. Bir insanı zeki ya da yüce ruhlu kılan çabaları övmekle onu şöyle böyle sevindirirsiniz. Tersine, onun doğal yüce ruhluluğuna hayran olursanız, yüzü ışıldar. Buna karşılık, bir suçluya, hatasının doğasından ya da karakterinden değil, talihsiz koşullardan ileri geldiğini söylerseniz, size derinden minnet duyar. ahası, savunma sırasında ağlamak için bu ânı seçer. Ne var ki, doğuştan dürüst ya da zeki olmakta bir meziyet yoktur. Nasıl ki doğuştan suçlu olmakla koşullar gereği suçlu olmak arasında sorumluluk bakımından fark yoktur kuşkusuz.
Zenginlik insanı hemen verilecek yargıdan bağışık tutar, sizi metrodaki kalabalıktan ayırıp nikel kaplanmış bir arabaya kapatır, korunaklı geniş park yerlerinde, yataklı vagonlarda, lüks kamaralarda tecrit eder. Zenginlik, aziz dostum, henüz aklanma değildir, ama her zaman hoş karşılanması gereken ertelemedir.
Dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı istedikleri zaman onlara inanmayın. Onlar, sizin içtenlik vaadinizde bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca. İçtenlik nasıl dostluğun bir koşulu olur? Her ne pahasına olursa olsun, gerçek sevgisi hiçbir şeyi kollamayan ve hiçbir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur. Bir kusurdur o, bazen bir konfordur ya da bir bencilliktir. Eğer bu durumda bulunursanız, çekinmeyin. Doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin. Böylece onların derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara.
Öylesine doğru ki bu, biz kendimizden iyi olanlara nadir olarak bel bağlarız. Daha çok onların toplumundan kaçarız. Tersine, çoğu zaman kendimize benzeyen ve zayıf yanımızı paylaşan kimselere açarız içimizi. Demek ki kendimizi düzeltmeyi ya da iyileştirmeyi istemeyiz: Önce kusurlu diye hüküm giymemiz gerekir. Yalnızca acınmayı ve yolumuzda cesaretlendirilmeyi dileriz. Kısacası, biz hem suçlu olmaktan çıkmayı, hem de kendimizi arıtmak için çaba göstermemeyi isteriz. Yeterli hayasızlık da yoktur, yeterli erdem de yoktur. Ne kötülük, ne de iyilik enerjisine sahibizdir.
“Tüm insanlar hakkınızda iyi konuştu mu, vay halinize!” Ah! Bu sözü söyleyen çok güzel söylemiş!
Ölümümle aramdaki yılları hesaplıyordum. Benim yaşımda ölmüş insan örnekleri arıyordum. Ve görevimi yerine getirmeye zaman bulamayacağım düşüncesi bana azap veriyordu. Hangi görev? Hiç bilmiyordum bunu.
Bir gün geldi, artık dayanamadım. İlk tepkim aşırı oldu. Yalancı olduğuma göre, bunu açığa vuracaktım ve ikiyüzlülüğümü bütün bu ahmakların suratına, onlar anlamadan önce fırlatacaktım. Doğruyu söylemeye kışkırtılarak, meydan okumaya karşılık verecektim.
Şurası kesin ki, adalet kelimesi bile tuhaf öfkelere düşürüyordu beni. Savunmalarımda bu kelimeyi mecburen kullanıyordum yine. Ama insanlık anlayışını açıkça lanetleyerek bunun öcünü alıyordum,
ezilenlerin namuslu insanları ezdiğini belirten bir manifesto yayımlayacağımı bildiriyordum.
Her ne olursa olsun, beni boğmakta olan duygudan kurtulmam gerekiyordu
Ben özgürüm, sizin sert davranışlarımızdan uzağım, ama yine de kimim ben? Gurur yönünden bir güneş; yurttaş, bir şehvet tekesi, öfkeli bir firavun, bir tembellik kralı. Kimseyi öldürmedim mi? Henüz değil,
kuşkusuz!
Görüyor musunuz, kendini masum kılmak için kendini suçlamak yetmez, yoksa ben ağzı süt kokan bir kuzu olurdum. İnsanın kendini belli bir biçimde suçlaması gerek; bu biçimi ayarlamak için çok zaman gerekti bana, bunu da, kendimi tam bir bırakış içinde bulduktan sonra keşfettim. O zamana kadar, gülüş
çevremde dalgalanmaya devam etti, ama benim düzensiz çabalarım ondaki o iyi dilekli, hemen hemen sevecen ve bana acı veren tarafı ortadan kaldıramadı
İster misiniz, susalım da bu hayli hüzün verici saatin tadını çıkaralım? Olmaz mı, sizi ilgilendiriyor muyum? Çok dürüstsünüz.
Hiçbir işaret noktası olmadan gidiyoruz, hızımızı değerlendiremiyoruz. İlerliyoruz, hiçbir şey de değişmiyor. Bir gemi seferi değil bu, bir düş.
Yalnızca kadınlara sığındım. Bilirsiniz, onlar hiçbir güçsüzlüğü gerçekten mahkûm etmezler: Daha çok bizim güçlerimizi aşağılamaya ya da silahsızlandırmaya çalışırlar. İşte bu yüzden kadın, savaşçının değil, suçlunun ödülüdür. Onun limanıdır o, barınağıdır; erkek genellikle kadının yatağında tutuklanır. Bize yeryüzü cennetinden kalan tek şey değil midir kadın?
Her ne olursa olsun, kör bir acı, bir tür yoksunluk duyuyordum, bu yoksunluk beni daha sahipsiz kıldı ve yarı zorla, yarı merakla birtakım bağlantılara girmemi sağladı. Sevmek ve sevilmek ihtiyacında olduğumdan, âşık olduğumu sandım. Başka deyimle, aptallık ettim.
Deneyimli bir insan olarak o zamana kadar hep sormaktan kaçındığım bir soruyu sık sık sorarken yakalıyordum kendimi. “Beni seviyor musun?” sorusu takılıyordu dilime. Bilirsiniz, böyle durumlarda, “Ya sen?” diye yanıt vermek âdettir. “Evet,” diye yanıtlarsam bu soruyu, gerçek duygularımın ötesinde bağlamış oluyordum kendimi. “Hayır,” demeye kalkışırsam, artık sevilmeme tehlikesini göze alıyor ve bunun acısını çekiyordum. İçinde huzuru bulacağımı umduğum duygu ne denli tehlikeye düşerse, arkadaşımdan o duyguyu o denli çok bekliyordum. Böylece, gittikçe daha açık vaatlere sürükleniyor, yüreğimden gittikçe daha büyük bir duygu ister hale geliyordum. Bu şekilde, şirin bir alık için yalancı bir tutkuya kaptırdım kendimi; bu kadın yürek basınını o denli iyi okumuştu ki, sınıfsız toplumun kurulacağını bildiren bir aydının güven ve inancıyla söz ediyordu aşktan. Bu inanç, bilmez değilsiniz, sürükleyicidir. Ben aşktan da söz etmeye çalıştım ve sonunda kendimi inandırdım.
Bir papağanı sevdikten sonra bir yılanla yatmak zorunda kaldım. Böylece, kitapların vaat ettiği, benimse hayatta hiç karşılaşmadığım aşkı başka yerde aradım.
Otuz yılı aşkın bir zamandır yalnızca kendimi sevmiştim. Böyle bir alışkanlığı kaybedeceğimi nasıl umardım? Bu alışkanlığı hiç kaybetmedim ve bir tutku heveslisi olarak kaldım. Vaatleri çoğalttım. Aynı anda birçok aşklar yaşadım, başka zamanlarda birçok ilişkilere girdiğim gibi. O zaman, başkalarına, o güzel ilgisizlik günlerimdekinden daha fazla mutsuzluk getirdim. Size söyledim miydi; umutsuzluğa düşen papağanımın açlıktan ölmeye yattığını?
Bir anlamda ben, hiçbir zaman ölümsüz olmak isteğinden vazgeçmemekle, hep sefahat içinde yaşamıştım. Yaratılışının temeli ve aynı zamanda kendime karşı duyduğum, size de sözünü ettiğim büyük aşkın bir sonucu değil miydi bu? Evet, ölümsüz olma isteğiyle yanıyordum ben. Aşkımın değerli nesnesinin hiçbir zaman kaybolmamasını arzu etmeyecek kadar çok seviyordum kendimi. Uyanıklık halinde ve kendimizi ne kadar az tanırsak tanıyalım, uçkuruna düşkün bir maymuna ölümsüzlük tanınması için geçerli nedenler
görülmediği için, bu ölümsüzlüğün yerine geçecek şeyler bulunması gerekir.
Bedenimi kemiren yorgunluk aynı zamanda içimdeki birçok diri noktayı törpülemişti. Her aşırılık diriliği, dolayısıyla acıyı azaltır. Sefahatta, sanılanın tersine, çılgınca hiçbir yan yoktur.
Bedensel kıskançlık, insanın kendisi hakkındaki bir yargı olduğu kadar hayal gücünün de bir sonucudur. Aynı koşullarda sahip olduğumuz kötü düşünceleri rakibe de mal ederiz. Çok şükür ki, aşırı zevk hayal gücünü de, yargı gücünü de zayıflatır.
Bir çeşit sis içinde yaşıyordum, öyle bir sis ki, içinde gülüş, sonunda duyamayacağım kadar hafifliyordu. İçimde şimdiden onca yer eden ilgisizlik artık direnmeyle karşılaşmıyor ve damar sertleşmesi gibi sertliğini artırıyordu. Heyecanlar kalmamıştı artık! Hep aynı mizaç, daha doğrusu mizaçsızlık! Veremli ciğerler kuruyarak iyileşir ve mutlu sahiplerini yavaş yavaş havasız bırakır. İşte ben de böyle, iyileşerek sakin sakin ölüyordum.
Kaldı ki, hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. Her insan başkalarının suçuna tanıklık eder, inancım ve umudum bu benim.
İnanın bana, dinler, ahlak dersi vermeye kalkıştıkları ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar. Suçluluğu yaratmak ve cezalandırmak için Tanrı zorunlu değildir.
İnsanların yargısını. Onlar için hafifletici nedenler yoktur, iyi niyet bile suç olarak düşünülü
Bir zamanlar, her an bir sonraki ana nasıl ulaşabileceğimi bilmiyordum. Evet, bu dünyada savaş yapılabilir, aşk taklit edilebilir, hemcinsine işkence yapılabilir, gazetelerde boy gösterilebilir ya da yalnızca örgü örerken komşu çekiştirilebilir. Ama bazı hallerde, devam etmek, yalnızca devam etmek insanüstü bir şeydir. O ise insanüstü değildi, inanın bana. Can çekişmesini çığlığa döktü, ben de bu yüzden onu seviyorum, dostum, bilmeden öldü o.
Bakın, çevremden birisi insanları üç kategoriye ayırırdı: Yalan söylemeye mecbur kalmaktansa hiçbir şey
gizlememeyi yeğleyenler, hiçbir şey gizlememektense yalan söylemeyi yeğleyenler ve aynı zamanda hem yalanı, hem de gizi sevenler. Bana en uygun gelen kategoriyi siz seçin.
Her ne olursa olsun, ne önemi var bunun? Yalanlar gerçek yolunda buluşmaz mı sonunda? Ve benim hikayelerimin hepsi, gerçek olsun, yalan olsun, aynı amaca yönelmez mi, aynı anlamı taşımaz mı? O zaman, onların gerçek ya da yalan olmalarının ne önemi var, eğer onlar, her iki halde de, vaktiyle ne idiğimi, şimdi ne olduğumu anlatıyorlarsa? Bazen bir şeyin içyüzü, yalan söyleyende doğru söyleyenden daha iyi belli eder kendini. Doğru, ışık gibi kör eder. Yalansa, tersine, her nesneyi değerlendiren güzel bir alacakaranlıktır.
“İçinizden hanginizin en çok kusuru var?” dedi. Şaka olsun diye ben parmağımı kaldırdım, benden başkası da kaldırmadı.
Eskiden özgürlüğü dilimden düşürmezdim. Onu kahvaltıda ekmeklerime sürer, bütün gün ağzımda çiğner, dünyaya özgürlükle tatlı tatlı serinlemiş bir nefes salıverirdim. Bu heybetli sözcüğü bana karşı çıkan herkesin kafasına vururdum, arzularımın ve gücümün hizmetine koymuştum onu.
Özgürlüğün bir ödül ya da şampanyayla kutlanan bir nişan olmadığını bilmiyordum. Ve de bir armağan, insana dudak zevki verecek bir kutu şeker olmadığını. Hayır, tersine, bir angarya o, yalnız başına, bitkin düşürücü bir mukavemet koşusu. Şampanya yok, insana şefkatle bakarak kadehini kaldıran dostlar yok. Üzgün, hırçın, bir salonda yalnız, bölmede, yargıçların karşısında yalnız, kendisi karşısında ya da başkalarının yargısı karşısında karar vermekte yalnız. Her özgürlüğün ucunda bir yargı vardır; işte özgürlüğün son derece ağır bir yük olması bundandır, hele ateşiniz olduğu ya da sıkıntıda olduğunuz ya da kimseyi sevmediğiniz zamanlarda.
Başkaları hakkında verdiğiniz hüküm dosdoğru gelip kendi yüzünüze çarpar ve orada bazı yaralar açar sonunda. O zaman ne olur mu diyorsunuz? Pekâlâ, olan olur o zaman. Başkalarını mahkûm edip de hemen arkasından kendini yargılamamak mümkün olmadığına göre, başkalarını yargılama hakkına sahip olmak için insanın kendisine yüklenmesi gerekir
Kendimi ne kadar suçlarsam, o kadar sizi yargılama hakkına sahibim. Daha iyisi, sizi kendinizi yargılamaya kışkırtırım, bu da beni öylesine ferahlatır. Ah! Azizim, bizler tuhaf, sefil yaratıklarızdır ve azıcık yaşamlarımıza geri dönsek, bizi şaşırtacak ve kendimizi rezil edecek, çileden çıkaracak fırsatlar eksik olmaz. Deneyin. Sizin itirafınızı büyük bir dostluk duygusuyla dinleyeceğim, emin olun.
İnsan bazen sapıtıyor, apaçık gerçeklerden kuşkuya düşüyor, hatta iyi bir yaşamın sırlarını keşfettiği zaman bile. Benim çözümüm kuşkusuz en iyisi değil. Ama insan yaşamını sevmediği zaman, onu değiştirmek gerektiğini bildiği zaman, elinde başka seçeneği yoktur, öyle değil mi? Bir başkası olmak için en yapmalı? Olanaksız bu. Artık hiç kimse olmamak, herhangi biri uğruna kendini unutmak gerekirdi, hiç değilse bir kez. Ama nasıl?
Ah, bayım,” diyordu adam, “mesele kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.
Ah! Kuşkulanıyordum bundan işte. Size karşı duyduğum bu tuhaf yakınlığın bir anlamı varmış meğer.
Ne kadar şanslı bir insan olduğumu düşündüm bir an, enfes kitaplardan seçilmiş enfes cümleler önüme hazır geliyor. Bu muhteşem bir şey. Çok teşekkürler, hem de öyle çok ki... :)
YanıtlaSilNe mutlu bana bize o zaman :)
SilÇok mutlu oldum, teşekkürler.