Adalet uygulanmıyorsa, namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını
koruyan insanlar acı çekiyorsa, sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor peki? -Joanne Greenberg-
Ben sizden de değilim, diğerlerinden de. Ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden, tehdit savurmayanlardan, dinini ve ırkını aklının yerine koymayanlardanım. Ben hâlâ şiir okuyanlardanım.
Ah “ruh”!!! Kim bilir hakkında kaç mektup yazmışımdır. O kadının
konuştuğu dilde ruh için bir sözcük olduğunu sanmıyorum. Kalp sözcüğü
var, evet, ama ruh? (Yine de inanmak isterdim var olduğuna). Böyle
söylüyorum ama söyler söylemez de âşık olduğum şeyin onun “ruhu”
olduğunu anımsıyorum. O bunu anlamamıştı tabii. -Henry Miller-
Çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde
kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim
rahat eder, inanabilirim kendim. Çünkü benim için hiç önemi yok,
inanmış inanmamış başkaları. Lâkin tek korkum: yarın ölebilirim
kendimi tanıyamadan. Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki,
başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden
geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime
saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni,
kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. -Sadık Hidayet -
Yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp
kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki?... Yaşamınızın akışını denetim
altına alabilmek için ne yapabilirdiniz, ne yapamazdınız, bunları
düşünerek kendinizi yiyip bitirmenin ne anlamı var? Bizim gibilerin, hiç
değilse doğru ve değerli bir şeye ufak da olsa katkıda bulunmaya
çalışmamız yeterli olacaktır kuşkusuz. Kimilerimiz böyle yüce amaçlar
uğruna yaşamda pek çok şeyi feda etmeye hazırsa, sonuç ne olursa olsun,
bu çaba kendi başına bir gurur ve memnuniyet kaynağı olmalıdır. -Kazuo Ishiguro-
Evet sonunda maskemi aşağıya indiriyorum
kendimi açığa çıkarıyorum itiraf ediyorum ben başka türlü olmak
istiyordum size çok ilginç geldiğim bu durumumu değiştirmek bambaşka
insan olmak istiyordum fakat kendimi başka türlü yapmak elimden gelmedi
beceremedim anlıyor musun sizler gibi olmak istiyordum en aşağılık en
bayağı görüneniniz kadar olmak istiyordum. -Oğuz Atay-
Kendimi bütün insanlara karşı savunmak, çılgınlıklarına tepki göstermek
ve bunun kaynağını ortaya çıkarmak istedim; dinledim ve gördüm ve
korktum: Aynı sebeplerle ya da herhangi bir sebeple hareket etmekten,
aynı hayaletlere ya da tamamen başka bir hayalete inanmaktan, aynı
sarhoşluklara ya da tamamen başka bir sarhoşluğa gömülmekten korktum;
son olarak da, ortaklaşa hayal kurmaktan ve son nefesimi bir vecd
kalabalığı içinde vermekten korktum. Bir varlıktan ayrılırken bir
yanılgının daha elimden çıktığını, onda bıraktığım yanılsamayla
yoksullaştığımı biliyordum... -E. M. Cioran -
Serin bir sabah, açık
kalan pencereden gelen esintiyle ürpererek uyandığında gün yeni yeni
ağarıyorken, o akşamdan kalmanın etkisiyle uykulu
gözlerle etrafına bakındı. Hiç bir zaman sabit bir yeri olmayınca,
nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Dolmabahçe camiinden gelen ezan sesiyle
İstanbul'da olduğunu anladı. Durumu çok iyi olmasına rağmen hiç bir
şehirde evi olmamış, kendini hiç bir yere kimseye ait hissetmemişti.
Her gittiği ülkede hep aynı otellerde ve aynı odada kalırdı, hayattaki
değişmeyen tek rutini buydu. Kendini ait hissettiği tek yer
otel odalarıydı.
Boğazın ve denizin incisi Kız Kulesi her
uyandığında karşısında duruyordu. Kendisine o kadar çok benziyordu ki. Herkesin hayran olduğu göz alıcı bir güzellikteydi, ama denizin
ortasında tek başına, kendisi gibi yapayalnız. Belki de bu manzara için hep bu otelde kalıyordu.
Üstüne
bir şey alıp ezan sesinin eşliğinde uzaktan Kuleyi izledi. Çocukluğunda dedesi
götürmüştü, halbuki o hep babasıyla gelmek istemişti. Babası uzak
deniz kaptanıydı aylarca gelmediği oluyordu. Baba mesleğiydi, aile
nesilden nesile hep kaptanlık yapmış bu yüzden her şey yarım kalmıştı.
Babası ile yaşayamadığı her şeyi dedesi yaşatmıştı ona, sanırım o da
babasının talihsizliğini yaşıyordu. Babası da dedesiyle ortak hiçbir şey
yapamamış o da dedesiyle yapmıştı her şeyi. Bir an, 23 Nisan da
dedesinin bir kayıkçıdan kiraladığı kayıkla onu denizde gezdirmesi
aklına geldi. Dedesi de kaptan olduğu için hiç korkmadan binmişti,
o anı hatırladığında tıpkı o günkü gibi yeniden heyecanlandı. İlk kez o zaman o kadar yakından görmüştü Kız Kulesini,
hikayesini duyunca o da dedesinden kendisi için bir Kule yaptırmasını istemişti, ama o
kendi adını verecekti, bu anı aklına gelince gülümsedi.
Ayılmak
için
bol telveli şekersiz bir Türk kahvesi içti, maillerini kontrol etti, gün
iyice
ağarırken arabasına binmek yerine yürümeyi tercih etti. Boğaz kıyısında
dolaştı, dalgındı. Sokak kedilerini sevdi, simitçiden aldığı simitleri
martılarla paylaştı. Otele dönerken yol boyunca, şu an
okuduğu kitaptaki bir söz aklındaydı onu tekrar edip durdu "İnsanın tek
gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır".. Tüm hayatının özetiydi sanki bu
satırlar. Aynı düşünceyle odasına girdiğinde yatağının başucundaki kitabı
gördü, daha önce farkına varmadığı bir şey dikkatini çekti. Kitabın sonlarına doğru iliştirilmiş bir kağıt parçası. Ona hediye eden kişinin
yazısıydı ve kitabı bitirdiğinde görmesi için bırakmıştı. "29 harf arasına
sıkışmış devrik bir cümleyim ben"..
"29 harf arasına sıkışmış devrik bir cümleyim ben" elindeki notu tekrar
tekrar okudu. Kitaptan mı alıntıydı bu yoksa replik miydi? Neden böyle
bir not koymuştu kitabın arasına, ona ne demek istiyordu. Kendisinin de aynı şeyleri hissettiğini mi anlatmaya çalışıyordu.. Aklından tüm bu sorular geçerken, hayatının
özeti olan yeni bir cümle daha karşısında duruyordu. Acaba başka not ya
da altı çizili bir şey var mı diye kitabı inceledi, yoktu. Kitabı
okumaya çalıştı ama aklını veremedi.
Zihnini dinlendirmek istercesine yatağa uzanıp boş boş tavanı izledi. Bir süre sonra kalkıp saatine baktı, vakit henüz erkendi ama
o, günü yarılamış gibi hissetti. İçinde garip bir huzursuzluk
oluştu, böyle hissettiği anlarda yaptığı şey geçti yine aklından,
gitmek... Yaptığı en iyi şeydi bu, çünkü kendisini huzursuz mutsuz eden
şeylerden anca bu şekil sıyrılabiliyordu, kendince bir savunma şekliydi
belki. Bu herkesin yapabileceği bir şey değildi ardına bakmadan
gidebilmek. Güçlü olduğu için mi gidiyordu yoksa kendini güçsüz
hissettiği için mi?
Kıpırdamadan oturduğu yatakta, uzun uzun
düşüncelere daldı. Sabah sevdiği sokak kedileri
geldi aklına, onlara
benzetti kendini. Okşayan bir ele hasret ama örselendiğini hissettiği an
tırnaklarını gösterip, kaçıyordu..
Farklı olmak için uğraşanların aynı olduğu bir dünyada, farklılık
adına hiç bir şey yapmıyordu. Onu bu kadar özel ve güzel kılan şeyde
buydu
belki.
Düşünceden düşünceye daldı. Sahip olduğu ya da olamadığı bir çok şeyin hasreti
vardı içinde. Çalışmayı hiç sevmiyordu, ona göre çalışmak geninde yoktu
ama çok iyi bir eğitim ve iş hayatının ürünü olarak aranan biriydi ve iki
işte birden çalışıyordu. Anne olmayı çok istiyordu ama karşısına
hayatının erkeği daha çıkmamıştı. Karşısına çıkanlar da onu
yanıltmıştı.. Başarısız ilişkiler, ihanetler, sevdiği herkesten uzak bir
otel odasında bir nottan sonra hayatını gözden geçirip bazı şeyleri
anımsadığında huzursuzluğu iyice arttı... Buradan gitmeliydi.
Acenteyi arayıp biletini öne almak istedi ama Paris uçağı için o gün yer yoktu.
Biraz düşündükten sonra Peru'ya uçak olup olmadığını sordu, akşam 23:30
da uçuş olduğunu öğrenince hemen biletini ayırttı. Telefonu kapattıktan
sonra kendi yaptığına şaşırmıştı, "neden Peru dedim ki" dedi kendi
kendine. Sonra o masum gülümsemesiyle "tabi ki huzur" dedi. Peru'ya en
son gittiğinde ormanda kamp kurmuş. Peru'nun eşsiz doğasına hayran
kalmış ve kendini çok huzurlu hissetmişti, şuan en çok ihtiyacı olan da
huzurdu. Eşyalarını hazırladı. Araba kiraladığı firmayı arayıp arabanın
alınmasını istedi ve plansız seyahati işlerini engellemesin diye uçuşa
kadar düzenlemeler yapmak istedi... Otelden
çıkış işlemlerini yaptırıp aşağı indiğinde taksi hazır bekliyordu,
"havaalanına" dedi, "ama uçağım
23:30 da, vakit varken biraz gezelim son bir İstanbul turu yapmak
istiyorum" dedi. Taksicinin gözleri parladı "hay hay ablacım" dedi.
"Birde yavaş git, gittiğim her yerin havasını içime çekmek istiyorum",
taksici başını salladı. İş çıkış saati olduğu için trafik vardı,
hayalini kurduğu turu yapamayacaktı ama olsun bu da yeterdi. Taksici
"radyoyu açayım mı abla "dedi, "olur" dedi, keşke demeseydi, 90'lar
radyosunda Levent Yüksel'in Karaağaç şarkısı çalıyordu. Sözlerini duyunca üstündeki ağırlık daha da arttı sanki, gözleri doldu ama ağlamadı.
"Gurbete giden döner mi dönmez mi? Belli değil bilirim. Ben bir karaağaç gölgesi buldum. Cebimde ümitlerim".
Sanki
herkes el birliği yapmıştı, İstanbul'dan daha çabuk gitmesi için. Bu
kadar duygu yoğunluğuna alışık değildi, şarkı eşliğinde İstanbul'u içine
çekiyordu. Film
karesindeymiş gibi hissetti kendini, sadece ardından yetişen, "dur gitme"
diyen biri eksikti. Bir kişi hariç herkesten giden oydu. Bu duygular
içinde, kırmızı ışıkta beklerken, taksici radyoyu değiştirdi. Açık
Radyo'da müthiş bir keman
solosu vardı. Hüzünlü ama umut dolu, mini İstanbul turuna güzel yoldaş
olmuştu müzikler. Saatine baktı uçağın kalkmasına 2,5 saat vardı, "artık
gidelim" dedi...
Havaalanına
vardığında daha dingin hissetti kendini, gezi ferahlatmıştı içini
az da olsa. Güvenlik, bilet, pasaport kontrolü derken zamanın nasıl
geçtiğini anlamadı. Uçağa binme sırasına girip koltuğuna oturdu. Şansına
kuyruğa yakın bir yer geldi, zaten hayatı da hep uçlarda yaşamış gibi
için önemsiz bir ayrıntıydı. Pilot uçuşun 28 saat süreceğini ve Meksika
aktarmalı Lima'ya ulaşacaklarını söyledi. Hava durumu bilgisi ve kemer
uyarısından sonra kalkış anı geldiğinde derin bir nefes aldı. Uçak
yavaşça havalandığında, son kez baktı 7 tepeli şehre. Uçak havalandıkça kendini hafiflemiş hissetti. Kulaklığını takıp hiç bir şey düşünmeden müzik dinlemekti niyeti, gözlerini kapatıp gülümsedi..