29 Haziran 2024

Mine Söğüt / Deli Kadın Hikayeleri (Alıntılar)


Delirerek ölenlere ...

Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım.
Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkum,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.
İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı
atacağım.


Tavana asılı bir bedeni incitmeden boynundan ipi çıkarmak mümkün mü?
Mümkün.
insanlar ölünce zaman yavaşlar. Usulca vuku bulur ağır zamanlı olaylar...

Dümdüz, kahverengi, inceliksiz, bir anneden, kendini öldüren bir anneden miras kalmışa hiç benzemeyen, kendi halinde, özelliksiz, incecik, ipincecik, zavallı saçlarım ... Annenin saçları çok güzeldi, derdi hep anneannem saçımı tararken.

Aşk için bu gece rüyaya yat, dedi falcı.
O gece hiç uyumadım.


Kasıklarımda mağara gibi büyük bir yara.
Doğurmakla öldürmek arasında uzun ince bir ip.
Delirmekle yemek pişirmek arasında kısa kalın bir kalas.
Gidip geliyorum.
Gidip geliyorum.
Her adımda b-i-r ş-e-y eziyorum.
Şimdi o şeyi üzerine kusacağım.
Şimdi o şeyle gözlerini ayacağım.
Şimdi bak ... iyi bak ... ben o şey olacağım.


Yetmiş yedi yılda üç yüz yirmi bir tane şarkı öğrenmişim. Şimdi ben ölünce ne olacak onca şarkı kuzum? Sen biliyor olmalısın, daha önce ölen çok insan görmüşsündür. İçlerinden şarkı çıktı mı hiç ölülerin doktorcuğum? Bir ses, bir mırıltı, bir kıpırtı? Dans gibi mesela? O bile bir şeydir. Tam ölürken içimdeki şarkı lardan birinin kıpırtısını hissetsem.

Nasıl olacak der gibi bakma öyle lütfen. Sana en değerli şeyimi bırakıyorum. İçimdeki şarkıları. Tam
iki yüz yetmiş altı şarkı. Hepsi başka başka dillerde. Çince bile var içinde. Ama ben en çok Fransızcaları severim.

Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum, yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden falan geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki!

Sahi insan ölünce içindeki şarkılara ne oluyor, sen bilirsin. Ölüden avucuna hiç şarkı döküldü mü daha önce? Benim döküldü. Küçük oğlum öldüğünde, avuç avuç ninni döküldü avucuma. Bir zamanlar ona söylediğim ninniler.

Benden sana bir nasihat, çocuklarının içini ne yap et şarkılarla doldur, olur mu doktorcuğum?


Tek bir göz yuvasında fırıl fırıl dönecek.
Kalın, ince, pembe, beyaz, mor tek bir dudak
aralanıp yerlere
tütsülenmiş, küfienmiş, küskün, titrek, kelimeler dökecek.
Onları yerden topla.
Derin bir kuyu kaz. İçine at.
Ne varsa ... ne varsa... ne varsa ...
Hepsini içine at.



Herkes kendi dilinde çığlık atacak.

Çok ağlattınız beni, çok. Ama insan kötü şeyleri çabuk unutuyor. Bakın şimdi size çay demleyeceğim.

Ama ne çok dövdünüz beni. Evde hiçbir iş yapmadığım için ne çok kızdınız bana. Yine de fayda etmedi, öğrenemedim. Yemek yapmayı, evi toparlamayı, sizi anlamayı öğrenemedim. Benden ne istediğinizi öğrenemedim. Beni sevip sevmediğinizi hiç bilemedim. Sadece kendime çiçeklerden çaylar demledim ve sizi seyrettim.

Siz bilmezsiniz ama kızlar babalarını çok severler. Her halleriyle severler.


Geceleri ben ağır, çok ağır bir taşın altında uyurum.
Gündüzleri hafif, çok hafif bir yaprağın ucunda yaşarım.
Gece beni taş ezer.
Gündüz rüzgar devirir.
Kanadıkça kanarım.
Hayallerimi o yüzden kanla yazarım.


İnsanları sürprizlerle delirttiği gibi yine sürprizlerle öldüren hayat!


Yarım.. . yarım... yarım.
Her şey yarım.
Oysa ben tamım.



Sakın bana ismimi sormayın
Sakın gözlerimin tam içine bakmayın
Yanımdan geçerken bana dokunmayın.
Varsayın ki burada değil, oradayım.
Oraya siz gelemezsiniz.
Köprüleri yıktılar, gemileri yaktılar, yollar kayboldu.
Ben başkayım.
Ben uçurumlar kadar tehlikeli
Dereler kadar tekinsiz
Rüzgarlar kadar esriğim.


Susuyorsunuz, hiç konuşmuyorsunuz, diyeceğim. Anladım şaşırdınız. Ama şaşıracak bir şey yok ki! Siz beni hiç tanımıyorsunuz belki ama ben sizi çok iyi tanıyorum diyeceğim.

Allahırn n'olur istediğim her şey bir bir olsun.
"Tanrı bugüne kadar kimin sözünü dinledi ki seninkini dinlesin bre kafir! Her şey isteğimiz gibi olsaydı Tanrı'ya ne gerek kalırdı. Yalvarmalarla kendini var hisseden Tanrınız sizi yalvartmayacaksa, eteklerine kapatmayacaksa neden yaratmış olsun. Tapının diye yarattı sizi, isteyin ve elde edemeyin ama yine de öfkelenmeden boyun eğin diye yarattı sizi!"

Kadınlar sevişirken mutlu olmaz. Acı çekerler. Sadece acı çekmeyi seven kadınlar sevişirler.


Bir keresinde
yerkürenin çekirdeğinde yanan
ateşe tutulmuştum .
Saçlarımdan tutuşmuştum .
Bir keresinde bir jilete aşık olmuştum .
Ne kadar ince damarım varsa hepsini tek tek kesmiştim .
Akan kanda geleceğimi içıniştim.


Bir keresinde
kendi doğurduğum oğlana vurulmuştum.
Kokusundan delirmiştim.


Gecenin bu saatinde kimler uyumuyordur bu şehirde?
Bir beyaz kedi bir de deli.


Bir keresinde gölgeme gömülmüştüm.
Günler geceler boyu gölgemle sevişmiştim.
Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür.
Defalarca ölmüştüm, her seferinde yeniden dirilmiştim.
O yüzden biraz çürük kokar nefesim.
İçimde aşkla terbiyelenmiş cesedim.


Çocuklar bazen kendilerinden umulmayacak kadar sabırlı olurlar.

Kendini öldürmeden önce küçük bir veda töreni düzenledi. Bir başına, yapayalnız ama gösterişli bir tören.

Özlem... sadece özlem, insanın gözünü bu kadar karartır mı?

Deliliğin cazibesi ne kadar tehlikelidir bilemezsiniz.

Kendimi aşağı atsam, eski hayatıma düşermişim gibi. Bakarmışım uzaklara, geride bıraktıklarımı görmek umuduyla. Gençmişim öldüğümde. Az önce. Mezarımı kazıyorlar şu an dışarıda.

Demek şimdi yaşasam elli yaşımda olacaktım ama yirmi yaşımda kendimi astım. O zamandan beri gömüyorlar beni. Derin derin mezarlar açıyorlar.

Bahardı öldüğümde. Duvarlar ben öldükten sonra yıkıldı. Umutlar ben öldükten sonra dağıldı. Kaybedenler neyi kaybettiklerini bile bilemeden dünyanın dört bir yanına saçıldı.

Gençlikte insan canının aslında ne çektiğini bilmeden mahrem düşler görür. Mahrem düşler genç kızları yorgun düşürür.

günahından kurtulmak isteyen birine, omuzlarında taşıdığı, gözleri kapalı ve belki de ölü ve belki de çoktan ceset iki meleği hatırlatmanın zamanı değil.

 Cinnetim içime döner, onların biteviye konuşmalarını sessizce dinler. Bir gün içimden çıkacak, ya sizi, ya beni ya da hepimizi teker teker öldürecek, demek isterim. Susarım. Suskunluğum koca bir çığlığa dönüştüğünde çok uzaklarda olurum.

Her şeye inanırım o an ... en çok da cehenneme, kabir azabına, günahların peşimi ne bu dünyada ne de öbür dünyada asla bırakmayacağına ... baştan aşağı bizzat günah olduğuma .


28 Haziran 2024

Aslı Erdoğan / Bir Delinin Güncesi (Alıntılar)

Uzmanlar beni ele aldığında on altı yaşındaydım. Testlerden  geçirdiler, incelediler, çözümlediler, tedavi ettiler ama bir türlü  tedavüle sokamadılar. Umutsuz vakaydım. Sanık ayağa kalktı, hakim kalemini kırdı: Paranoid şizofreni. Üzerime yapıştı­rılan yaftayı sevdim, çünkü insan türü sahip olduğu her şeyi sever.

Yani sorun dünyada değil, bende, benim acımasız düş gücümdeydi.

Muhteşem bir satranç oyuncusuyum ayıptır söylemesi, adımla anılan bir hamlem bile var. Hiç yenilmedim. Yalnızca ... On yıl önce, stajyer bir doktorla sabahlara dek satranç oynardık, ince yüzlü, tirşe gözlüydü, "şah­mat" dediğinde içim erirdi. "Aşk" denen şeyle bir ilgisi var mı bunun, bilemiyorum. Yani benim bile bile hep kaybetmemin ...

"Karısını doğrayan psiko bu mu?" diye sordu, olanca açık  yüreklilikle, suratsız bir doktor. (Beni erkek sanması doğal: 1.80 boyundayım, saçlarım üç numara tıraşlı.)
"Hayır, ben şizoyum," dedim hortlak gibi bir sesle. (Laf aramızda, Baltacı'yla karıştırılmak gururumu okşamıştı.)

Çatlak bir fincan seçeceğim, ruhumdaki onulmaz yarıl­mayı gözlemleyecekler.

Gerçekten, 
"Turkiye'yi kim yönetiyor, kuvvetler ayrılığı ne demek, demokrasi var mı?"

Yalancı değilim. Kedi nasıl pisliğini örterse, ben de gerçeği örterim.

Kanıtlayamadığınız bir ilke adına davranamazsınız.

Bugün psikiyatris­timi inandıramıyorum ama kaçmasaydım şimdiye reis olmuştum.

"İnsan" denince ... İnsan, daha ilk çığlığından insan olarak doğmaz mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi de ..

Onun varlığı, hiçlik üzerine uzun bir şiirdir. Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam kaba­rır, kabarır, şeytansı, gölgemsi bir kahkahaya dönüşür.

Dünya dediğin camda bulanık bir imgeden başka nedir ki! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir ...

Bir zamanlar birini sevdim. Sevgiye inanmış olmalıydım. Kimse bana insan ilişkilerinin bir iktidar biçimi olduğunu öğretmemişti.

Tutunacak bir imge bile bula­mıyor. Bu yüzden, duyguların su yüzeyindeki dalgalar gibi kıpır­
dandığı bir yazı tasarlıyorum.

Herkes bir öyküde başrol kapmış ama kimse gerçek öyküsünü anlatmıyor.

Onun için ne yapabilirim ki? Paslanmış vicdanımla ansızın baş başa kaldım işte.

Zaten, kimin bir aşk romanına daha gereksinimi var ki?

Yalnızlığı iyi tanıyan insanlara özgü beklentisizliği. Kendi düş ağacını budamış, dünyayla hesabını süresiz ertelemişti.

"Kavgayı beceremezsin, kös­tek olursun." Haklıydı ama insan sevdiği birini tek başına ölüme yollayamaz ki!

Sesindeki canı yanmış insanlara özgü bitkinliği ancak o an anladım. Ama insan sevdiği birine soramaz ki!

B
u düşü unutabilmek için çok uzaklara gitmem gerekti .

Ölüm, kendisini küçümseyenlere öyle bir kahkaha atar ki!

Hiçbir şey göründüğü gibi, eskiden olduğu gibi değildi.

Biliyorum, insanın tanımadığı birini bulması zordur.

Anlatamıyorum. Anlatabileceğimden fazlasını gördüm, gördüğümden fazlasını anladım.

Korkunç bir haksızlığa uğramış gibiydiler, ama nedense öfkeli değildiler.

Ben de  sevdiğim birini yitirdim. Yıllar önce . . . Ölümünü cenazeden sonra öğrendim. Bazen aylarca düşünmüyorum onu, sonra birdenbire, söz gelimi iki satırlık bir ilan okuyor, eskisi denli özlüyorum. Ama artık canım acımıyor, inanın, acımıyor. Yalnızca bir sızı . . .

Zaman merhametlidir, inanın. İnsanlardan daha merhametli.

Sözcükler yarasalar gibi beynimde uçuşuyor. Sağa sola çar­parak, kanatlarında yaralar açarak... Gece renklerine bürünüp dışarı fırlıyorlar. Çarem yok, peşlerinden gideceğim.

Bir orman beliriyor, ıslak ve yeşil gerçekliğiyle, yağmurda tilkiler dans ediyor. Sözcükler delik deşik duvarın önünde sıraya diziliyor. Acılı ses artık boş yere beni arıyor. Orman yanmaya başlıyor, mektup tutuşuyor.

C. kendisi kadar zeki olmadıkları için gizli gizli acır insanlara. Ama ne yapalım, eşitlik diye bir şey yoktur, hem onlar da biraz çabalasa artık!

H. yalnızca iyi kitaplar okur, iyi müzikler dinler. Ama oku­ duklarını ya da dinlediklerinin "iyiliğinden" başka şey görmez, duymaz.

M. çoktandır roman okumuyor, okuyanları saf, yazanları cüretkar buluyor. Romanlardan "öğreneceği" bir şey var mı ki?


N. yalnızca az bulunan kitapları okur, mümkünse başka hiç kimsenin okumadığı, anlamadığı... Yüzyıllardır kıyıda köşede kalmış, unutulmuş bu kadar isimle doluyken, kendi çağdaşlarına gönül indirmez. Hem onlar fazla ortalıktalar, el sürülmüş, kirli, murdarlar.

S. o kadar çok şey bilir ki, artık yalnızca kendi görüşlerini doğrulamak için okur. Kentler, kadınlar, doğan her şey onun görüşlerine uyarlanır. Uyarlanamayan bir şey varsa, o zaten yok­tur.

Y.'nin hayattaki tek amacı, "Ben demedim mi?" demektir. Her türlü yozlaşmadan, ihanetten, alçaklıktan, tükenişten, yitirimiş mücadeleden müthiş keyif alır, bir kez daha haklı çıkmıştır.

Z.
başkalarında saptadıklarının tıpatıp kendinde de olduğunu fark etse!

Bazen, insanın içi söylemek istedikleriyle dolar taşar; hani şöyle bir dokunsan, saatlerce, daldan dala atla­
yarak, sızlanarak, kendi kendine gülerek konuşacaktır. Yalnızlık mı, sabuklama mı, keskin bir alay mı, ani bir aydınlanma mı olduğu çıkarılamayan bir konuşma...

Kim olduğunu düşünmek zorunda kalmayanlar ya hep kazananlardır ya da ger­çek vurdumduymazlar...

Hangi sıfatların, hangi isimlerin önüne takıldığı dikkatimi çekti sözgelimi, hangi seslerin alçalıp yükseldiği, hangi gerçeğin küstahlıkla ters yüz edildiği ... Nesneler, olgular, pul pul dökülen yalanlar, şatafatlı bahaneler, şişirilmiş egolar, kirli yüzlerde tutmayan makyajlar...

En korkunç yalan, yansımasını ötekinin gözlerinde gördüğümüz yalandır. İşte bu cehennemden kaçmalı. Koşmalı. Yalınayak, cebindeki paraların, kimliklerin, anahtarların ağırlı­ğından kurtulmuş, günebakanlara, denize, yaşama doğru...

İnsan üstesinden gelemediği şeye indirgenir sonunda.

İnsan varlığına ilişkin içkin bir şiddetten söz edi­lebilir ama insan aynı zamanda şiddet bilincine de sahiptir.
Bir eliyle öldürürken, diğeriyle gözlerini kapayan tek canlı türüdür.

Dediklerini anlaşılmaz kılmak için azami çaba gösteren bazı yazarlarımızın, ad valorem, a priori gibi kavramlar kullanmalarını protesto ediyorum.

Aşk, sahip olmadığın bir şeyi, var olmayan biri­ne vermektir

Yıllarca, o evlendikten sonra bile, sabahları gözü­mü açtığımda yüzünü tavanda görürdüm. Ve inanır mısınız, bir kez bile öpüşmemiştik.

Her güç ilişkisinin kuralı ötekini küçümsemek, onun varlığı karşısında kendi varlığını, onun değerleri karşısında kendi değerlerini yüceltmektir

Orman diyor ki: "Hissetmek zor iştir." Yaşamın özünün bilgisi cesaret ister. Ve özgürlük zor iştir. İnsanlar kendilerine ait olması gerektiğine inandıkları bir şeyin eksikliği olarak yaşarlar onu.

Kimdir "öteki"? Bizden olmayan ama "biz"i tanımlayabilmek için gereksindiğimizdir. Kendisinden başka her şeyi göstermesini beklediğimiz aynadır bazen de.
"Bir insanı tanımak için onunla yolculuk yapın" derler.

İstanbul. Sokaklar, meydanlar, gecekondular, tıklım tıkış oto­büsler, çamurlu ayakkabılar... Kalın paltoların altında görünmez olmuş insan bedeni... Kime olduğu çıkarılamayan bir sitemle dolu yorgun insan yüzleri... Hepsi renksizdi, solgundu, bıkkındı. Fazlasıyla tanıdıktı belki bu kent, ama sanki artık BENİM değil­di.

Bu kentte hakikaten bir şeyler değişmişti demek ki. Değişmişti ama bir bakıma hiç değişmemişti.

İnsanlığın bir kesiminin gözünde av nesnesi görüldüğümüzü, canı çekenin el atabileceği, hırsını çıkarabile­ceği, güç gösterisine girişebileceği, tam-insan sayılmayan ırktan olduğumuzu. Karanlık sokaklarda yürürken, hem kendimiz, hem çocuklarımız adına daha uzunca bir süre korkmamız gerektiğini...

"Bunu herkes biliyor ama kimse konuşamıyor. Bizi çürüten bir bilmezliğin içinde tutarak suç ortaklarına çevirmek istiyorlar. Toplum ormanı içinde her şey yitip gidiyor. Bu çığlıklar yalnızca bir kez kulağınıza ulaşabilselerdi ... " (Sartre)

"Camdan bir fanusun içindeyim. Çığlık atıyorum, kimse duymuyor."

İstatistiklerin, insan hayatını sayılara indirgemek gibi korkunç bir boyutu vardır.

Sessizlik... Çığ gibi büyüyen sessizliğimiz. Sizin hiç oğlunuz öldü mü?
Hiç çok sevdiğiniz birinin bir daha dönmemek üzere çıkıp gidişini izlediniz mi?

Bilseydiniz... Gelişigüzel bir veda yerine onu bir kez daha kucaklardınız. Kucaklar, bırakmazdınız. Dünyanın tüm bağlarıyla bağlardınız onu, tüm bağlılıkları, vaatleri, yeminleriyle. Sırf o kapıdan çıkıp gitmesin diye dünyayı durdurmanız gerekse durdururdunuz. Bilseydiniz ...

Siz hiç başına ne geldiği bilinmeyen birini beklediniz mi?

Siz hiç birini, "ona değil, bana yapın," diyecek denli sevdiniz mi? Sizin hiç oğlunuz öldürüldü mü?

B
eden, kendisine yapılanı unutmaz, onun apayrı bir belleği ve başkaldırısı vardır. Dokunuşların en seveceni bile görünmez yarayı kanatır, diplerdeki karanlık ölümü uyandırır.

Bizimkisi gibi ülkelerde, yalnızca günlük gazeteleri okumak bile, yaşama, yaşamın akışına, ona en ters, en uzak kapıdan, ölü­mün kapısından girmekle eşanlarnlı oluveriyor.

Sanırım en başta kendimi, kendi yaşantılarımızın, kendi gerçeğimizin taşlaşmış seyircileri olmaktan çıkabileceğimize inandırmak istedim.

Neden mahkumların, infazdan bir gece önce bile olsa, intihar etmelerine izin verilmez?

"Bahar insana hep, sanki çiçekler önceden saklanıyormuş da, yetişkin insanlar onları aramaktan sıkılıp vazgeçmesinler diye güneşe çıkmışlar gibi gelir; bir çocuğun hayatıysa nergis için hem yağmur hem de güneş olan bir nisan gününden farksızdır ..(Oscar Wilde)

Bazen insanın içi yıllar boyu söyle mek istedikleriyle dolar, hani bir mikrofon, bir megafon bulsa saatlerce konuşacak gibi­dir. Ama kalemi eline aldığında, bilincinin daralıp kuruduğunu, içinin bir yangın yerine dönüştüğünü görür.

"Türkiye'de herkes hürdür," diyor, gene bir yetkili. "Zihinler hürdür, vicdanlar hürdür. Herkes istediğini söyler." Buna da, dört duvar arasında kalmak koşuluyla diye dipnot düşüyoruz.

"Ruhun içinde, mutlak kötülüğün kardeşlikle çakıştığı nokta­yı arıyorum," der Malraux

Kimsenin duymak istemediği bazı cümleler vardır, bilirsiniz. Alçak bir sesle, donuk bir ifadeyle dillendirilirler. Bir kez dillendirildi mi de, giderek daha kolay, daha duygusuzca söylenirler.
Sözcükler, içlerinde barındırdıkları yükü taşıyamaz, incecik bacaklarının üzerinde eğilip bükülür.

İnsan soyunun en belirgin özelliği iz bırakma isteği değil mi?

Benim peşinde koştuğum umut, en korkunç umutsuzluğun ortasında ayrıkotu gibi kendi kendine büyüyen umut.


27 Haziran 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 48


Bu bir yaşam, öyle değil mi? Bazı başarılar ve bazı hayal kırıklıkları. Benim için ilginç bir şey oldu yaşam, gerçi başkaları, yaşamı bu kadar ilginç bulmasalar şikayet etmezdim ya da çok şaşırmazdım.
-Julian Barnes-


Çelişkinin akıl almaz bir şey olduğunu ileri sürmek hatadır zira onun gerçek varoluşu bir canlının acısında yatar.
-Hegel-



Herşeyin bir anda yerle bir olması için çok büyük bir olay gerekmiyordu: en küçük uyumsuzlukta, basit bir kararsızlık anında, fazlaca kaba bir işaretle mutluluktan paramparça oluyordu.
-Georges Perec-



Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Mademki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi.
-Milan Kundera-


Felsefenin ana konusu, Tanrının insana önerdiği hedeflere ulaşması için sunduğu araçları geliştirmek ve bundan hareketle, bu zavallı iki ayaklı yaratığa, yaşamın güçlüklerle dolu yollarında ilerlemesi için, henüz tanımayı ya da tanımlamayı başaramadığı halde, yirmi farklı şekilde adlandırdığı bu kaderin garip kaprislerini bildirmek üzere önceden birkaç davranış yöntemi çizmek olacaktır.
-Marquis de Sade-


Düşüncelerime karşı sağlam bir dayanak, bir savunma aradım çevremde. Bulamadım: azar azar yırtılıp dağılmaya başladı sis, ama yine de kaygı veren bir şeyler sürükleniyordu sokakta. Belki gerçekten tehlikeli bir şey değildi: silinmişti, saydamlaşmıştı. Ne var ki sonunda insanı korkutan da buydu. Alnımı camekâna dayadım. Rus usulü hazırlanmış bir yumurtanın mayonezi üstünde koyu kırmızı bir damla gördüm: kandı.
-Jean-Paul Sartre-


Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?
-Murat Uyurkulak-


İyiyi, "güzel ve yüksek
şeyleri" ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım, sıkıştım kaldım içlerinde.
-Fyodor Dostoyevski-



Başkalarının bende birini gördüğü ama o birinin de benim tanımadığım bir ben olduğu; başkalarının ancak bana ait olmayan gözlerle bana dışarıdan bakmak suretiyle tanıyabildikleri, görebildikleri o birisine,benim içimde ve onlara göre "benim” görüntüm olduğu halde (o halde "benim” dediğim, aslında benim için değildi!) bana daima yabancı kalacak bir görüntü atfedecekleri; bu hayatın, onlara göre benim olan bu hayatın içine giremeyeceğim düşüncesi, bana âdeta işkence ediyordu. İçimdeki bu yabancıya nasıl katlanacaktım? Aslında kendimden başkası olmayan bu yabancıya? Onu nasıl görmezden gelecektim? Nasıl bilmezden gelecektim? Başkaları onu gördüğü halde ben görmezken, onu daima beraberimde götürmeye, içimde taşımaya mahkûm bir halde, nasıl yaşayacaktım?
-Luigi Pirandello-



26 Haziran 2024

Jean-Paul Sartre / Bulantı (Alıntılar)

İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.

Önceki gün duyduğum izlenimi yeniden duyabilirim şüphesiz. Her zaman hazırlamalıyım kendimi buna,
yoksa yine kayabilir parmaklarımın arasından. Kaçınmalı ama, öte yandan, bütün olup bitenleri, en ince ayrıntılarına dek özene bezene not etmeliyim.
 
Dün değil önceki gün olan çok daha karmaşıktı. Bir yığm benzeşimler, raslantılar ve yanılgılarla karşılaştım, anlam veremediğim şeylerle karşılaştım. Şimdi bütün bunları yazarak oyalanacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim ki korkmuştum, ya da korkuya benzer bir duyguya kapılmıştım. Neden korktuğumu ah bir bilebilsem, anlayabilseydim, bu konuda büyük bir ilerleme yapmış sayabilirdim kendimi.
İşin garibi, kendimi delirdi sanacak bir durumum da yok, hattâ deli olmadığımı gün gibi görüyorum:
bütün bu değişiklikler nesnelerle ilgili. Hiç değilse bunun böyle olduğuna inanmak istiyorum.

Bu belki de küçük bir delilik buhranıydı. iz bırakmadı. Geçen haftaki acayip duygularım bugün artık
gülünç; geliyor bana: duymuyorum onları şimdi.

o kadar uykum var ki, uyku gözümden akıyor. Bir gece, şöyle bir gececik uyuyabilsem bütün bu olanlardan eser kalmazdı.

Merdivenlerden çıktığını duyunca heyecanlandım bayağı, içim rahatladı : böylesi düzenli bir dünyada
tedirgin olacak, korkacak ne var ki? Sanırım iyileştim.

Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve ben, hiç bir şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı.


bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyut bir değişme. Acep ben miydim değişen? Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek.
Sanırım değişen benim: bunu anlamak güç değil, hoş da değil elbette. Başka çıkar yolu yok, bu değişmelerin benden olduğunu kabul etmem gerekiyor. Bir şey daha var: çok az düşünen bir adam oldum. Bir yığın küçük küçük değişimler, ben farkına varmaksızın bende birikip toplanıyorlar, sonra günün birinde, gerçek bir ayaklanma biçiminde patlayıveriyorlar. Ve sonunda, karşıtlıklar, tutarsızlıklarla dolu bir görünüm veriyorlar yaşantıma.

Ne işim vardı burda? Niçin konuşuyordum bu insanlarla? Bu saçma sapan kılığa neden girmiştim? Tutkum oluvermişti. Yıllar yılı beni oraya buraya sürükleyip duran, dalga dalga alıp götüren bu tutku değil miydi? Ve işte şimdi kendimi bomboş duyuyordum.

Doğacak olan, tüm benliğimi kuşatacak olan şeyden korkuyorum. Yine nerelere sürükleyecek bu sarsıntı beni? Tüm araştırmalarımı, kitaplarımı bırakıp, çekip gitmem mi gerekecek yeniden? Bir kaç ay sonra, bir kaç yıl sonra yorgun, umutsuz, yeni yıkımlara mı uyanacağım? Bende olup bitenleri, henüz vakit varken, açıkça öğrenmek, bilmek isterim.

Ben yalnız yaşıyorum, yapayalnız. Kimseyle konuşmuyorum, hem de hiçbir zaman; ne kimseden bir şey alır, ne kimseye bir şey veririm.

Bir zamanlar beni terkettikten uzun bir süre sonra bile bir şey düşünürsem, o şey, mutlaka Anny'yle ilgili, Anny için düşündüğüm bir şey olurdu. Şimdi kimse için hiçbir şey düşündüğüm yok; sözcük aramak gibi kaygım bile kalmadı. Sözcükleri, şöyle ya da böyle saptadığım yok, bırakıveriyorum ağzımdan, az çok çabuk, kendiliklerinden çıkıyorlar. Çok zaman, sözcüklerden yoksun oldukları için, düşüncelerim de sisli. Garip ve eğlenceli biçimlere bürünüp yitip gidiyorlar: hemen unutuyorum bu düşünceleri.

Şu bir gerçektir ki, uzun zamandan beri ne yapıp ne ettiğimi, zamanımı nasıl geçirdiğimi kimseler sormuyor. Kişi yalnız yaşayınca anlatmak denen şeyin bile ne olduğunu artık bilemez hale geliyor: değil olanlar, olması mümkünler bile dostlarla birlikte yitip gidiyor. Olaylar da öyle değil mi? Kendi hallerinde akıp gidiyorlar. Birdenbire, konuşan, sonra çekip giden insanlar beliriyor, kişi, başı sonu olmayan öykülere dalıyor, duyduklarına, gördüklerine tanıklık edecek olsa, pek kötü, iğrenç bir tanıklık olurdu bu.

Tek bir insanın, yalnız bir insanın güldüğüne pek az raslanır: gördüğüm bu bütün; güçlü, hatta vahşi ama katıksız bir anlam doğurdu bende. Sonra her şey dağılıverdi, kala kala, sokak feneri, tahta perde ve gökyüzü kaldı: yine de yeteriyle güzel bir görünüm vardı karşımda. Bir saat sonra sokak feneri yanmıştı. Rüzgâr esiyordu, ve gök yüzü karaydı: eski görünümden hiçbir şey kalmamıştı geriye artık

Kimselere, hiç kimseye anlatamıyorum. Ve işte: usul usul, suların dibine doğru, korkuya doğru kayıyorum.

Benim sonum da bu mu yoksa? Yalnız olmanın ilk kez sıkıntısını duyuyorum. İş işten geçmeden, çocukları korkutan bir insan durumuna düşmeden, başıma geleni birine açmayı ne'kadar isterdim, Anny şimdi burada olsaydı.

Yüreklerini kazandığı kadınları tutkunun uçurumlarına dek sürükleyebilen garip bir çekiciliği vardı.

Korkunç çocukluk anılarının etkisiyle, dik kafalı ve tutkulu bir insan haline gelen bu yaşlı kadın onu görünce birdenbire yumuşayıp, gülümsemeye başlıyor.

Nasıl yapıyorlar bunu? Yoksa ben mi onlardan daha kuruntulu, ya da daha az akıllıyım? Böyle bir soruyu kendime sorunca, bu kez de cevabı ilgilendirmiyor beni. Aslına bakarsan ne aradığımı ben de bilmiyorum. Ne arıyorum?

Kış aylarında nice severdim gökyüzünü. Kara yağmur bulutlarıyla kaplı, dar, gülünç ve dokunaklı bir yüz gibi pencerelere eğilen, kış aylarının gök yüzünü. Gülünç değildir bu güneş, tersine. Uykusuz geçirilen bir geceden sonra, uyanıkken coşkuyla alınan kararlara, tek bir sözcük silmeden, çizmeden bir çırpıda yazılan yazılara attığımız bakışlar gibi, doyumsuz ve hesaplı bir ışık vurur bütün sevdiğim nesneler üstün

Kişinin tam kendine yöneleceği bir gün bu: güneşin, hoş görüden uzak bir yargı gibi yaratıklar üstüne
saçtığı bu soğuk aydınlıklar gözlerimden giriyorlar içime, solgun bir ışıkla aydınlanıyorum içimde. Kendimden alabildiğine iğrenmem için, on beş dakika yeter de artar bile, biliyorum. Ama hayır, teşekkür ederim baylar, can attığım yok buna
.

Bu görünen kurşuni şey yüzümün yankısı benim. Bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. Hiç bir şey demiyor yüzüm bana. Başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. Benimkinin yok. Güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. Çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.

Saçlarımın kızıllığından hoşnutum. Aynada bakmaya değer doğrusu, ışıl ışıl yanıyor. Şanslıyım demektir. Ya saçlarım; kumral mıdır, kahverengi midir anlaşılmayacak, bu ikisinin arası bir renkte olsalardı ne yapardım ben? Yüzüm gariplik içinde yitip gider, aynaya baktıkça başım dönerdi.

 Öteki insanlar da benim gibi midir, yüzlerinin anlamını çözmekte bu denli güçlükler içinde midirler? Bana öyle geliyor ki, sağır ve organik bir duyarlıkla bedenimin ağırlığını duyar gibi kendi yüzümü du-yabiliyorum ben. Ya ötekiler?

Acaba yalnız olduğum için mi benim yüzüm böyle? Toplu yaşayan insanlar aynalarda kendilerini, dostlarının gördükleri gibi görmeye alışmışlardır. Ama benim dostum yok ki: tenim bu yüzden mi bu kadar yalın, çıplak geliyor bana. İnsanın, evet evet, inşanın^insansız bir doğa gibisin diyeceği geliyor

Olmuyor! Olmuyor işte: evet, iğreniyorum kendimden, içimde bir bulantı.

 Çok iyi duyuyorum bunu, bir şey var, bir şeyler oldu. Sessizlik. Ne mi oldu? Bulantı kayboldu. Sessizlik içinde, ses yükselmeye başladığında bedenimin katılaştığmı, sertleştiğini. Bulantının yitip gittiğini duydum.

Sen ey, nice uzaklardan gelmiş, nice düzenlerle, nice yitik hareketlerle hazırlanmış güzelim kral. Başka yeni düzenlemeler, başka davranışlar, başka hamleler, başka cevaplar doğsun diye, talihler dönsün diye, başka nice küçük serüvenler gelişsin diye, yeri geldiğinde işte sen de öteki kâğıtlar arasına karışıp, yitip gittin.
 
Mutluyum: bu soğuk öylesine temiz, öylesine temiz ki bu gece: ben, kendim de, buzlu bir hava dalgası değil miyim? Ne kanım var, ne lenfam, ne de etim. Bu uzun kanal içinde öteki soluk ışığa doğru akıyorum. Soğuktan başka bir şey değilim.

Çok rica ederim, ne söylediğimi anladın mı? Çektiğim yeter Charles, haydi dön, ne olur, çok mutsuzum. Dokunacak kadar yakınından geçiyorum. Bu... ama bu alev alev yanan, bu hüzün parlayan yüz, nasıl olur?

Dayanak olmak isterdim ona, ama cesaret edemiyorum; yardıma gerek duyuyorsa söyler; yanından ona baka baka ve yavaş yavaş geçiyorum. Gözleri üstümde, bakıyor ama görmüyor; acı çektiği için kimseyi.

Bir an, onun hakkında yanılıyor muyum acep diye soruyorum kendime, bu birdenbire gördüğüm onun gerçek yapısı mı, değil mi diye düşünüyorum...

Gözünden biraz düştüm galiba.

Önünde, ardında koca bir evren var. Ama bir gün gelecek, en son raftaki en son kitabın en son sayfasını da
kapatırken: "Ya şimdi, şimdi ne yapacağım"? diyecek kendi kendine.

Artık içinde bulunduğum anı gelecekten ayıramıyorum, ama yine de sürüp gidiyor bu, azar azar gerçekleşiyor... Zaman denilen de bu işte, çırılçıplak zaman, kişinin varlığına usul usul geliyor, bekletiyor kendini, ama bir kez de gelince midesi bulanıyor insanın, çünkü zamanın çoktan var olduğunu anlıyorsunuz.

Sessizlik. Sessizlik. Zamanın tenimde kayışını, tenime usulca dokunuşunu duymuyorum artık.

Anılar şeytanın kesesindeki altın sikkelere benziyor.

Nice ölü öyküler içinde, yine de bir, iki canlı öykü vardır hatırlanan. Korka korka hatırlarım bu bir iki öyküyü. Hatırlana hatırlana eskiyip yıpranmalarından çekinirim, bazan, ender anlarımda düşünürüm onları. İşte bu güzel öykülerden biri, şu an düştü belleğin tuzağına, geçtiği çevreyi, kişileri, davranışları yeniden görüyorum. Ne o? Duruyorum birden bire: bir yıpranmışlık var galiba, bir sözcük var duyguların ağını yırtıp çıkan. Bu sözcük, bu sözcük sanırım az sonra sevdiğim nice görüntünün yerini alacak. Duruyorum birden bire, hemen başka bir şey düşünüyorum; anılarımı yormak istemiyorum. Boşuna; gelecekte hatırladığımda onları, çoğu yitirecek canlılığını.

Nasıl da yoksunmuşum gizli boyutlardan, nasıl da kendi bedenime kapanıp kalmışım, kendi bedenime ve bedenimde tomur tomur kabarcıklaşan sudan düşüncelere! İçinde yaşadığım andan yararlanarak anılarımı yeniden kurmaya çalışıyorum. İçinde yaşadığım şu anın içine atılıp bırakılmışım. Boş yere geçmişle birleşmeye uğraşıyorum: ama kendi bedenime kapanıp kalmaktan kurtulamıyorum.

Ne kadar şanslısınız, ah Bayım. Söylenilen doğruysa çok okuyan değil, çok gezen bilirmiş.
Karmakarışık eder mutlaka bu yolculuklar insanı. Bir gün elime böyle bir olanak geçerse, yolculuğa
çıkmadan önce, huyumu, yola çıkmadan önce inceden inceye bir kıyıya yazmak isterim. Böylece
döndüğümde neydim, ne oldum diye kendimi incelemiş olurum. Yolculuklarda fizik yapısından başka
ahlâkını da değiştiren insanlar varmış, kitaplarda okudum. Dönüşlerinde de yakınları bile tanı-
yamıyormuş onları.

Ah şu gelenekler bayım, ne garip, ne garip şeyler.

Aslına bakacak olursanız nice serüvenler yaşamakla övünüyordum. Ama bugün hor görüyordum kendimi, bu yüzden makina gibi çıkmıştı ağzımdan bu iki sözcük: bana öyle geliyor ki yalan söylüyor, nice serüvenler yaşadığımı sanarken kendimi aldatıyorum,.hayatımda pek az serüvenlerim oldu, daha doğrusu serüvenin ne demek olduğunu bile bilemiyorum artık.

Serüven geçmedi başımdan. Bazı öyküler yaşadım, bazı olaylarla karşılaştım, bazı kazalar geldi başıma. Ama serüven? Hayır. Bu bir sözcük sorunu deği], şimdi anlamaya başlıyorum. Hiç farkına varmadan bazı geyler, diğerlerine göre daha çok kalmış akhmda. Hangi şeyler? Aşk mı? Değil, Tanrı mı? O da değil, zafer, servet? Hiç değil. Aklımda kalan... Kısacası zaman zaman yaşantımın değerli, ender bir nitelik kazandığını düşünürdüm. Olağanüstü durumlarla karşılaşmak ihtiyacı duymuyordum. Bütün istediğim biraz kesinlikti. Şu an yaşadığım hayatın hiçbir parlak yanı yok.

Serüvenler yalnız kitaplarda varmış. Aslına bakarsanız kitaplarda anlatılanlarla gerçek yaşantıda da karşılaşabilir insan, ama aynı biçimde değil. Ben o gerçekleşme biçimini arıyordum oysa. Önce şu var; başlangıçlar gerçek başlangıçlar olmalıydı. Yazık! ne istediğimi ancak şimd anlayabiliyorum.

Bir şeyler başlıyor bitmek için: serüven uzamağa gelmez; bitişiyle anlam kazanır. Ben de bu bitişe, belki benim de ölümüm olan bu bitişe doğru sürükleniyorum. Her an başka anları getirmek için var olur. Bütün yüreğimle yapışıyorum her an'a.

Bir şey kırılıyor birden bire çıt diye. Serüven bitmiştir artık, gün eski yavanlığına bürünüyor yeniden. Dönüp bakıyorum; ardımda o güzel ezgili biçim bütünüyle geçmişe gömülüyor. Küçülüyor, küçülüyor, kendine in-dirgendikçe büzülüyor. Şimdi son, başlangıçla bir oldu. Bu altın noktayı bakışlarımla izlerken - öleceğimi bilsem, bir serveti, bir dostu yitireceğimi bile bilsem - her şeyi aynı koşullarda inceden inceye yeniden yaşamak isterdim. Ama bir serüven bir kez bitmişse yeniden başlamaz, uzayıp gidemez de. Evet, işte benimi her zaman istediğim; yazık, hâlâ istediğim de bu işte. Bir zenci şarkı söylerken mutlu oluyorum. Yaşantım o ezginin özü olsaydı nice doruklara yücelirdim kimbilir.
Adını bilmediğim düşünce hâlâ orda, uslu uslu bekliyor. Ve şimdi şunları söylüyor sanki bana:
Doğru değil mi? Senin istediğin de bu değil mi? Hiç bir zaman sahip olamadın ki ona (hatırlamaya
çalış: kendini nasıl da sözcüklerle aldatıyor, önemsiz yolculuklarına, kızlarla sevişmene, onun
bununla hırlaşmaya, incik boncuğa serüven dediğini hatırlamaya çalış.) O istediğin şeye, ne sen sahip
olursun, ne de başkası. Ama neden? Neden?

Kişi yaşarken hiçbir şey gelmez başına. Çevredeki nesneler, görüntüler değişir, insanlar gelir, insanlar gider, insanlar girer, insanlar çıkar, hepsi bu. Hiçbir zaman başlangıç yoktur. Ezgisiz, nedensiz günler günleri izler, bu bitmek tükenmek bilmeyen, tek düze, yayan bir hesaptır. Zaman zaman ender anlarda olup bitenleri bir düşünürsünüz, bir kadınla beraber olduğunuzu, kirli bir öyküde yer aldığınızı görürsünüz. Göz açıp kapayıncaya dek süren bir zamandır bu.

Aslına bakarsanız insanlar olayları sonundan anlatmaya başlar. Son, o birkaç sözcükte saklıdır, bu birkaç
sözcüğe başlangıç niteliğini, başlangıç değerini bu son kazandırmaktadır.


Bir an, 'insanları sevmiyor muyum yoksa ben?' diye sordum kendi kendime.

Değişen hiç bir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu; Bulantı gibi bir şey, Bulantı gibi diyorum ama, tam tersi de olabilir: Kısaca bir serüvendir başlıyor bende, nasıl bir serüven olduğunu kendi kendime sorduğumda, görüyorum ki ben kendi'mim, ben burdayım, geceyi bölen ben'im, tüm bunları duyan ben'im, bir roman kahramanı gibi mutluyum.

Yeniden yürümek için acele ettiğim yok. Galiba mutluluğumun doruğundayım.

Yürüyorum. Rüzgâr bir vapur düdüğünün çığlıklarını taşıyor. Yapayalnızım, ama kentin üzerine yürüyen bir ordu gibiyim.
 
Sıkıntıyla doluyum: En küçük davranışım bile bağlıyor beni. Ne isteniyor benden sezemiyorum. Ama ya orası, ya burası, bir seçim yapmalıyım: Gillet geçidinden vazgeçiyorum. Ne vardı bu geçitte benimle ilgili, benim olan? Hiç bir zaman bilemeyeceğim bunu.

 Her şey duruverdi birden; yaşantım duruverdi.

Redoute caddesinde buldum kendimi, düşündüm: Buruk bir pişmanlıktan başka nem kaldı?
Söyleniyorum kendi kendime: "Şu serüven duygusu kadar sevdiğim, tuttuğum hiç bir şey yok dünyada.
Ama bu duygu da canı istediği zaman geliyor; geldiği gibi de çabucak kaçıp gidiyor, onsuz nasıl da tatsızım! Hayatımı yaşamadığımı anlamam için mi böyle gelip gelip gidiyor, alay eder gibi yokluyor beni?"

Bir kadın görürsünüz, yaşlanacağını düşünürsünüz, ama yaşlanışını göremezsiniz. Ne var ki zaman zaman bu kadının yaşlanışını görür gibi olur, onunla birlikte yaşlandığınızı duyarsınız: Serüven duygusu işte bu duygudur. Yanlış hatırlamıyorsam, zamanın geri dönülmezliği deniyor buna.

Ben benimle alay edenleri susturacak, korkutacak kozları elimde bulundurduğum halde, beni
küçümseyenlere, çabalarımı yadsıyanlara karşı susuyorsam, çabalarım bugün değerlendirilmiyorsa, gerçek ve mutlu yargıyı gelecek kuşakların vereceğine inanıyorum.

Azıcık bile çaba göstersem yapısını iyice bulup çıkarabileceğim onun: Nicelerine kıyan o parlak alaycılığına rağmen, nerdeyse açık yürekli diyebileceğim sade bir insan aslında. Az düşünüyor, ama bir şeye karar verirken, derin bir incelikle, yapılması gereken neyse tam onu yapıyor. Namussuzluğu saf bir namussuzluk, kendiliğinden oluşan, cömert ve özden bir namussuzluk. Efendilerine ve dostlarına ihanet edilince, bu kez ciddî ciddî, onlarda erdem bulup çıkarmak için olaylara yöneliyor. Hiç bir zaman ne kendisinin başkaları üstünde, ne de başkalarının kendi üstünde bir hak sahibi olduğunu düşünmemiş. Hayatın ona sunduğu armağanları yersizi, boş armağanlar olarak görüyor. Her şeye sıkı sıkıya yapışıyor, ama her şeyden de kolayca kopmasını biliyor.

Bir süreden beri düşlerimi sık sık hatırlar oldum. Sanırım uyurken de bir sağa bir sola hayli dönüyor olmalıyım, çünkü sabahları kalktığımda yorganı hep yerde buluyorum.

En son geçen mayıs ayında bir mektup almıştım, o da Rouen kitaplık memurundandı. Patron çalışma
odasına götürüyor beni; bir zarf uzatıyor elime, uzun, sarı ve kabarık bir zarf: Anny'den geliyor
mektup. Beş yıl var ki hiç bir haber alamamıştım ondan. Paris'te eski kaldığım adrese yazılmış
mektup, şubat başlarında verilmiş postaya.
Çıkıyorum; mektubu tutup duruyorum parmaklarınım arasında, açmaya cesaret edemiyorum; Anny yine
aynı tür kâğıda yazmış. Acaba mektup kâğıtlarını hâlâ Pic-adelly'deki o küçük kırtasiyeciden mi alıyor? Sanırım saç biçimini de değiştirmemiş, kestirmek istemediği kumral saçları yine öyle uzundur. Yüzünün biçimini korumak için aynalarla durmadan savaşır: Bunu çekici bir kadın olmak için ya da yaşlılıktan korktuğu için değil de yalnızca olduğu gibi kalmak için yapar. Belki de onda sevdiğim yan da yüzünün en
küçük çizgilerine karşı gösterdiği bu bağlılık.

Anny'nin içinde bulunduğumuz an üstüne örttüğü büyülü örtünün . altında çırpınıp duruyor, uzun kollarımla örümcek ağlarını bozar gibi bu büyülü örtüyü yırtmaya uğraşıyordum. Elbette görmeye gideceğim Anny'yi. Hâlâ beğeniyorum onu, hâlâ seviyorum bütün yüreğimle. Bu üstün anlar oyununda bir başkasının daha şanslı, daha usta olmasını ne kadar isterdim.

Anny'nin mektubunu cüzdanıma koyuyorum: Verebileceği kadarını vermişti mektup; onu ellerine alan, katlayan, zarfın içine koyan kadına ulaşamam nasıl olsa. Geçmişte kalan birini düşünmek bile mümkün mü acep? Birbirimizi sevdiğimiz zamanlar, birlikte geçirdiğimiz anların tekinin bile; katlandığımız acıların en hafifinin bile bizden kopup gerilerde kalmasına izin vermemiştik.

Yaşantım hakkında bildiklerimi de kitaplardan öğrenmişim gibi geliyor bana.

Sessizliğe gömüldü her şey yeniden, ama bu sessizlik az önceki gibi değil.

Ya ben, benim eşyalarımı nerde saklarım? insan geçmişini cebine koyamaz ya; geçmişi düzenle saklamak için bir ev gerekli. Benimse yalnız bir kuru başım var bu dünyada. Tek bir insan, bir kuru başıyle nasıl
saklar anılarını, uçup gider üzerinden anılar. Ama yakınmaya da hakkım yok. Özgür olmak isteyen
ben değil miyim?

Biz burada anısı olmayan iki adam kırıntısıyız. Birdenbire doğrulup benimle konuşmaya kalksa havaya sıçrayıveririm

Ne güzel çizgiler var yüzünde. Her çeşidinden, bütün çizgiler. Alındaki enlemesine çizgiler, gözünün dış ucundan şakağına dek uzanan buruşuklar, ağzın iki yanındaki o acı çizgiler, çenesinin altına sarkan sarı büklümler de cabası. İşte talihli bir adam. Ne kadar uzaktan bakarsanız bakın, hayatı her yönüyle yaşamış, nice acılar görmüş bir insan bu dersiniz. Çizgilerle dolu bu yüzü hak etmiş, belli, geçmişini korumasını, kullanmasını biliyor. Sarmış, sarmalamış geçmişini, kadınların, delikanlıların kullanabileceği, yararlanabileceği bir duruma getirmiş.

İkimiz de aynı mayadanız, ötekilere karşı birleşmemiz gerekir.
Yalnız hissediyordu kendini; oysa kendine benzeyen, kendi türünden insanlar olduğunu biliyor şimdi.

Tecrübeliyim diye geçinenleri çok görmüşümdür. Yaşamlarını uyuşukluk içinde geçiren, sütçü beygiri gibi ayakta uyuyan insanlar. Düşünüp, taşınmadan, alelacele evlenirler, rasgele çocuk yaparlar. Başka insanlara ancak kahvelerde, evlenme ve cenaze törenlerinde, rastlarlar. Zaman zaman anafora kapılıp, başlarına gelenin ne olduğunu bilmeden çırpınıp dururlar. Çevrelerinde olup biten her şey onlarsız başlar, onlarsız biter. Karanlık, uzun biçimler, uzaktan gelen olaylar, şöyle bir hazla dokunuverir onlara, ama ne olup bittiğini anlamak için baktıklarında hiç bir şey göremezler, her şey sona ermiştir zaten. Kırk yaşlarına geldiklerinde saplantılarına, inatlarına sıkı sıkıya yapışmışlardır ve bu saçmalıklarına tecrübe adı verirler, sonra da makine gibi dağıtmaya başlarlar onu.

Neden korkuyor? Bir şeyi anlamak istediğimi? zaman o şeyin tam karşısında dururuz yapayalnız, o an kimse yardım edemez bize; bütün bir geçmişimiz hiç bii işe yaramaz. Ama anlamak istediğimiz şey kayboluverii ve ondan anladığımız da onunla birlikte yok olur. Genel yargılar daha bir okşayıcıdır. Bir de şu var! Gerek usta söz ebelerine, gerek onların yeni yetme çırakları na, dinleyenler, her zaman hak verirler. Bu adamların bilgelikleri ötekilerden, hep, elden geldiğince sessiz olmayı, elden geldiğince az yaşamayı, unutulmayı ister. En iyi öyküleri; yaşamdan ağızlarının paylarını almış kayıtsız, patavatsız kişilerle ilgili
öykülerdir.

Tecrübenin ölüm koktuğunu tekrarlamakta lıakhymışım demek: Bu son savunması onun. Buna kendi de inanmak isterdi doktor, gerçeği maskelemek isterdi elbette. Yalnız olduğunu, boş olduğunu, zekâsının körelip, bedeninin bozulmakta olduğunu saklamak, gizlemek isterdi elbette. Deliliklerini, tavizlerini iyi allayıp pullayabilmiş demek: Geliştiğini söylüyor kendi kendine. Düşüncesinde boşluklar mı var, zaman zaman beliriyor mu bunlar? Nedenini yıllarda aramak gerek, değer yargıları gençlik ateşinden, gençlik hızından yoksun. Kitaplarda okuduklarını anlayamıyor mu artık? Elbette anlayamaz, şimdi kitaplardan çok uzak yaşıyor. Kadınlar yatamıyor mu artık? Bir zamanlar yattı ya. Kadınlarla bir zamanlar yatmış olmak, halen yatmaktan çok daha iyidir: İnsan geçmiş zamanla düşünür, geçmiş zamanla yargılar, geçmiş zamanla karşılaştırmalar yapar. Ve şimdi bu korkunç ölü yüzünün aynalardaki görüntüsüne dayanabilmek için doktor bey tecrübelere sığınmış, kendini, yılların yüzüne kazıldığına inandırmaya çalışıyor.

Dört sayfa yazdım. Ardından uzun bir mutluluk anı sökün etti. Tarihin değeri üstünde uzun uzun durmalı. Ama tiksinme tehlikesi var öte yandan.

Tam bir düş kırıklığı oldu benim için: ışık yok muydu, vardı, mağazaların vitrinlerinden akıyordu. Ama kıvançlı, insanın içini aydınlatan bir ışık değildi bu: sis yüzünden apak kesilmiş bir ışıktı, su çizgileri gibi dökülüyordu omza.

Düşüncelerime karşı sağlam bir dayanak, bir savunma aradım çevremde. Bulamadım: azar azar yırtılıp dağılmaya başladı sis, ama yine de kaygı veren bir şeyler sürükleniyordu sokakta. Belki gerçekten tehlikeli bir şey değildi: silinmişti, saydamlaşmıştı. Ne var ki sonunda insanı korkutan da buydu. Alnımı camekâna dayadım. Rus usulü hazırlanmış bir yumurtanın mayonezi üstünde koyu kırmızı bir damla gördüm: kandı. Sarının üstündeki bu kırmızı leke midemi bulandırdı.

bugün hiçbir şeyi belirledikleri yoktu: var olup olmadıkları bile belli değildi, bir andan başka bir ana geçerken büyük güçlük çekiyorlardı. Okuduğum kitabı iyice sıktım: ama en güçlü duygularım bile körelmişti. Hiçbir şeyde gerçek havası yoktu; kendimi; birden yok oluvere-cek karton bir döşemeyle çevrilmiş duyuyordum. Dünya soluğunu tutmuş, büzülüp dertop olmuş, geçen gün Bay Achille'in beklediği gibi kendi bunalımını, kendi Bulantısını bekliyordu.

Bugün değişememiş gibi bir hali vardı dünyanın. O zaman da herşey, her şey olabilirdi.

Tam bir bozguna uğradım. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Rıhtım boyunca koştum, Beauvoisis mahallesinin ıssız sokaklarına daldım. Evler üzgün gözlerle kaçışıma bakıyorlardı. Sıkıntılı bir yürekle boyuna tekrarlayıp duruyordum: nereye gitmeliydim? Nereye gitmeliydim? Her şey olabilirdi. Zaman zaman küt küt çarpan bir yürekle yarım çarklar yapıyordum: sırtıma da ne oluyordu yani? Belki de olanlar ardımda oluyordu. Birden geriye dönse miydim? O zaman da iş işten geçmiş olurdu.

Mektubunu aldığım günden bu yana, ilk kez özden olarak, yüreğimde Anny'yi yeniden göreceğim için mutluluk duydum. Altı yıldan bu yana ne yaptı ola? Birbirimizi yeniden görünce sıkılacak mıyız acep? Sıkılmanın, rahatsızlık duymanın ne olduğunu bilmez Anny. Sanki dün birbirimizden ayrılmışız gibi karşılayacak beni. Yeter ki daha başlangıçta bir budalalık etmeyeyim, sıkmayayım canını, ilk karşılaştığımızda elini sıkmamam gerektiğini unutmamalıyım, Anny hiç sevmez böyle şeyi.

Yalnız kendisi için yaşamıştı bu adam. Hayattaki tutumunun cezası olarak kimseler gelmemişti gözlerini kapamaya. Son bir uyarıydı bu resim bana.

Değişmeyen, durgun bir yargı okudüm gözlerinde. Bizi ayıran şeyi o zaman anladım: benim hakkında düşündüklerim ona ulaşmıyordu; benimkisi tam romanlarda yapılan ruhsal çözümlemeydi. Ama onunki, onun değer yargısı kılıç gibi içime işliyor, neden var olduğumu sormaya kalkıyordu. Haklıydı da, her zaman ben de kendi kendime düşünmüştüm bunu: var olmaya hakkım yoktu. Bir raslantı eseri gelmiştim dünyaya, varlığım bir taşın, bir bitkinin, bir mikrobun varlığından farksızdı. Yaşantım hemen her alanda küçük mutluluklarla geçiyordu. Bazan garip belirtiler koyuyordu önüme bu yaşantı; bazan anlamsız mırıltılardan başka hiçbir şey duymuyordum.

İnsanın görevini yapması basit olduğu kadar ne de güç bir şeymiş.

Haydi küçüğüm, uslu olacağına, gelecek yıl iyi çalışacağına söz ver bakayım dedene. Gelecek yıl belki de buralarda olmayacak artık deden.

 Tecrübe kişinin kendisini ölüme karşı savunmasından çok daha başka bir şeydi; tecrübe bir savunma değil bir haktı: yaşlıların kazandığı bir hak.

Varlığım ciddi ciddi beni şaşırtmaya başlıyordu. Ben yalnızca bir görüntü değil miydim yani?

 Bu alçak gönüllü bilgine bakar bakmaz bir rahatlık duyuyordu insan. Bakışlarındaki derin anlamı sezemeyenler adamcağızın teki deyip geçebilirler bile. Neden sevilen, sayılan bir insan olduğunu anlamak için fazla düşünmeye gerek bile yoktu: sevilen bir insandı, çünkü her şeyi anlıyordu; her şey sorulabilir, her şey söylenebilirdi ona.

Sosyalistler mi? Ben onlardan daha da ötedeyim!» Bu tehlikeli yolda onu izlemeye kalkarsanız, titreye titreye, aileyi, yurdu, mülkiyet hakkını, en kutsal değerleri ter-ketmeniz gerekiyordu. Burjuva seçkinlerinin yönetim hakkı konusunda bile şüpheye düşülüyordu. Bir adım daha atınca bakıyordun ki, birden, her şey o eski sağlam nedenler üstüne yeniden ve en iyi biçimde oturtulmuş. Ardına dönünce sosyalistlerin, uzaktan uzağa, minnacık, mendillerini sallayıp, "Bizi de bekleyin," diye bağırdıklarım görüyordun.

Çok iyi anlıyorum sizi, ilk günden anlamaya başlamıştım zaten.

Ne kadar canlı bir resim, nerdeyse konuşacak.

Ülkemiz büyük bir hastalık içinde kıvranmaktadır: yönetici sınıf artık toplumu yönetmek istemiyor. Bu seçkin yönetici sınıfın kalıtım, eğitim ve tecrübeleriyle, hükümet etmek için yetiştirilmiş insanlar, gerek istemedikleri, gerek bıkıp usandıkları için yönetimden kaçmaya çalışırlarsa ülkemizi kimler yönetecek Beyler? Kaç kez söylemişimdir bunu: yönetmek seçkinlerin hakkı değil başlıca görevidir. Sizden rica ediyorum Beyler: yetki, saygı ilkesini yeniden kuralım bu ülkede!

Dalından kopmuş bir güldür ölü öğrenci çocuk: bundan daha hüzün verici başka ne olabilir dünyada?

Ağzındaki sonsuz yorgunluk anlatımı, çektiği acıyı yeteriyle gösteriyordu. Ne var ki bu kadın hiçbir zaman "Acı çekiyorum," dememiş. Acısından üstün olmuş.

Nasıl yani, kendi geçmişini saklamaya, korumaya gücü yetmeyen ben, bir başkasının geçmişini mi
kurtarmaya kalkacaktım?

Şimdi artık hiçbir şey kalmıyordu ondan. Bu kuru mürekkep izlerindeki taze pırıltı gibi o da kayboldu. Benim hatam yüzündendi: söylenmemesi gereken tek sözleri tutup söylemiştim: geçmiş yoktu, demiştim. Bay de Rollebon da birden gürültüsünün hiçliğine dönmüştü.

"O değil mi, bu mektupları, bu satırları tek tek o yazmadı mı, elbette o yazdı. Bu kâğıda ellerini dayadı, kalemin altında buruşmasınlar diye kâğıtlara parmağını bastırdı," dedim kendi kendime. Çok geç: artık hiçbir anlamı yoktu bu sözcüklerin. Avuçlarımda, sıkıp durduğum bir tomar kâğıttan başka bir şey yoktu.

Onun kendi payma düşen kendini ortaya koymaktı. Karşımda duruyordu, kendi varlığını bende belirlemek için tüm yaşantımı kuşatmıştı. Var olduğumu bile anlamıyordum artık, artık kendimde değildi varlığım, onda varoluşuyordu; onun için yiyor, onun için soluyordum, eylemlerimin her biri anlamını benim dışımda, orda, tam benim karşımda, onda buluyordu; ne ak kâğıt üstüne sözcükler karalayan elimi, ne yazdığım cümleyi görebiliyordum, ama arkada, kâğıdın ötesinde, bu davranışı, varlığının uzantısı, berkiticisi olan bu davranışı isteyen, gerekli bulan marki'yi görüyordum. Ona can veren bir araçtan başka bir şey değildim ben, benim var oluş nedenim de oydu; beni benden kurtarmıştı. Oysa şimdi ne yapacaktım?
Her şeyden önce kımıldamamalıydım, kımıldamamalı... Oof!

Şimdi ters dönüyor ölüm, karnı üstü uzanıyor, sırtını dönüyor bana.

Beden bir kez yaşamaya başlayınca artık o tek başına yaşıyor. Ama düşünce öyle mi? Onu sürdüren, gözler önüne seren ben'im. Yaşıyorum, yaşadığımı düşünüyorum. Ah bu varolma duygusu yok mu, büklüm büklüm bir duygu; ve bu duyguyu, usul usul, yavaş yavaş ben seriyorum gözler önüne... Düşünmeme bir engel olabilseydim! Deniyorum bunu, ve başarıyorum! bana öyle geliyor ki şimdi artık dumanla dolu başım... ve işte düşünce yeniden başlıyor: "Duman... düşünmemek... düşünmemek istiyorum: düşünmemek istediğimi düşünüyorum. Düşünmek de gerekmez. Çünkü bu da bir düşüncedir." Demekasla bitmeyecek bu sorun.
Düşüncem, ben'im: işte bu yüzden durduramıyorum kendimi. Varım, çünkü düşünüyorum... düşünmeme engel olamam üstelik. Şu an bile - korkunç bir şey bu - eğer varsam, varolmaktan korktuğum için varım. Benim, içinde soluk aldığım hiçlikten kendimi çekip çıkaran benim: kin ve varolmak iğrençliği beni nice var oluşturan, varlık içine beni götüren işte bunlar. Düşünceler benim ardımda oluşuyor, tıpkı bir baş dönmesi gibi başımın ardında doğduklarını duyuyorum... bir bıraksam onları, buraya, öne, tam iki gözümün arasına gelecekler - bırakıyorum yine her zamanki gibi, büyüyor düşünce, büyüyor, büyüyor, hep, işte koskocaman oldu, tüm benliğimi kuşatıyor ve tazeliyor varhğımı.

Bir olguyum, varım çünkü...

 Benim, varım, düşünüyorum o halde varım, varım çünkü düşünüyorum, neden düşünüyorum? Düşünmek
istemiyorum artık, varolmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum, dü... çünkü... ooof!

Garip, şimdi bu ben miyim hâlâ?

Yaşayan etten bedenim, kıpırdanan, ve usul usul sıvıları döndüren etimin tatlı ve şekerli suyunu döndürüp döndürüp duran beden, elimdeki kan, elimde bir acı var, dönen, yürüyen, çürük tenime tatlı gelen bir acı var elimde, yürüyorum, kaçıyorum, eti bu duvarların var oluşuna, çürümüş, adi bir adamım ben. Üşüyorum, bir adım atıyorum, üşüyorum, bir adım atıyorum, sola dönüyorum, sola dönüyor, sola döndüğümü düşünüyor, deli, deli miyim ben? Delirmekten korktuğumu söylüyor, varoluş, varoluş, içinde küçücük mü görüyorum kendimi, duruyor, birden duruyor, durduğumu düşünüyor, nerden geliyor? Ne yapıyor? Yeniden yürümeye başlıyor, korkuyor, çok korkuyor, adi adam var olmaktan tiksindiğini söylüyor, tiksiniyor mu? Varolmaktan tiksine tiksine yorgun. Koşuyor. Umduğu ne? Kaçmak için koşuyor, havuza atılmaya mı koşuyor? Koşuyor, yürek, yürek çarpıyor, oh ne güzel yürek var, ayaklar var, soluk var. Hepsi varlar koşa koşa, soluk soluğa, sıcak ve nemli vurarak, tatlı tatlı vurarak, soluğu kesiliyor, soluğum kesildi diyor, varlık düşüncele^ rimi yakalıyor arkadan, tatlı tatlı sergiliyor arkadan; arkadan enseliyorlar beni, arkadan düşünmeye zorluyorlar usul varoluş kabarcıkları, soluyan, benim arkamda bir şeyler olmaya zorluyorlar.

Dört gün sonra Anny'yi göreceğim: işte şimdilik tek yaşama amacım bu. Ya sonra? Anny beni terkedince n'olacak? Sinsi sinsi neler umduğumu biliyorum: bundan böyle hiçbir zaman beni bırakmamasını umuyorum. Şu var ki, Anny'nin asla ömrünü benimle geçirecek, saçlarını benim önümde ağartmaya yanaşacak biri olmadığını da biliyordum. Güçsüzüm ve yalnızım, ona ihtiyacım var. Güçlü bir anımda karşısma çıkmak isterdim onun: güçsüzlere acımaz Anny.

Açıkça söylüyorum ona: bu sabah kendisini görmenin beni sevindirdiğini, konuşacak birine ihtiyacım olduğunu. "Sizi masamda görmekten ne kadar mutluyum, anlatamam."

Görmek için değil, bir ruh birliği kurmak için bu bakışlar.

 Ne var ki, her ikimiz de gençtik: şimdi, başkalarının gençliğini görünce duygulanacak bir yaşta olduğum halde duygulanmıyorum.

Beni asıl üzen, her hangi bir kıvanç türünden yoksun kalmak değil de, bütün bir insanî eyleme
yabancılık duymamdır... Oysa ben de bir insanım ve bütün bu tabloları da insanlar yapıyor.

Bazen aklıma düşünceler diyebileceğim bazı şeyler geliyor. Çok garip: oturuyorum, elimde bir kitap, okuyorum, derken bilmem nerden geliyor, bir ışıkla aydınlanmış gibi oluyorum. Önceleri pek önemsemiyorum bunu, ama sonra bir küçük defter alıp yazmaya karar verdim.

Adını kurşun kalemle buraya yazdım, ama bu akşam kırmızı mürekkep ile geçeceğim üstünden.

Bir... düş kırıklığına bir daha dayanamam.

İnsanın kendini aldatması, kendine yalan söylemesi gerçekten gerekli mi?

Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Değerli varlığımızı sürdürmek için buraya toplanmış, yiyip içiyoruz ama, varolmamız için aslında hiçbir neden, hiç mi hiç, hiçbir neden yok.

Tanrıya inanmıyorum; bilim varlığını yalanlıyor ama, toplama kampında insanlara inanmayı öğrendim.

Hastayım galiba: içimi allak bullak eden bu korkunç öfkenin başka nedeni olabilir mi? Evet, evet, bu öfke olsa olsa hastalıktan doğma bir öfkedir.

Ben kendimi yalnız duyduğumu söylemek istiyorum. Anlıyorsunuz değil mi, ille de biriyle birlikte olmak gerekmez.

Ondan duyduklarımı daha önce hümanistlerden sık sık dinlediysem bu benim kabahatim mi? Hey gidi, nicelerini tanıdım ben! Ilımlı insancılar özellikle memurun dostudur. "Solcu" denilen insancılar ise başlıca insansal değerlere önem verirler. Hümanist olan hiçbir partiden değildir, çünkü insana ihanet etmek istemez, ama öte yandan insan sevgisi konusunda çok alçak gönüllüdür.

Siz de insandan kaçanlardan mısınız yoksa?

İnsandan kaçan da bir insandır: o halde hümanistin de bir ölçüde insandan kaçması, nefret etmesi gerekir. Ama bu kininin derecesini iyi bilen, insanları daha sonra, daha iyi sevebilmek için önce insanlardan nefret eden bir bilimsel insandan kaçıştır. Şu var ki, ne bu bütün içinde yer almak, ne de güzelim kırmızı kanımın bu lenf asal hayvana yem olmasını isterim: "İnsan severliğe karşı" olduğumu söyleyecek kadar da budala değilim. Ben hümanist değilim, hepsi bu.

İnsan, insanlardan, insanları sevdiğinden daha çok nefret edemez.

Bir insanı hemen nasıl tanımlayabilirsiniz, şöyle ya da böyle dir diyebilirsiniz hakkında? İnsanın derinliklerine kim inebilmiş ki? İnsanın kaynaklarına kim eğilebilmiş ki?

Aslında o da benim kadar yalnızdı; kimse tasalanmıyordu onun adına. Ne var ki, bu yalnızlığını düşündüğü yok. Ne yapalım yani, gözleri kapalıysa ben mi açacağım?

Aslında siz de seviyorsunuz bayım, siz de seviyorsunuz insanları benim gibi. Kullandığımız sözcükler değişik, hepsi bu.

Yaman bir ruh sarsıntısı, baştan ayağa sarsıyor beni. Bir saatten beri. Bir saatten beri biliyordum böyle bir durumla karşılaşacağımı, ne var ki bu gerçeği saklıyordum kendimden.

Tanışmıyorlar ama, bu güzelim havada dolaştıkları için aynı suçu işlemiş suç ortakları gibi bakıyorlar birbirlerine.

 Şöyle birinin paltosunun yakasına yapışıp da "bana yardım et" deseydim.

Rahatladım, şimdi hoşnutum diyemem; tersine, bu yükün altında eziliyorum. Ne var ki amacıma ulaştım. Bilmek istediğimi biliyorum, ocak ayından beri bu başıma gelenlerin nedenini kavradım. Bulantı bırakmadı beni, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum, ama bir dert gözüyle de bakmıyorum ona artık. Benim için bir hastalık, bir hırçınlık nöbeti olmaktan çıktı: Bulantı ben'im çünkü.

Biz sıkılmış, kendi kendimizden bunalmış bir yığın varolandan başka bir şey değildik.