23 Haziran 2024

Jack Kerouac / Yolda (Alıntılar)


Dean Moriarty'nin gelişiyle hayatımın "yolda" diyebileceğimiz bölümü başladı. Öteden beri batıya gidip ülkeyi tanıma hayalleri kurardım, bir türlü gerçekleşmeyen belirsiz planlarım vardı. Dean bu iş için eşi bulunmaz biriydi, çünkü yolda doğmuştu

Benim birazını anladığım, kendisinin ise hiç anlamadığı şeyler söyledi.

O küçük şirin kız görüntüsünün altında, hem inanılmaz derecede aptal, hem de korkunç şeyler yapabilen biri vardı.

Benden ne kadar çok şey öğreniyorsa ben de ondan o kadar çok şey öğreniyordum.

Yoldaş, sana elimi veriyorum!
Paradan kıymetli sevgimi veriyorum,
Vaazlar yerine ya da yasalardan önce, kendimi veriyorum,
Sen verecek misin kendini bana?
Çıkacak mısın benimle yolculuğa?
Bağlı kalsak mı birbirimize, yaşadığımız süre boyunca?
-Walt Whitman-


Yapılacak ne çok şey var! Yazılacak ne çok şey var! Edebiyatın koyduğu yasaklar gibi, dilbilgisinin verdiği korkular gibi, yazı yazmaya musallat olan bütün o şeyleri, bütün o kısıtlamaları aşıp yazmaya başlamak bile ne büyük iş!

Kendini öyle hararetli ifade ediyordu ki, otobüsteki herkes "Kim bu aşka gelmiş çatlak?" diye etrafına bakınıyordu.

Onlar dansedip eğlenirken ben de ilgimi çeken insanlar sözkonusu olduğunda hep yaptığım gibi peşlerinden sürükleniyordum.,Çünkü benim adam dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler.

Dean'i daha yakından tanımak istemem, yazar olduğum için yeni deneyimlere ihtiyaç duymamdan
ya da kampüsteki yaşantımın tekdüzeleşmesinden değildi, karakterlerimizin farklılığına rağmen onun,
nasıl bilmiyorum, bana uzun zaman önce kaybettiğim bir erkek kardeşimmiş gibi gelmesindendi

Otostop yapmanın en büyük derdi, sayısız insanla konuşma zorunluluğudur, şoförün sizi aldığına pişman olmamasını, hatta eğlenmesini sağlama zorunluluğudur. Bu sefer yorgun ruhumu biraz olsun dinlendirebilecektim.

Güneş kızarmaya başlarken uyandım. Bu, hayatımın en değişik, en garip ânıydı: kim olduğumu bilmiyordum, evimden uzakta ve yol yorgunuydum, daha önce görmediğim ucuz bir otel odasında yatıyordum. Dışardaki buharın ıslığını, otelin eski tahtalarının gıcırtısını, yukarı kattaki ayak seslerini, bütün kederli gürültüleri işitiyordum. Çatlamış yüksek tavana baktım. Yaklaşık onbeş saniye kim olduğumu hatırlayamadım. Korkmuyordum, sadece başka biriydim, bir yabancı. Ve tüm hayatım hayaletlere, ruhlara aitti.

Ondan hoşlanmıştım galiba. Sonradan kanıtlayacağı gibi iyi biri olduğundan değil, her şeye hevesli olduğundan

Kafamızdan geçen her şeyi tam bir dürüstlük ve bütünlükle birbirimize iletmeye çalışıyoruz.

İki kişinin ruhları hakkında dürüstçe yaptıkları gerçek konuşmaları kastediyorum, çünkü hayat kutsaldır ve her ânı değerlidir.

Sevgilisini elinden aldığım için beni yıllardır suçluyordu, ama mesele bu değildi, sözkonusu olay
sayesinde birbirimize kopmamacısına bağlanmıştık. Bu herif çok vefalıydı ve beni cidden seviyordu,
Tamı bilir neden?

Kafam dizlerimin arasında, köşeme çekildim. Tanrım, evimden üçbin mil uzakta ne yapıyordum? Neden gelmiştim buraya?

Bağışladım onu. Herkesi bağışladım, kendimi bıraktım, sarhoş oldum.

Remi bir daha benimle konuşmayacaktı. Bu korkunç bir şeydi, çünkü Remi'yi sahiden çok seviyordum ve onun ne kadar candan, ne kadar baba biri olduğunu bilen sayılı insanlardandım. Kırgınlığının geçmesi yıllar sürecekti.

Sövüp saydım. Karanlık gökyüzüne bakıp Tanrı bana daha iyi bir hayat ve sevdiğim insancıklar için birşeyler yapabilme şansı versin diye dua ettim.

Birkaç adım attıktan sonra dönüp son kez birbirimize baktık, aşk bir düellodur çünkü.

Hayata babamızın çatısı altında her şeye inanan tatlı bir çocuk olarak başlarız, öyle değil mi?

"Niyetin ne? Niye yapıyorsun bana bunu?"

Nefret ettiği bir şeyden bahsederken gözlerinden öfke saçıyor, birden mutlu olduğunda bu öfkenin yerini ışıl ışıl bir sevinç alıyordu, vücudundaki her kasın yaşamak için seğirdiğim görüyordum.

 Ne tip bir eş olur bu acaba, sorusunu kendime sormadan ilişki kurduğum kız olmamıştı hiç.

Gece hüzün doluydu, ama keyifliydi de.

Onun mutluluğundan başka bir şey düşünmüyordu.

Dean "Yıllardır ilk defa başbaşa kalıyoruz, dertleşebiliriz artık," dedi. Sonra da susmak bilmedi.

Bir keresinde halam, erkekler kadınlarının ayaklarına kapanıp af dilemedikçe dünya sükun bulmaz, demişti.

İnsanlara kendi şaşkınlığımdan başka verecek şeyim yoktu.

Hayattaki her şey, hayatın bütün yüzleri aynı küf kokulu odada toplanıyordu.

Yağmurlu bir akşamdı. Yağmurlu akşamın efsanesi. Dean'in huşudan gözleri dışarı uğramıştı. Bu delilik bir yere varmayacaktı. Bana ne olmuştu peki? Hemen aydım: Dean'in New York'tan aldığı çaydan tüttürmekteydik ne zamandır. Her şeyin açıklığa kavuştuğunu düşündürtmüştü bana. Her şeyi bildiğiniz, her şeyin ebedi olarak hükme bağlandığı anı yaşatmıştı.

"Bütün gün evde oturmaktaki amacınız ne, bilmek istiyorum. Bütün bu konuştuklarınız ne? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?"

"Düşünsene, kaldırımda yürüyen benim hayaletimdi."

Biz dostuz, değil mi?

"Boşverin şimdi bunları da dinleyin, hepiniz, her şeyin güzel olduğunu, dünyada dert edecek bir şey bulunmadığım kabul etmeli ve HİÇBİR ŞEY hakkında GERÇEKTEN kaygı duymadığımızı ANLAMAK bizim için ne demek bilmeliyiz. Haksız mıyım?" Haklıydı.

Kadınlara bayılıyorum! Bayılıyorum! Bence hepsi şahane! Hepsini seviyorum!

Öğrendikleri, "hayatın gerçekleri" olarak kabul ettiği şeylerdi, yalnız gerektiği için değil istediği için de öğrendiği şeyler.

Bir defasında "Öldüğümüz zaman ne olacağız acaba?" diye sormuştum. "Ölmüşsen ölmüşsündür zaten," diye cevap vermişti.

hayatının konusuyla ilgileniyordu: yaşayan sokaklarda, gecenin sokaklarında olan şeylerle. O koltuğunda oturuyor; Jane de içkiler, martiniler getiriyordu. Koltuğundan düşen gölgeler hep yorgundu, gece de, gündüz de. Burası onun köşesiydi.

Jane delicesine, marazi sayılabilecek bir aşkla seviyordu bu adamı. Beraberliklerinde kabalık da yoktu, naz da yoktu, bizim asla anlayamayacağımız türden derin bir dostluk ve muhabbet vardı. Tavırlarmdaki o tuhaf soğukluk ve anlayışsızlık birbirlerine ince titreşimler göndermelerini sağlayan bir tür nüktedanlıktı aslında. Aşk her şeydir.

Çıkıp yalnız başıma rıhtıma yürüdüm. Çamurlu kıyıya oturup Mississippi nehrini daha yakından tanımak
istiyordum, ama olmadı, bir tel örgüye burnumu dayayıp uzaktan bakabildim ona ancak. İnsanları nehirlerinden ayırmaya başlarsanız ne kalır geriye.

"Allah kahretsin, anlamalıydım, daha önce de başıma gelmişti. Ah, ne zaman akıllanacağız?"

Arabayla uzaklaşıyor ve arkanıza bakıyorsunuz: insanlar düzlükte ufalıyor, ufalıyor ve nokta haline gelip kayboluyorlar. O anda hissettiğiniz, dünya bizi ezip geçiyor, her şeye veda ediyoruz duygusu değil midir? Ama biz gökyüzünün altında yeni çılgın maceralar düşlemekteydik.

Ah çocuklar, hafızam da kafam kadar iyi olsa, yaptıklarımızı en ince ayrıntısına kadar anlatırdım size. Ama zaman nedir biliyoruz. Her şey kendi kendine halloluyor.

Ne manyak herifti yahu! Hemen kanım kaynadı. Böylelerini çok iyi tanırım, beyinleri saat gibi çalışır, çetin cevizdir hepsi. Ne yazık ki vakit yok... vakit yok...

Marylou göz ucuyla Dean'i izliyordu, yolculuk boyunca tanık olduğum şekilde: sıkıntılı ve üzgün, onun kafasını kesip tuvalete saklamayı tasarlar gibi, kin ve pişmanlık dolu bir zaafla, kibirli, öfkeli, zincirlerinden boşanmış, yüzünde hem ona düşkünlüğünün getirdiği yumuşak tebessüm hem de ürkmeden edemediğim o uğursuz kıskançlık ifadesi, ona duyduğu aşkın asla meyva vermeyeceğini anlamış, onun erkekçe kendine yeterliliğini ve dalgınlığını yansıtan, sarkık çeneli, kemikli yüzüne baka baka, zaptedilmez bir deliyle beraber olduğuna inanmış

Nereye gidilir? Ne yapılır? Niçin? Uyumak en iyisi.

Dean nerde? Neden bizi arayıp sormuyor? Ona duyduğum güveni kaybediyordum.

Gördüğüm hayalleri anlattım ona. Dünyanın içinde elmadaki kurt gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen o dev yılandan bahsettim: bu yılan bir gün, soradan Yılan Tepesi adıyla anılacak bir tepeyi delip yeryüzüne çıkacak ve yüz mil uzunluğundaki gövdesiyle sürüne sürüne yol alırken ne bulursa yutacaktı. Şeytan'di bu. "Sonra ne olacak?" diye ciyaklayarak boynuma sarıldı Marylou.

Açlık ve acı abuk sabuk konuşmama yol açıyordu anlaşılan.

Artık kimsem yoktu. Hiçbir şeyim yoktu.

 Hiç diz çöküp Tanrı'ya beni bağışla diye yalvarmadın mı? Üstüne bulaşmış pisliklerden arınmak için dua etmedin mi? Günahkarsın sen oğlum! Çek git buradan! Ruhumu rahat bırak, ne güzel unutuyordum seni, yaramı deşme. Hiç dönmemiş ol.

Kimbilir kaç kere ölmüş ve yeniden doğmuştum, ama hatırlamıyordum, çünkü hayattan ölüme ve ölümden hayata geçmek ürkütücü derecede kolay oluyordu, hiçliğe doğru sihirli bir hareket, o kadar, milyonlarca defa uyuyup uyanmak gibi, mutlak bir kayıtsızlık ve derin bir bilinçsizlikle. Ölümle doğumun dalgalanmaları, içsel zihnin durağanlığındandı, rüzgarın sakin, berrak, ayna gibi bir su birikintisine vurmasına benziyordu.

Kahrolmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.

Heyecan vardı burada. Hava, hayal kırıklığı nedir bilmeyen, "beyaz elemler" nedir bilmeyen, hakikaten neşe dolu bir hayatın titreşimleriyle yüklüydü.

"Hayatım darmadağın. Sen ne alemdesin?" "Ne iyi, ne kötü. Ama birbirimize anlatacak milyonlarca şeyimiz var. Sal, oturup dertleşebileceğiz nihayet."

Herkes hakkında binlerce şey geçiyordu kafamdan.

Aynı görüntüler, aynı yargılar, aynı hayati kararlar, gerçeklerin bir anda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıvermesi, yüreğine çökmesi, kabuslara yol açması, yaylım ateşi gibi. İşte o zaman keşfettim ki onu öldürebilirim, yani öldürecek kadar çok seviyorum. Eve koşup kafamı duvarlara vurdum.

 Ama gene de kendimi çok iyi, çok mutlu hissediyorum, hatta hiç hissetmediğim kadar, hayatı seviyorum, güneşte oynayan o şeker veletleri seviyorum, sen geldin diye havalarda uçuyorum, can dostum Sal, hem biliyorum, her şey yoluna girecek.

Hayatı tanıyoruz Sal, yaşlanıyoruz, ikimiz de, yavaş yavaş, olup bitenleri kavramaya başlıyoruz. Hayatınla ilgili söylediklerini çok iyi anlıyorum.

Gözbebeklerim ne algılıyor? Mavi bir gökyüzü. Vefakar bir dost.

Utançtan gözlerim dolmuştu. Dean hâlâ bana bakıyor, ama artık beni görmüyordu. Belki de o anda arkadaşlığımızın dönüm noktasını yaşıyorduk, Dean benim onu ve çektiği sıkıntıları önemsediğimi farketmişti, karmakarışık ve sancılı zihninin biryerlerine oturtmaya çalışıyordu bunu. İkimizde de bir değişiklik olmuştu. Bende, birkaç yıldır aynı yolda yürüdüğüm, beş yaş küçüğüm biri için kaygılanma şeklinde, onda ise niteliğini ancak sonradan olacaklara göre çözebileceğim bir sıçrama şeklinde.

Tamamdı. O güne kadar yapmadığımız ve ahmaklık ederek uzak kaldığımız her şeyi yapacaktık.

bir süre burada yaşamış, sonra da ardında gönülsüzlükler, isteksizlikler bırakarak çekip gitmişti, ev bu gerçeğin hazin izlerini taşıyordu.

Onun sayısız günahlarından ötürü kaderin bönü, budalası, azizi haline geldiğini anladım birden.
Senin kendinden ve o kahrolası eğlencelerinden başka şeye saygın yok.

O bir ASİYDİ. Kutsayan kaynak, kutsayan ruh. Bildiği neydi? Bildiği şeyi bütün gücüyle bana anlatmaya çalışmıştı, bu yüzden beni kıskanıyorlardı, onun yanında yer almamı, onu savunmamı ve bir zamanlar kendilerinin yapmaya çalıştıkları şeyi yapmamı -onun sözlerini içer gibi dinleyip anlamamı- kıskanıyorlardı. Bana baktılar. Bir yabancıydım ben..

Kimse için farkeder miydi? Biz burada, insanoğlunun lanetlenmiş sokaklarında yaşanan yoksul asi hayatının cehennemiyle uğraşıyorduk, o da bunun şarkısını söylemişti zaten.

Ah dostum! Ah dostum!

 İnsanlar değişiyor, yıldan yıla, yemek yiyoruz ve her yemekle değişiyoruz.

Söylediklerimin hepsi kendime sapladığım bıçaklardı aslında.

Ah Dean, çok özür dilerim, daha önce hiç böyle davranmamıştım sana, beni biliyorsun, kimseyle sıkıfıkı olmaya alışkın değilim, ne yapacağıma, nasıl hareket edeceğime karar veremiyorum, her şey elimde bir pislik haline geliyor sanki, neyi nereye koyacağımı bilemiyorum,

"Elimde değil! Elimde değil!" dedim ona. "Bu iğrenç dünyadaki hiçbir şey benim suçum değil, anlamıyor musun? Böyle olmasını istemiyorum, olamaz, olmayacak!"

Gözle onu, insanoğlu nasıl değişiyor anla. Kahramanım çok garipleşmiş doğrusu!

"Sana müstahak. Ne diye konuşmadın onunla?"
"Yapamazdım, yapamadım.."

Her şeyi bırakıp onun merhametine sığınırdım. Beni istemezse gidip kendimi dünyanın ucundan aşağı atardım.

Dean'in iyice sapıttıktan sonra birden nasıl hiçbir şey olmamış gibi sakin ve aklı başında davranabildiğini gözlerimle görüyordum.

  "Senin yolun hangisi oğlum? Mübareklerin yolu mu, delilerin yolu mu, gökkuşağının yolu mu, gupinin yolu mu, yoksa her yol mu? Herkes için her yerde bir yol var nasılsa. Kim nerde nasıl?"

Düşünsenize, bu uçurumun kenarında doğmuş, bu uçurumun kenarında büyümüş, hayata dair her şeyi bu uçurum temsil ediyor onun için.

"İnsanların ruhları kimbilir nasıl etkileniyor bundan! Kaygıları, değerlendirmeleri, arzuları kimbilir ne kadar farklı!"


"Bu sadakat, bu büyülenmişlik daha ne kadar sürecek?

"Evet, sil baştan sevgili dostum. Beni bekleyen bir hayatım var.
Keşke yanında kalabilseydim. Dua et, geri geleyim."

"Seni çantanla rayların yanında dikilirken görünce incindiğimi hissettim. Sağ salim dönmen için dua ediyorum... Sal'la arkadaşının bizimle aynı sokakta oturmalarını yürekten isterim... Sana güvenmeme rağmen, aldığımız karara rağmen tedirginim... Sevgili Dean, yüzyılın yarısını geride bıraktık, öbür yarıda bizimle olman dileğiyle seni hasretle kucaklıyor, öpüyoruz."

Buraya neden gelmiş olduğunu bile bilmiyordu, beni özlemiş olması dışında.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder