Bu kitabı okurken altını çizdiğim bu kadar yer olduğunu farketmemiştim bile, yazarken anladım. İyi okumalar.
“Her yer değiştirişimde derin bir hüzne kapılırım.
Anıların,
acıların, hazların birbirine dolandığı bir yeri ardımda bıraktığım için
dertlenmem aslında. Beni sarsan,değişimin kendisi; vazonun içinde suyun sallanıp bulanması gibi.” (İtalo Svevo) Giriş
Mahallede yürürken arada sırada küçük bir kaçamak yapabileceğim ya da bir ömür birlikte yaşayabileceğim o adama rastlıyorum. Beni görmek onu her seferinde mutlu ediyor. (s.3)
Her ne kadar hayatımı kimseyle paylaşmıyor olsam da sıkı bir kucaklama bana yeterli geliyor. Yanağa kondurulan iki öpücük, birlikte atılan iki adım, birlikte aşılan kısa bir yol... İkimiz de dile getirmesek de istersek hatalı ve hatta zararsız olacak, yanlış bir maceraya sürüklenebileceğimizi biliyoruz.(s. 4)
Her seferinde etkileniyorum, bunda büyüleyici bir şeyler varmış gibi hissediyorum. Acelem olsa bile duruyorum. (s.5)
Vedalaşıyoruz, ayrılıyoruz, biz de o duvara vuran iki gölgeye dönüşüyoruz; yakalanması mümkün olmayan günlük bir gösteriye. (s.5)
Burada bulunma nedenim, sadece maaşım; yüreğimi koymuyorum işime. (s.6)
Aralarındaki sıkı bağın sadece kan değil,aynı zamanda yas bağı olduğu hemen anlaşılıyor. (s. 9)
Hayatımın her hüzünlü yaşanmışlığı ilkbahara bağlanıyor. Her ağır darbesi. İşte bu nedenle ağaçların keskin yeşili, pazarda görülen ilk şeftaliler, mahallemdeki kadınların giydiği hafif ve evaze etekler kederlendiriyor beni. Tüm bunlar bana yalnızca yitişleri, ihanetleri, hayal kırıklıklarını anımsatıyor. (s.13)
Uyanıp kaçınılmaz biçimde ilerlemek zorunda kaldığımı hissetmekten hiç hoşlanmıyorum. Ama bugün cumartesi günü evden çıkmam gerekmiyor. Uyandığımda yataktan çıkmak zorunda bile değilim. Bundan güzel ne olsun! (s.14)
Kızım olabilirdi, otuz yaş var aramız da. Ama şimdiden insanı savunmazsız bırakacak güzellikte bir kadın, konuşurken ne kadar mutluyum dercesine hep gülümseyen bir kız. O yaşta sevgili edinemeyen, tutuk bir genç kız olan bana hiç benzemiyor. Ona imreniyorum, boşa harcanmış, arzularını dile getirememiş gençliğime yanıyorum. (s.16)
Yabancı gibi durmuyor, tam tersine nereye giderse gitsin oraya uyum sağlayabilen bir varlık gibi. (s.17)
Hayallerle, planlarla dolu zihni. Hala dünyayı değiştirmenin mümkün olduğuna inanıyor. İsyan etme cesaretine sahip, geleceğini burada kurmak istiyor. Çok seviyorum bu kızı, azmi bana ilham oluyor. Aynı anda kendimi düşünüyorum ve süngüm düşüyor; ona kur yapan gençleri, güldüren eğlenceli halleri anlatırken içimi saran yetersizlik duygumu silemiyorum. Gülüyorum ama içim buruluyor, ben o yaştayken aşkı tanımamıştım. Ne yapıyordum? Okuyordum, ders çalışıyordum, dinliyordum ve annemle babamın sözünden çıkmıyordum. Gene de sonuçta onları hiçbir zaman mutlu edemedim. (s.17)
Kaçınılmaz olarak eski sevgilime rastlıyorum, ömrümün beş yılı boyunca birlikte olduğum, anlamlı tek ilişkimi yaşadığım sevgilim. Her rastladığımda ve merhaba dediğimde bir zamanlar ona aşık olmuş olmama şaşırıyorum. (s.22)
Bu köhne şehirden uzakta. Deniz kıyısında ya da dağlarda, medeniyetten uzak bir ev almayı düşünüyorum. (s.23)
Münzevilik mesleğim oldu. Belli bir disiplin söz konusu ve her ne kadar canımı yakıyorsa da onu mükemmelleştirmeye çalışıyorum, bunda da annemin etkisi olmalı. O ömrü boyunca yalnızlıktan korktu ve şimdi, yalılık yılların da bu duygu onu mahvediyor; hatır sormak için aradığımda sadece, "Yapayalnızım" diyor. (s.27)
Onu hep bir beklenti halinde görüyorum, neyin beklentisinde, bilmiyorum ama zamanın akıp gidişi onun yükü haline geldi. (s.27)
O ve korkusu arasındaki kalkan ben miydim, onu sonsuz uçurumlara düşmekten koruyan ben miydim ? Onun korkusunun korkusu mu beni böyle bir yaşantıya sevk etti?
Bugün ikimiz de yalnızız ve biliyorum ki içten içe alaşımı yeniden oluşturmayı, yanlızlığını yok etmeyi istiyor; ona göre ikimiz için de en doğru çözüm bu olur. Reddettiğim için onu üzüyorum. Rahatsız sessizliğe, evden çıkarken kapatmadığım ışığa ve radyoya rağmen yalnızlıktan memnun olduğumu, zamanımın ve mekânımın efendisi olmanın bana iyi geldiğini söylesem annem bana ikna olmuş gibi bakmaz, yalnızlığın yoksunluktan başka bir şey olmadığını söylerdi. Bu konuda kafa yormak boşuna; kendime yonttuğum küçük tatminler onun aklına yatmaz. Bana düşkün olmasına rağmen bakış açımla ilgilenmiyor ve işte bana gerçek yalnızlığı öğreten de aradaki bu uçurum oluyor. (s.28)
Burası bana suyun altında yüzerken mavimsi bir çalılık hissi veren denizi anımsatan bir karasal manzara. (s.30)
Bir yıl boyunca bir psikanaliste gittim. (s.32)
Bana hep aynı şeyi söylüyordu: Buyurun,başlayın. Sanki her buluşmamız ilk ve yeganeymiş gibi. Her görüşme bana asla gelişmeyen bir romanın giriş bölümü gibi geliyor.
Ne anlatıyordum ona rüyalarımı, karabasanlarımı, saçmalıkları. Kimi zaman annemin öfke nöbetlerini, beni insan olarak etkilemiş olan yaygaralarını, kendinin kesinlikle anımsamadığı korkunç anları. Hakkımdaki yargılarını sıralıyordum. Beni ne zaman ve nasıl kılıçtan geçirdiğini. (s.33)
Her seansta olumlu bir şeyler anlatmak gerekiyordu. Ve ne yazık ki çocukluğumda bu anlamda yeterli anım yoktu. Ben de güneş vuran balkonumu, orada nasıl kahvaltı ettiğimi anlatıyordum. Açık havada ısınmış tükenmez kalemi elime alıp iki satır yazı yazmanın keyfini falan anlatıyordum. (s.34)
Ben de bir arkadaşıma psikanaliz yapıyorum. O da benim gibi kırkını aşmış bir kadın ama hep telaş içinde, hep bir koşturma halinde yaşıyor. (s.35)
Bana şöyle diyor: Kendi evimde dinlenemiyorum. Daima yapacak iş var, bir anlığına olsun şöyle tasasızca oturamıyorum koltuğa. Sehpanın üzeri hep darmadağınık, bakmamla moralimin bozulması bir oluyor. Uyuduğum anlar hariç evimin tadını çıkartamıyorum. Oysa onu bu hale getirebilmek için ne çok para harcadık. Biliyor musun, bana küçücük bir köşecik yeterdi. (s.36)
Bana yurt dışına yaptığı uzun bir yolculuktan yeni döndüğünü, geldiğinde evde küçük kızına ait bir defter annesini özleyen, annesince terk edilmiş bir kızın hikayesini anlatıyormuş orada. Şöyel başlıyor: "Kendini hep yalnız hisseden, annesi ona neredeyse hiç bir zaman iyi geceler öpücüğü vermediği için her gece ağlayan küçük bir kız varmış." (s.37)
Suyun içindeyken varoluşumdan bütünüyle uzağım. Düşünceler eriyor, engelsizce akıyorlar. Su tarafından korunduğum ve hiçbir şey değmediği için her şey bedenim, kalbim, evren- bana tahammül edilebilir geliyor. Bütün gücümü çabama veriyorum ve geri kalan her şey yok oluyor. Bedenimin altında dibe vuran ışık oyunlarını, duman gibi yakan daimi ışık ve gölge değişimlerini seyrediyorum.(s.40)
Kocalardan, çocuklardan, yaşlanan ana babalardan yakınılıyor. Hiç suçluluk duygusuna kapılmadan yasak düşünceler ortaya saçılıyor.
Kayıpları, felaketleri sindirmeye çalışırken havuz suyunun hiç de o kadar duru olmadığını fark ediyorum. Acı, ıstırap kokuyor, zehirli. Ve sudan çıktığımda belirsiz bir kaygıya kapılıyorum. Bütün o istırap arada sırada kulağıma kaçan su gibi üzerimden kayıp gitmiyor, ruhuma yuvalanıyor, bedenimin her köşesine sızıyor... (s.42)
Kimseyi fark etmiyor, insan içinde olay yaratmaktan utanmıyor, sanki bir hiçliğin ortasında bir kumsalda yada evinin mahremiyetindeymiş gibi davranıyorlar. (s.45)
Ona baktıktan sonra bir de kendime bakıyorum aynada ve bin birinci kez gördüğüm çehre beni hayal kırıklığına uğratıyor. Her bakış bana ağır geliyor, işte bu nedenle kaçmaya çalışıyorum aynalardan. (s.48)
Her sabah ve her akşam sözleşmeden birbirimizi bekliyoruz ve bu sessiz bağımızın gölgesi beni üç gün boyunca dünyayla barıştırıyor. (s.54)
Bu sessiz bağımızın gölgesi beni üç gün boyunca dünyayla barıştırıyor. (s.55)
Beklenmeyenden kaçış yoktur. Hayat, günbegün yaşanır. (s.58)
Ne var ki bugün kendimi hiç de yalnız hissetmiyorum. Çevredeki konuşmalar tek tük kulağıma çalınıyor. Kendimizi ifade etme, birbirimize anlatma arzumuz beni şaşırtıyor. (s.61)
Bunca değişik ülke gördükten sonra dünya hakkında ne öğrenmiş acaba? (s.63)
Adam ansızın sofradan kalkıyor , rafları incelemeye başlayıp tüm kitaplarımı , bir anlamda tüm hayatımı gözden geçiriyor. (s.64)
Olasılıkla şöyle düşünmüştür: şu kadının binlerce kitabı var ama bir tanesini bile ödünç veremedi. Oysa bu kitap benim için değerli ve onun, içindeki tek bir sözcüğün bile anlamını hissedebileceğini sanmıyorum. (s.66)
Bu sabah evden çıkmam neden bu kadar uzun sürdü? Nasıl oluyor da bunda bile bocalıyorum? Uyanmak giderek daha da zorlaşıyor, hemen hareketlenemiyorum, tepki veremiyorum, dikkatimi toparlayamıyorum. Bugün sıradan bir güne hazırlanırken ipin ucunu kaçırıyorum ve ne seçeceğimi umursamasam bile dolabın önünde kararsızlık çekiyorum. (s.77)
Kendimi huzursuz hissediyorum, neyin ucundan tutacağımı bilemiyorum.(s.77)
İşte zamanın böyle genleşmesi yüzünden afalladığımı hissediyorum, kendimin efendisi olamıyorum. (s.78)
Küçükken anne babamla hiçbir yere gitmezdim. Burada aileleriyle oturan, birlikte yemek yiyen, iskambil oynayan çocuklar gibi değilim.(s.83)
Yetişkinliğimde bazı alışkanlıkları geride bırakmayı öğrendim, uzaklaşmanın, yavaşlamanın gerekliliğini anladım. Senede bir kez hava değişikliği yapmak hiç de fena olmuyor. Asla aynı yere gitmiyorum, bağ kurmaktan ve bağımlı olmaktan hoşlanmıyorum. Böylelikle gündelik hayattan uzaklaşmanın yanı sıra, kendimi ait olduğum aileden ve gençliğimden de uzaklaşmış hissediyorum. Benim arzuladığım bir mesafe ama bir yandan da moral bozucu. Güneşlenirken hüzün basıyor. Mutsuz ailem için göz yaşı döküyorum. Evliliğinde mutsuz, dulluğunda hoşnutsuz annem için üzülüyorum. (s.85)
Onun sevdiği, karşılarında içtenlikle gülümsediği, surat asmadığı kişiler hep arkadaşları, akrabaları, başkalarıydı, tümü evin dışındaki kişilerdi. Ben ve babam ise onu saran kafestik. (s.86)
Buzdolabının bomboş olduğunu görünce süper markete gitmeye karar veriyorum ve orada evli erkek arkadaşıma rastlıyorum, ben onun gözünde.... ne anlam ifade ediyorum acaba? Keşfedilmemiş bir yol, yaşanmamış bir hikaye mi? (s. 87)
Gerçekten başka bir şeye ihtiyacım yok, benim için kenara ayırdığı yakınlık yetiyor... (s.89)
Çevreme bakınıyorum, bana bir bahane, odaklanacak sabit bir nokta gerekiyor. (s.92)
Hiç evlenmedim ama diğer bütün kadınlar gibi ben de evli erkeklerden nasibi aldım. (s.94)
Birbirine bağlı bu iki kişinin görüntüsü beni duygulandırıyor, şaşırtıyor. Aralarındaki yaşamsal sadakati ve bağı anlamamı sağlıyor. İçimizde akan, dolaşmak zorunda olan, düzenli olarak atılan maddeleri düşünüyorum. Gizli, çirkin ama elzem işlevler.. (s.99)
Tabelada adı yazılı yerler beni acayip etkiliyor, her zaman gidilebilecek ne kadar çok yol olduğunu ve insanın kendi yolunun ne kadar rastlantısal olduğunu düşündürüyor. (s.100)
Yalnızlık, cüzdandaki para gibi zamanı da kesin olarak değerlendirme gerekliliğini doğurur: Ne kadar zamanı boş harcayabilirim, akşam yemeğine, yatmaya ne kadar var? (s.102)
Onu görmek, ona dokunmak istemiyorum; tek arzum uzaklaşmak ve zihnimden bu imgeyi silmek. (s.104)
İşte bu karanlık zaman içinde beliren düşünceler, en ışıltılı olanları bile en kasvetli çehreleriyle ortaya çıkarıyorlar. (s.107)
Bugün eski bir sevgilim beni defalarca arıyor. Bir düğmeye yanlışlıkla basıyır ve farkında olmadan beni arıyor. Cep telefonumun ekranınında adını görüyorum, yanıtlıyorum, alo diyorum, o enerjik bir şekil de konuşuyor ama konuştuğu kişi ben değilim. (s.108)
Her telefon çalışında, acaba bu sefer beni sahiden mi arıyor, diye düşünüyorum. Ama beni aramıyor, alomu duyamıyor, aramızda yinelenen, istemeden oluşan temasın farkına varmıyor. Kiminle konuşuyor peki? Nerede? Hiç fikrim yok. Belki ofisinde, barda, metroperonunda, bilmiyorum. Buna rağmen ondan her arama geldiğinde ihanete uğramış gibi hissediyorum. Farkında olmadığı bu temasla beni dağlıyor, kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissettiriyor. (s.108-109)
Bende eksik olan şey, ondaki huzurdu ama suçluluk duyarak da olsa sokulduğum yakınlığı beni biraz rahatlatınca ben de bir başkasının gölgesinde uyuyakaldım. (s.111)
Herkesin emrine amade bu gölge, bir himayeden çok, yenilgiydi. (s.111)
Her ne kadar kendimi karşılaştırabileceğim daha başarılı erkek kardeşlerim, daha güzel kız kardeşlerim olmasa da gölgede olmak benim özelliğimdir.
Bu mevsimin ya da ailelerimizin merhametsiz gölgesinden sakınmak mümkün değil. Ama aynı zamanda birilerinin merhametli gölgesine de muhtacım. (s.112)
Bir çift giriyor içeriye: Gençler, sevdalılar, birbirlerine sarılmışlar. Her türden saçmalığın büyüleyici göründüğü o dönemdeler.. (s.120)
Benim öğrencilerim bile elle yazmayı bilmiyor gibiler; bilgi edinmek, dünyayı dolaşmak için iki tuşa basmaları yetiyor. Düşünceleri ekranlarda beliriyor, herkesin emrine amade bir bulut içinde konaklıyor. (s.120)
Aslında ıstırap çeken sadece gözlerim değildir, gün doğumu benim yüreğimi de sıkıştırır. (s.122)
Arayan o: Ekranda belirdiğinde kimseninkiyle karışmayacak olan adını görmek bile bana şimdiden arsızca geliyor. (s.126)
Yolumuz giderek uzuyor, tasmayı tutan ben olsam da o beni hep daha ileri sürüklüyor. Her adım beni tehlikeden daha çok uzaklaştırıyor ve nihayetinde o aykırı hevesimi ve düşlediğim hikâyeyi geride bırakıyorum... (s.128)
Yeniden karşıma çıkması hoşuma gidiyor; asansörde birlikte inip çıkmalarımızı, anlaşmış suskunluklarımızı anımsıyorum. (s.130)
Hem dikkatsiz bakan hem insanın içine işleyen o iri gözleri zihnimde tüm berraklığıyla duruyor. (s.130)
Düşünüyorum da her ne kadar buradaki gökyüzüyle bağlantılı olsa bile, beni yepyeni bir gökyüzü bekliyor. Bazı yönlerden şahane bir hayat olacak. (s.132)
Gene de bugün dipte yatan ve dağılmayı reddeden tüm duyguların esiri olmuş olarak üşengeçlik hissediyorum. (s.133)
Gene geçmişe daldım, çocukluğumun o ağaç çotuklarının, o uçurumun önündeyim. Fazlaca hayat dolu olmaktan suçlu, anne sözü dinlemeyen, kötü bir evlat gibi hissediyorum. (s.136)
İnsan evini değiştirince hep bir şeyler kayboluyor.Her taşınma insana ihanet ediyor,aldatıyor. Mesela ben hâlâ arıyorum bazı şeylerimi. (s.138)
Aslında içimdeki boşluk duygusunu doldurmam mümkün değil. (s.140)
Annem artık bir kupür albümündeki sararmış seloteyp gibi tutunuyor hayata, iş görüyor ama her an düşebilir. Onun yerinden kopması, arkasında, kağıdın üzerinde solgun, dikdörtgen bir leke bırakması için sayfayı çevirmek yeter. (s.141)
Kendimi hem şaşkın hem de gizemli bir şekilde evren tarafından korunuyor hissediyorum. (s.141)
Seni de ziyarete geliyorum baba. Sana bir demet çiçek sunuyor ve bana şöyle dediğini duyuyorum: İyi de neye yarıyor bunlar? Seni şehrin orta yerinde, ölülerle çevrelenmiş olarak buluyorum: süslenip posta kutuları gibi yan yana toprağa verilmiş ruhlar. Ama sen her zaman kendi köşene çekilmiş olurdun. Kendi krallığında, azade yaşamayı yeğlerdin. Vefatından sonra bile, açıklanamaz bir şekilde ömrünü paylaşmaya ve birlikte bir kız çocuğu yapmaya karar verdiğin kadın olan annemle arandaki boşluğu doldurmaya çalışırken nasıl olur da bir başka erkeğe bağlanabilirdim? Sen haşa bugün zihnimde annemin bir metre önünde yürüyorsun. Ve çocukluğumun o ağaç çotukları arasında azaltmak hatta yok etmek istediğim mesafe belki de sizin ikinizin arasındaki mesafeden başka bir şey değildi. (s.144)
Oysa ilgin vardı, hem de nasıl. Hâlâ hayatımızda büyük bir yer kaplıyorsun, şu içine girdiğin küçük hücrede kapladığından da büyük hatta. O nedenle şu buz gibi kutunun içinde de bağışlamıyorum seni, asla müdahale etmediğin, beni hiç korumadığın, kurtarıcım olmadığın ve üstelik evdeki fırtınalı ortamın kurbanı senmişsin gibi davrandığın için bağışlamıyorum. Rüzgâr bile değmiyordu sana, kendine şu mermer yapıdan daha yüksek ve kalın bir duvar örmüştün.
Sürekli karanlıkta olmak nasıl? Yanan ışıklardan nefret ederdin, her odada mümkün olduğunca söndürürdün ışıkları. Ne savurganlık, diye homurdanırdın evin içinde. Pazar günleri, işin, uğraşın, kaçış noktan olmadan bizimle kalmak zorunda olunca oturma odasında kendi karanlığının içinde koltuğa gömülürdün. (s145)
Hiç dalgalanmayan bir deniz isterdin. Herkesle anlaştığını, kimseyi rahatsız etmediğini, kimseden hiçbir şey istemediğini öne sürerdin. Ama denize coşmama emrini veremezsin. Ve işte benden istediğin de buydu. (s.146)
Yıllardan beri eşlik eden ama gene de yabancı kalan çehreler. Her ne kadar şu anda derin bir yakınlık duysam da onlara veda etmenin, hoşçakalın demenin bir anlamı olmaz. (s.148)
Yapmam gereken herşeyi unutup tam bana yaraşan bir hareketle onu izliyorum, kendimi engelleyemiyorum. Adımlarımı ayarlıyorum, hızlanıyorum, sonra o yaya şeridinde beklerken duruyorum. Acaba şuralarda bu rastlantıyı fark eden başkaları da var mıdır diye düşünüyorum: birbirine yabancı, birlikte ama ayrı ayrı gezen ikiz kadınlar. Acaba o da benim gibi hep bu mahallede oturuyordu? Yoksa gezmeye mi geldi? Hangi nedenle? Bir randevu mu? Bir iş taplantısı mı? Artık meydana bile inemeyen tekerlekli iskemledeki anne annesini görmeye mi? Yoksa işi başından aşkın biri mi? Kaygılı mı, tasasız mı? Evli mi, yanlız mı? Bir kız arkadaşının zilini mi çalmak üzere? Ya da sevgilisinin? Tanımadığım ikizime arkadan bakınca birşeyi anlıyorum: o benim, ben değilim, buradan gidiyorum ve hep burada kalıyorum. Bu cümle dalları sarsan, bir ağacın yapraklarını titreten esinti gibi kısa sürede hüznümü dağıtıyor. (s.148-149)
Çünkü en nihayetinde ortamın, mekânın, ışığın, duvarların hiç önemi yok. Gökyüzünün, yağmurun altında, yazın duru suyun içinde olmanın önemi yok. Trende ya da otomobilde, birbirinden kopuk, denizanası sürüsü gibi yayılmış bulutlar arasındaki uçakta... Durağanlık da neymiş, daima ve yalnizca hareket halindeyim, varma, dönme ya da yola çıkma beklentisindeyim. Ayağımın altında hep boşaltılacak bir bavul var, kucağımda bir çanta, içine tıkıştırılmış bir kitap, biraz para. Sonunda geçip gitmediğimiz bir yer var mi? Yönünü şaşırmış, kaybolmuş, uzaklaşmış, tutarsızlaşmış, yoldan sapmış, altüst olmuş, yitmiş, yerini şaşırmış, toprağından sökülmüş, yabancılaşmış: Birbirine aşina sıfatlara kendimi aşina buluyorum. İşte meskenim, işte beni doğuran kelimeler. (s.151)
Her şeylerini alıp iniyorlar.
Beni kitabım, sert gözlük kabım ve içinde pek az eşya olan bavulumla olduğum yerde bırakıyorlar... (s.155)
Alıntılar öyle hassas bir ruhtan izler taşıyor ki, insanı derinlemesine tanımak isteyen herkesin okuması gereken bir kitap sanki...Video seçimi de kayda değer.
YanıtlaSilEsen kalın.
Okurken o kadar farkında değildim ama yazarken daha çok etkiledi beni. Okurken gözümden kaçan o kadar çok şeyi yakaladım ki.
SilTeşekkürler. Sağlıcakla
İçinde insanı düşünmeye sevk eden alıntıular var. Bazı kitaplar zaman zaman dönüp tekrar okunmalı. Teşekkürler :)
YanıtlaSilBir insanın değiştiğini farkettiği anlardan biri de eskiden okuduğu kitabı yeniden okuduğu zaman bence. On yıl önce aldığım notla, altını çizdiğim yerle şuan okuduğum da aldığım notlar, altını çizdiğim yerler arasında dağlar kadar fark var.
SilSevgiler :)
hintli mi bu yazar :)
YanıtlaSilEvet Hintli. Pulitzer ödülü var. İlk kitabı sinemaya falan uyarlanmış.
Sil