28 Mart 2024

Annie Ernaux / Yalın Tutku (Alıntılar)

İsimsiz bir anlatıcı, evli ve yabancı bir adam, her şeyi tüketen bir tutku, saplantıya dönüşen bir aşk… Ernaux ispatsız, sade üslubuyla, cinsellik temelinde kurulan bu ilişkinin dinamiklerini, tutkunun tuzağına düşmüş kalbin arzularını, beklentilerini, arzulanan erkeğin varlığıyla özdeşleşmedikçe katlanılabilir olmaktan çıkan günlük işleri, sıradan olayları bütün içtenliğiyle, cesurca ortaya koyuyor. (Arka kapak)


Annie Ernaux'un okuduğum ikinci kitabı, ilki Bir Kadın. Bir Kadın'ı sevmiştim ama çıkçası bu kitabı sevdiğim söylenemez. Bir insanın aşk uğruna düştüğü, dönüştüğü durum beni rahatsız etti ve hiç sevmedim.



"Nous deux adlı dergi,
Sade'dan daha müstehcen."
Roland Barthes


Eskiden neredeyse ölecek duruma gelmeden ba­kılamayan şey, şimdi tokalaşmak kadar kolay görülüyor. (s.11)

Benim için tek bir gelecek vardı, o da yeni randevu saptamak üzere hep bir sonraki telefonun çalmasıydı. İş yükümlülüklerimin dışında -ki o bunların saatlerini biliyordu- ben yokken telefon eder de kaçırırım korkusuyla, evden mümkün olduğunca az çıkıyordum. (s.13)

Aslında bu sesin önemsizliği ve kendi hayatımdaki orantısız önemi beni şaşırtıyordu. (s.14)

Kaç kez seviştiğimizi hesaplıyordum. Her defasında ilişkimize bir şeyin daha eklendiği hissine kapılıyordum, fakat bizi birbirimizden kesinlikle ayıracak olan da bu jest ve haz birikimiydi. Bir arzu sermayesini tüketiyorduk. Fiziksel yoğunluk düzeyinde kazanılan, zaman düzeyinde yitiriliyordu. (s.16)

Sık görüştüğüm insanların önünde, saplantımı sözlerime yansıtmamaya çalışıyordum fakat bu sürekli sürdürülmesi güç bir dikkat gerektiriyordu. Kuaförde konuşkan bir kadına rastlamıştım, başı lavabonun içine doğru eğik vaziyette, "Sinir tedavisi görüyorum," deyinceye kadar herkes kendisine normal yanıtlar veriyordu. Personel hemen, çaktırmadan, bu önüne geçilmez itiraf bir akıl bozukluğunun kanıtıymış gibi, kadına soğuk bir mesafeyle yanıt vermeye başladı. "Bir tutku yaşıyorum," demiş olsam aynı şekilde anormal görünmekten korkmuştum. (s.19)

Bir kadının ya da bir erkeğin "falanla çılgınca bir aşk" ya da "fılanla çok güçlü bir ilişki" yaşamakta olduğunu, yaşadığını itiraf etmesi gibi, sır verme bahanesiyle, kimizaman içimi dökmek istiyordum. Dertleşmenin verdiği coşku geçince, az da olsa kendimi salıverdiğim için kendime kızıyordum. Karşımdakinin sözlerine sürekli, "Bende, benim için de öyle, ben de aynısını yaptım vb." diye yanıt verdiğim bu konuşmalar, ansızın tutkumun gerçekliğine yabancı görünüyorlardı. Hatta bu iç döküşler de yiten bir şey vardı. (s.20)

ebeveynler ve çocuklar, kendileri ne en yakın ama sonsuza dek en yasaklı kişilerin cinselliğini rahatsızlık duymadan kabul edebilecek en son kişilerdir. (s.20)

Alışık olduğum yaşam tarzımın aksine, paramı kolayca sokağa atıyordum. Bu bana genel, gerekli, A.'ya olan tutkumdan ayrılmaz bir masraf gibi geliyordu; buna düş ve bekleyiş içinde harcadığım zaman ve doğal olarak beden de dahildi: Yorgunluktan bitkin düşünceye dek sevişmek, son kez yapıyormuşçasına (Son kez olmadığını kim garanti edebilir ki?) (s. 22)

Bu ilişkide benim için kronoloji yoktu; sadece onun varlığını ya da yokluğunu biliyordum. (s.23)

Belkide hesaba katılacak veriler ancak somut veri­lerdir, bunu deneyimlemem için gerekense zaman ve özgürlüktür. (s.24)

Kimi zaman, kendi kendime, belki bütün gününü bir saniye bile beni düşünmeden geçiriyor diyordum. Kalktığını, kahvesini içtiğini, konuştuğunu, güldüğünü gözümün önüne getiriyordum, sanki ben yokmuşum gibi. Kendi saplantımla hiç uyuşmayan bu durum beni şaşkına çeviriyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Gerçi sabahtan akşama dek aklımdan çıkmadığını öğrense o bile şaşırırdı. Benim tutumumu ya da onunkini daha doğru bulmak için hiçbir neden yoktu. Bir bakıma, ben ondan daha şanslıydım. (s.29)

"Hikayem nerede?" diye düşündüm. Ve sonra ekledim: "Artık hiçbir şey bek­lemiyorum." (s.50)

Ondan elimde kalan, biraz bulanık fotoğrafta biraz Alain Delon'a benzeyen, iri ve sarışın bir adam görüyorum. Onun her şeyi, gözleri, ağzı, cinsel organı, çocukluk anıları, nesneleri ani kavrama biçimi, sesi benim için değerliydi. Dilini öğrenmek istedim. İçki içtiği bir bardağı yıkamadan kaldırıp sakladım. (s.50)

Zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm. İnsanın neler yapabileceğini, hem de her şeyi yapabileceğini keşfettim. Kendim de onlara başvurana kadar başkalarında çılgınca bulduğum yüce ya da ölümcül arzular, onursuzluk, inançlar ve davranışlar. Farkında olmadan, o beni dünyaya daha çok bağladı. (s.51)

Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir. (s.51)


13 Mart 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 39



İçimde o kadar ses var ki bazen gürültüden uyuyamıyorum..
-Eduardo Galean-


Mozart küçükken kötü müzik çalındığı zaman ağlaya ağlaya kaçıyormuş. Cehalet bu etkiyi yarattı bende. Cahil insanlara tahammül edemiyorum.
-Celal Şengör-



Ve ben -aptal gibi- hala
"Bu denli kötü olunamaz" diye düşünüyorum ...
-
Ataol Behramoğlu-


Geleceğini merak ederek izledim hayatımı. Mutluluk ve başarı bekledim hep. İkisini de bulduğum zamanlar oldu, ikisini de kaybettiğim zamanlar. Hayatın benle dalga geçtiği ve benim hayatla dalga geçtiğim zamanlar oldu. Hayal kurmaktan bile korktuğum günler gördüm. Hayallerimi bile aşan günler bazen. Geçmişi unutmayı öğrendim, geleceği merak etmemeyi.
-Lev Tolstoy-



İnsanlar sevilmek eşyalar ise kullanılmak için yaratıldılar.Dünyada ki kaosun nedeni insanların kullanılıp eşyaların sevilmesidir.
-Cemil Meriç-



Sonra aklına bölük pörçük anılar geldi. Bunları üzerlerinde hiçbir yargıya varma­dan düşünüyordu. Çünkü başka bir şey düşünmesine olanak kalmadığından beri, kaçınılmaz anıların duygu­larına dokunmaması için katı düşünmeyi öğrenmişti.
-
Gabriel Garcia Marquez-


Gurur hayatın tuzudur derler; gururum nereye gitti? Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu. Daha iyisini de bulamadım, göremedim, kimse de göstermedi. Sen bir gelip, bir kayboluyordun, tıpkı parlak hızlı bir kuyrukluyıldız gibi; bense her şeyi unutuyor, ağır ağır sönüyordum.
-
İvan Gonçarov-


Değerleri altüst edilmiş, yasakların hakim olduğu, etrafta gardiyanların dolaştığı, köşe başlarındaki idam tahtalarında bedenlerin sallandığı, kadınların üreten, çalışan konumdan yalnızca bebek üretmek üzere programlanan hizmetçilere dönüştürüldüğü, tüm bunların ötesinde bir baskıya dayanan, korkmuş sindirilmiş insanların oluşturduğu, bir toplum düşünün. Düşünürken çok da uzaklarda aramayın.
-Margaret Atwood-


Bendeki bu coşku bir yanardağın patlaması gibi olduğundan elbet dinecek bir gün. Ama bu coşkuyu oluşturan güçleri içimde taşıdığımı bilmek çok korkutuyor beni. Zaten yaşamım korkulara bağlı beni vareden bu korkular onlar yok olursa ben de yok olurum. Benim böyle olduğumu sen de biliyorsun, hatta böyle olmasaydım benimle bu kadar ilgilenir miydin? Patlamalar şu an bitmek üzere aslında mutlu olmam gerekiyor ama bunların her zaman olacağını bilmek korkutuyor beni...
-Franz Kafka-


Geçtiğimiz yüzyılın sanayi devrimi enerjisini, İngiltere’de, Galler’de kömür ocaklarında çalışan çocuk işçilerin emeği ile sağladı. Çiftliklerde, dokuma tezgâhlarında, dağda, ovada hayvan peşinde hep çocuklar vardı. Yedi, sekiz, dokuz, on çocuk yapan anne-baba, çocuklarını boğaz tokluğuna çalıştırır, işe koşmak için ölenlerin yerine hemen yenisini yapardı. Çocukların ölüm istatistikleri sevgili annecik ve babacıklarının vahşetinin yansımasıdır. Hayvan gibi, mahsul gibi, el ürünü gibi alınıp satılmadığı için en düşük, hattâ hiç değeri olmayan, pazarı olmayan bir nesne çocuk. Hep de böyle olmuş. Hayvan daha iyi besleniyor, mal daha iyi korunuyor çocuktan. Tarih boyunca en çok işçiler ve köylüler mi sömürülmüş? Peki çocukları sömüren kim? Tarihte en çok mazlum uluslar, halklar mı ezilmiş? Peki, neredeyse daha beşikteyken onları “davalarında” ölmek üzere yetiştirenler, her ölüyle, şehitle, zaferlerine bir adım daha yaklaştıklarını söyleyenler kim?
-Gündüz Vassaf-




08 Mart 2024

Annie Ernaux / Bir Kadın (Alıntılar)

Bir anne ve kızı arasındaki hem zayıf hem de sarsılmaz bağı, onları ayıran dünyaları anlatan Bir Kadın, mümkün olan en tarafsız dille yazılmış bir ağıt, belki de Annie Ernaux’nun en dokunaklı metni. (Arka kapak)

Annie Ernaux'un annesinin hayatını anlatan bir otobiyografik roman. Kitapta yazar, annesinin hayatını ve kendi hayatını anlatarak bir kadının hayatındaki değişimleri ve toplumsal yapıdaki farklılıkları ele alıyor, Alzheimer hastalığıyla mücadelesini anlatıyor.


Çelişkinin akıl almaz bir şey olduğunu ileri sürmek hatadır zira onun gerçek varoluşu bir canlının acısında yatar. -Hegel-  (s.9 giriş)

Onun hayatta , anneminse ölü olmasını anlayamıyorum. (s.12)

Para, mal ve devlet, ırk ayrımının üç temel direği. (s.14)

"Bu durumda yıllarca yaşasa neye yarardı..." diyorlardı bana. Herkese göre, ölmüş olması daha iyiydi. Bu anlamadığım bir cümle, bir kesinlik. (s.15)

En çok dışarıda, şehre indiğimde acı çekiyordum. Araba kullanırken bir anda, "Artık dünyanın hiçbir yerinde olmayacak," diyordum. İnsanların alışılagelmiş davranış biçimlerini artık anlayamıyordum, kasapta şu ya da bu parçayı seçmek için gösterdikleri özen beni dehşete düşürüyordu. (s.16)

Bu, onun göremeyeceği ilk ilkbahar. (s.17)

Yarın annem gömüleli üç hafta olacak. Boş bir kâğıdın üst kısmına, bir mektuba değil de kitaba başlar gibi, "Annem öldü" yazmanın dehşetini ancak iki gün önce yendim. (s.17)

Annem hakkında yazmayı sürdüreceğim. O benim için
gerçekten anlam ifade eden tek kadındı. (s.17)

Bu güç bir iş. Benim için annemin bir geçmişi yok. O her zaman oradaydı. Ondan söz ederken ilk motivasyonum onu zaman kavramının dışındaki imgelere yerleştirmek ve yer aldığı sahneleri rasgele gözümün önüne getirmekti. (s.17)

Normandiya Fransızcasında “ihtiras” ayrılık acısı anlamına gelir, bir köpek ihtirasından ölebilir. (s.19)

Yoksulluğun yükünü hafifletecek her şeyi bilirmiş. Yüzyıllardır anneden kıza aktarılan bilgiler sıra bana gelince durdu; ben sadece bu bilgilerin arşivcisiyim. (s.19)

Ancak toplumsal yaşamın özünün kişiler hakkında olabildiğince çok şey öğrenmek olduğu, kadınların davranışları üzerinde sürekli ve doğal bir gözetim uygulandığı bir dönemde ve küçük bir kasabada “gençliğinin tadını çıkarma” isteği ile “parmakla gösterilme” kaygısı arasında kalmak işten bile değilmiş. (s.23)

Bir kadın için evlenmek ölüm kalım meselesiymiş; iki kişi daha iyisini yapma umudu ya da kesin batış. Yani “bir kadını mutlu edebilecek” erkek tanımak gerekiyormuş. (s.25)

Annem yirmi beş yaşındaymış. Olduğu kadına dönüştüğü yer burası olmalıydı, her zaman onun olduğunu düşündüğüm bu yüzü, zevkleri ve tavırları burda edinmiş olmalıydı. (s.27)

Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende. (s.29)

Bir kağıda 'annem 7 Nisan Pazartesi öldü' diye yazarak bu işe girişeli 2 ay oldu.Artık dayanabildim, hatta başka biri yazmış gibi okuyabildiğim bir cümle. (s.29)

Sanırım savaş yıllarını bir yere varma mücadelesinde verilen bir mola olarak gördü, etrafta bunca sefalet varken toplumsal ilerleme için çırpınmak tüm anlamını yitirmişti. (s.30)

Yılların kadını, kızıl boyalı saçlarıyla güzeldi. (s.30)

Sanırım babam ve ben, ikimiz de anneme aşıktık. (s.31)

Başlangıçta çabuk yazacağımı sanıyordum. Oysa, sözcüklerin seçimi ve yerleştirilmesi ve söyleyeceğim şeylerin sırası üzerine kendi kendime sorular sormak için çok zaman harcıyorum, sanki anneme ilişkin bir gerçeği anlatabilecek ideal bir tek sıra varmış ama bu gerçeğin ne olduğunu bilmiyorum; yazdığım zamanlar, bu sırayı bulmaktan daha önemli bir şey de yok benim gözümde. (s.32)

En büyük arzusu, bana vaktiyle kendinin sahip olamadığı şeyleri vermekti. (s.34)

Sahip olduğun şeylere rağmen hala mutlu değilsin. (s.34)

Annemin sert mizacını, sevgi patlamalarını, sitemlerini sadece karakter özellikleri olarak düşünmeye değil, aynı zamanda onun geçmişine ve toplumsal durumuna oturtmaya çalışıyorum. Bana gerçeği yansıtma yolundaymış gibi görünen bu yazma biçimi, daha nesnel bir yaklaşım inşa ederek bireysel belleğin yalnızlığından ve karanlığından çıkmama yardımcı oluyor. Ama içimde bir şeyin direndiğini, annemi bir açıklama aramaksızın tamamen duygusal imgelerle -sevgi ya da gözyaşıyla- hatırlamamı istediğini hissediyorum. (s.34)

Annemin iki yüzü vardı, biri bizim için, öteki de müşteriler için. Dükkânın çıngırağı çalınca gülümseyerek sahneye çıkar, sabırlı sesiyle insanlara sağlıkları, çocukları ve bahçeleriyle ilgili bildik sorular sorar, mutfağa dönünce yüzündeki tebessüm silinir. (s.35)

Bilgiden daha güzel hiçbir şey yoktu. Özen gösterdiği yegâne nesne kitaptı. Kitaplara dokunmadan önce ellerini yıkardı. (s.37)

Ergenliğimde onunla bağlarımı kopardım, daha sonra aramızda sadece çatışma kaldı.
Gençliğindeki dünyada, genç kızların cinsel özgürlüğün tadını çıkarabilecekleri fikri bile mahvolmakla eşdeğerdi. Cinsellikten yalnızca ''genç kulaklar''a yasak olan müstehcen bir olgu ya da toplumsal yargılara göre, uygun ya da uygunsuz durum olarak bahsedilirdi. Annem bana bu konuda hiçbir şey söylemedi, ben de ona herhangi bir şey sormaya cesaret edemezdim çünkü merak zaten ahlaksızlığın başlangıcı gibi düşünülüyordu. Zamanı geldiğinde ona regl olduğumu söylemenin, bu kelimeyi ilk kez telaffuz etmenin sıkıntısını çektim, nasıl kullanacağımı açıklamadan bana bir ped verirken kızarmıştı.
Büyüdüğümü görmek hoşuna gitmedi. Beni çıplak yakaladığında sanki bedenimden iğreniyordu. Memeleri ve kalçaları bir tehdit olarak algılıyor, erkeklerin peşinden koşmaya başlayıp derslerime ilgimi kaybedeceğimden korkuyordu şüphesiz. 
(s.39)

Ölümünün beni hiç etkilemeyeceğini düşündüğüm oluyordu. (s.40)

Yazarken kimi zaman 'iyi' anneyi, kimi zaman da 'kötü' yü görüyorum.Çocukluğumun en ücra köşelerinden gelen bu zıtlıktan kurtulmak için sanki başka bir anneyi ve başka bir kızı anlatmaya çabalıyorum. (s.40)

Annem benim için rol model olmaktan çıktı. L'Écho de la Mode dergisinde rastladığım, okuldaki küçük burjuva arkadaşlarımın annelerini andıran kadın imgesine çekilmeye başladım: İnce, ağırbaşlı, yemek yapmasını bilen ve kızlarına "canım" diye seslenen anneler. (s.40)

Bazen kendi kızını kendi sınıfına düşman gibi görüyordu. (s.42)

Aramızdaki çatışmaları unuttum. Edebiyat Fakültesi'nde okurken, zihnimdeki imgesi bağırma ve şiddetten arınmıştı. Sevgisinden ve şu haksızlıktan emindim: Ben amfide oturup Platon dinleyeyim diye, o sabahtan akşama kadar patates ve süt satıyordu. (s.42)

Ölmüş olduğu gerçeği çöktü üzerime hemen ve artık onun içinde olmayacağı gerçek zamana döndüm. (s.44)

Ondan uzakta yaşarken bile, evlenmediğim sürece hala ona aittim. (s.44)

İnsanların onu olduğu gibi sevmeyeceklerinden korktuğu için, vereceği şeylerle sevilmeyi umuyordu. (s.45)

Cenaze töreni bittikten sonra bitkin ve üzgün görünüyordu, "İnsanın hayat arkadaşını yitirmesi zor şey," dedi bana. İşini eskisi gibi yürütmeyi sürdürdü. (Az önce bir gazetede okudum: "Umutsuzluk bir lükstür.") (s.46)

Bir yandan onu kucaklayan, diğer yandan dışlayan bir dünyanın içinde yaşıyordu. (s.48)

Birbirimizle yeniden sinirli, sürekli sitemden oluşan özel bir tonla konuşmaya başlamıştık, bu da yanlış bir şekilde insanlara tartışıp durduğumuzu düşündürüyordu. Bir anne ile kızı arasındaki bu tonu hangi dilde olursa olsun tanırdım. (s.49)

İnsanın amaçsızca sürüklendiği, düşünce ve duygudan yoksun, boş, ruhsuz bir yerdi burası. (s.50)

Tanrım, tek bir söz söyle ve ruhum iyileşsin. (s.51)

Çıplak omuzlarına, ilk defa savunmasız ve acı içinde gördüğüm bedenine bakıyordum. Savaş sırasında bir gece, beni güçlükle doğuran genç kadının karşısındaymışım gibi geldi. Şaşkınlık içinde, onun ölebileceğini anladım.(s.53)

Yazdığı mektuplarda kelimeleri tükenmişti. (s.54)

Sevgili Paulette, içine girdiğim karanlıktan çıkamadım. (s.55)

Hikayesi, dünyada bir yer işgal ettiği hikâyesi burada sona eriyor. Aklını kaybediyordu. Buna Alzheimer diyorlar, doktorların yaşlılığa bağlı bir tür bunamaya verdikleri ad. Birkaç gündür gitgide daha güç yazıyorum, belki de bu âna asla gelmek istemediğim için. Ancak dönüştüğü bunamış kadınla, bir zamanların güçlü ve ışıltılı kadınını birleştirecek kelimeleri bulana kadar içimin rahat etmeyeceğini biliyorum. (s.55)

Umurunda değildi, artık kaybettiği şey ne olursa olsun onu bulmaya çalışmıyordu. Kendisine ait olanı anımsamıyordu, artık kendisine ait hiçbir şeyi yoktu. (s.59)

Kızımın mutlu olması için her şeyi yaptım ama o, böyle yaptığım için daha mutlu olmadı. (s.60)

Bir gün saçlarını fırçalamaya başladım, sonra bıraktım. "Saçlarımı taraman çok hoşuma gidiyor," dedi. Daha sonra saçlarını hep fırçaladım. (s.61)

Annemi öpüp asansöre bindim. Ertesi gün öldü.
Sonraki hafta, hayatta olduğu o pazar gününü, kahverengi çoraplarını, altınçanakları, jestlerini, ona veda ettiğim sıradaki gülümsemesini ve ardından öldüğü o pazartesi gününü, yatağındaki halini gözümün önüne getirip duruyordum. Bu iki günü birbirine bağlayamıyordum.
Şimdi her şey birbirine bağlı. (s.62)

Bir an için, öldüğünün gayet bilincinde olsam da, onun aşağıya inip dikiş kutusuyla oturma odasına yerleşmesini bekliyorum. Annemin hayali varlığının gerçek yokluğundan daha güçlü olduğu bu duygu, şüphesiz unutmanın ilk biçimi. (s.63)

Onu günden güne, çocukluğumun ilk yıllarında gördüğümü hayal ettiğim şekilde görüyorum: Üstümde büyük beyaz bir gölge gibi. (s.64)

Simone de Beauvioir'dan sekiz gün önce öldü.
Almaktan çok herkese vermeyi severdi.Yazmak da bir verme biçimi değil midir? (s.64)

Baskıcı bir çevrede doğan ve bu çevreden çıkmak isteyen annemin tarihin bir parçası olması gerekiyordu ki dahil olmamı istediği, kelimeler ve fikirlerle yönetilen dünyada kendimi daha az yalnız, daha az yapay hissedebileyim. (s.64)

Artık sesini duymayacağım. Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları, gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son bağ da koptu. (s.64)


8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Kutlu olsun...




06 Mart 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 38


Bazı sözler yanlızca bir yabancıya söylenebilir.
-
Leah Thomas-

Çıldırmaktan çok korkuyorum. Neler olduğunu anlayamıyorum ve bu korkunç bir şey.
-
Leonid Andreyev-

Cehennem yerinde hiç ateş yoktur, Herkes ateşini bur­dan götürür..
-
Yaşar Kemal-


Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...
-Gülten Akın-


Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin.
-Murathan Mungan-


Hayvanlarla arkadaşlık yaptın mı hiç
Onların merhametinden
Tanrı birazcık da biz zavallılara verseydi..

-Şükrü Erbaş-


İnsan, daha önce hiç görmediği en güzel kitabı, en güzel kadını, en güzel çölü gördükten sonra kendi kendine şöyle der: Yaşamın geri kalan bölümü burada başlıyor.
-
Jean Baudrillard-


Diğerlerinin çoğu şeyini görebiliyorum. Ama kimse benim içimi göremiyor. İlkel bir seviyede bu beni ruhum yokmuş gibi gösteriyor. Belki de ruhum yoktur. Eğer bir şekilde daha az insan isem, insanlardan insanlık beklemiyorum.
-
Leah Thomas-


İnsan nasıl böyle küçülebilir, alçalabilir, bayağılaşabilir? Böylesine değişebilir mi insan? Gerçeğe benzer bir yanı var mı bunun? Evet, hem de çok! Her değişim olabilir insanda, her şeye benzeyebilir insan!
-Nikolay Gogol-


Dolaşıp durdum ben dünyada sadece!
Yakaladım her türlü zevki saçlarından,
Bırakıverdim, tatmin etmeyeni beni,
Saldım, gitmesi için, elimden kaçanı.
İstedim sadece ve sadece gerçekleştirdim
Ve istedim tekrar tekrar ve zor kullanarak
Geçirdim fırtınalı bir hayat: 
Önceleri büyük ve güçlüydü,
Ama atıyorum şimdi adımlarımı akıllıca ve ölçülü.
-
Goethe-


Herkes kendini tehlikede hissediyordu aslında. Bugün için inanması zor belki ama gerçekten herkes tehlikedeydi. Olacak şey değil, değil mi Olcayto, komünistler emperyalizmi alt edebileceklerine inanarak, dönüşüyorlardı. Ve gücünün farkına varmayan emperyalistler de sanki yenilme ihtimalleri varmış gibi direniyorlardı. Antik çağda onca komedya boşuna yazılmadı evlat. Hayat her çağda üç komedya bir tragedya!
-Mine Söğüt-


Büyükler sayıları pek severler. Ne zaman onlara yeni bir arkadaşınız olduğundan bahsetseniz, size asla esas konu hakkında soru sormazlar. Asla ‘Sesinin tınısı nasıl? Sevdiği oyunlar neler? Kelebek koleksiyonu yapıyor mu?’ diye sormazlar. Onun yerine ‘Kaç yaşında? Kaç kardeş? Kaç kilo? Babası ne kadar kazanıyormuş?’ derler. Sadece bu sorularla onu tanıyabileceklerine inanırlar. Eğer büyüklere, ‘Kırmızı kiremitleriyle, penceresinden sardunyalar sarkan ve çatısında kumruların yuva yaptığı güzel bir ev gördüm…’ derseniz, böyle bir evi hayal edemezler. Onlara, ‘Yüz bin franklık bir ev gördüm’ demek gerek. Ancak o zaman, ‘Ne kadar da güzel!’ diye çığlık atarlar.
-Antoine de Saint-Exupery-