"Kadınsızlıktan... Uzun süredir nasıl yaşadığının farkında değil misin? Sabaha kadar oturuyor, bütün gün uyuyor, hiç bir iş yapmıyor... Hep kadınsızlıktan..." (s.10)
Senin bir geleceğin mi vardı? (s.14)
"Burnuma kötü kokular geliyor... Bir erkek ve bir dişi, bir araya geldiklerinde koku salgılıyorlarsa, yalnızca tek bir yere gidebilirler..." (s.17)
"Müdür bey tuhaf bir adamdı... Hiçbir şeyden etkilenmezdi, hiçbir şeye zorunlu değilmiş gibi yaşardı. Yaşlıydı ama yaşlı görünmezi. Hep anlamaya çalışırdı; anlamak için yaratılmıştı sanki... Öldüğü dakikaya kadar konuşabiliyordu, kitap okuyabiliyordu, yazabiliyordu.. İnsan, ölüme bu kadar yakınken başka ne ister? Tabii, bir de çevresinde dostları olsun ister... Dostlarının hepsi gitmişti. (s.21)
"Akıllı bir kadınla birlikte olmak istiyorsan, aptal olmaya bak! Çünkü akıllı kadınlar nedense aptal erkeklere bayılırlar, böylece kendilerini tamamlamış olduklarını düşünürler. Aptallık ve zeka bir bütündür çünkü. Biri var diğeri yoksa, yok olan kendini bir eksiklik olarak hissettirir." (s.22)
Bugün nasılsınız?
Dünkü gibiyim.. Dün de evvelsi günkü gibiydim.. İnsan nasıl yıkıldığının farkına varamıyor ki.. Benim asıl hastalığım ne, biliyor musun? İyimserlik... (s.23)
"Aradan çok zaman geçti." (s.24)
Umudumu yitirdim.
Artık, yapılabilecek en iyi şeyin, sayfalarrı anılarımla doldurmak olduğunu düşünüyorum. Neye yarayacaksa! Yaşadıklarım, yazdıkça kim bilir nasıl bir şeye dönüşecek! Abartacağım, yalan söyleyeceğim, unuttuklarımı anımsıyormuş gibi yapacağım. Sonunda, hikayemi bir başkası yaşamış gibi olacak. Kendimi, sözcüklerin arasında, cümlelerin içinde başka biri olarak bulacağım. Yalanlarıma inanacağım. Bir zamanlar çocuk olduğuma inanamıyorum. Büyüdüğüme de inanamıyorum. İşe giden, işten dönen, içine kapanık, sessiz adamı sokakta görsem tanımam. Siz tanır mısınız?
Adamın
içinde bir köpek havlıyor; hiç susmuyor. Bir parça kemik ele
geçirdiğinde bir an yatışıyor ama sonra yeniden yaygaraya başlıyor.
Köpeğin adı Vicdan. (s.27)
Şimdi, kulübesinin önünde, çardağın altındaki koltuğunda asma kabağı gibi sallarak geçmişini seyreden yaşlı bir adamım. Her şeye uzaktan bakıyorum. Bir asma kabağının baktığı kadar uzaktan.. İçim boş.
Bence her insan iki kişidir. Birincisi önden gidip yolu açar. Ama belki de kapatır; emin değilim. Öteki bazen irkilerek, korkuyla; bazen de umut ederek onun peşine takılır. Önümdeki beni buraya getirdi; ya da arkamda ki adımlarımı izledi ve işte sonunda buluştuk. Geçip gitmiş zaman böyle bir şeydir; ayak izleri birbirine karışır. Köpek yaşlanır, susar. Adını seslendiğinizde başını bile kaldırmaz.... Artık önümde biri yok; kimsenin peşinden gitmiyorum. Biz, iki kişi, yıllarca birbirimize bakmaktan, birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.... İşte ilk
yalanımı söylüyorum; iyi bir hikayenin kahramanı başına buyruk olmalı,
kalemi tutanın biçtiği role asla sadık kalmamalıdır!
Aslında en başa gidip her şeyi yeniden yaşamayı ve gerçekten başına buyruk olmayı dilerdim ama yazmakla yetinmek zorundayım. Yaşadıklarımı bir kez de böyle yaratmanın ne sakıncası olabilir ki? .. Biz ikimiz; ben ve beni izleyen ya da ben ve benim izlediğim adam; anımsızlığın keşfinden geliyoruz. Gemimiz bir yıkıntı halinde karaya vurdu. Bütün merettebat öldü; tanıdğımız yok.
Her şeyi baştan anlatmalıyım. (s.28)
Aslında çocukluğumdan söz etmeyi de isterdim ama yazarken ağlamaktan korkuyorum. Yaşlılık insanı sulugöz yapıyor.. (s.29)
Meğer ne derin bir kuyuymuşum ben! Kova, kalbimin, beynimin taş duvarlarına çarpıp durdukça gümbürtüsünü duyuyorum; yankı büyüyor, gerçeği örtbas ediyor. Artık anımsamak istemiyorum. Anımsamak, yaşlı bir adam için fazlasıyla can sıkıcı.. Son günlerimde yalnızca bir tanığım olsun istiyorum. Bir Tanrı ya da bir arkadaş; fark etmez... Benim yerime, o anımsasın... Uzun gecelerimde bana beni anlatsın, sorular sorsun, açıklamalar yapsın ve sözleri bittikten sonra, mümkünse saatlerce sussun.... Yaşım ilerledikçe önem verdiğim şeylerin sıralaması değişti. (s.29)
Neye ve kime ait olduğumu tam olarak kavrayamasam da, neye ve kime ait olmamam gerektiğini yeniden anlıyorum. Henüz, "ben yalnızca kendime aitim" önermesinin dışında bir fikre yakınlaşacak herhangi bir ses duymadım. Ayrıca sözüne ettiğim Tanrı ya da arkadaş henüz hanemize uğramadı. (s.30)
Büyük anlamlar yüklediğim hayatım, başkaları için, salladıkça içinde kar yağan küçücük bir cam kutuydu. Ben yalnızca bir kar tanesiydim. Gerçek bile değildim. Sentetik elyaftım. (s.30)
Yaşadığım çağın rengi çamur rengiydi. İç içe geçmiş tonlar kendilerine ait saf, doğal duyguyu anlatamaz hale gelmişler, karanlık bir bütün oluşturmuşlardı. (s.31)
Taciz ateşi altındaydım; kafamı içinde bulunduğum siperden kaldırmak istemiyordum. Siper iyiydi, sıcaktı, huzur vericiydi. Ama onu tırnaklarımla kazımış olmamın bir anlamı da yoktu; çünkü yalandı. Bunu bildiğim halde kendimi suçlu hissetmiyordum... (s.31)
Benim yaşadığım çağda düşünce kör bir adamdı. İçimizde ürkek adımlarla yürüyor, bazen sopasıyla tesadüfen yaralarımıza dokunuyordu. O zaman köpeğim havlıyordu. (s.32)
Körler için yapılmış delikli bir satranç tahtasının üstünde geziniyor gibiydim. Bir takım eller, bir takım duygular bana ait olup olmadıklarını hala bilemediğim art arda dizilmiş anlar, tuhaf bir ortamda, yakamdan tutup deliklere sokuşturmaya çalışıyorlardı beni. (s.33)
Duygularım, düşüncelerim geniş bir zamana, yüzyıllara yayılmıştı; zaman genişledikçe suçlarımı bağışlamam kolaylaşıyordu. (s.33)
Razı olmak var olmak gibi bir şeydi; ya da var olmanın kabul gören bir biçimiydi. Razı olduğumda ahlaklı da oluyordum. Seçimlerimin sahiciliğine olan inancım beni dindar yapıyordu. (s.34)
Bakışlarımı görmelerini istemiyordum, o yüzden hep yere bakıyordum. (s.34)
Ayaklarımın yere değdiğini hissetmiyordum ama kendi aramızda buna yürümek diyorduk. (s.34)
Uzak Asya'da geçen, hayal kırıklığıyla noktalanan bir aşk öyküsüydü bu. Düşünü anlatan kadın, aşkın yıkıcılığına dayanamayıp birçok kez uçurumdan atlıyor, ama her seferinde kendini o aşkın başlangıcında buluyordu. Uçurumdan atlamakla kendine karşı bir suç işlediğini düşünüyor olsa da, vicdani bir sorumluluk hissetmiyordu. Sık sık şu cümleyi söylüyordu: "ben mükemmel değilim ki..."
Sonunda, kendini değil de sevgilisini öldürmenin daha kesin ya da hiç olmazsa daha gerçekçi bir çözüm olduğunu anlıyordu. (s.35)
Az sonra zırhımı kuşanacaktım; birilerinin hayatını bağışlamayı düşünüyordum ama kimler olduklarını bilmiyordum. (s.37)
Vazgeçmiştim. Düşlerimi paylaşmak hoşuma gitmişti. Başka dünyalara yaptığım yolcukları anlatırken, kendi isteğimle otopsimasasına uzanmış gibi oluyordum. Yorumcular, orama burama neşter vuruyorlar, beni didik didik ediyorlardı.Giysilerimi çıkarıp, masumiyetin, açıklığın, vicdani hesaplaşmaların bağışladığı odışı hoşnutluğu giydiriyorlardı bana. Bütün fazlalıklarımdan arınıyordum... Düşlerimde yaşadıklarımı sözcükler haline getirirken, birinin beni okşadığı duygusuna kapılıyorum. (s.41)
Küçüklüğümden beri üstüme yapışan yalnızlık halimi aşmaya istek gösterebildiğimi şaşarak fark ediyorum. (s.42)
İş arkadaşlarım içeri bakmadan geçmezlerdi; selamlarını alır gülümserdim... Beynimin içine bakıyorlarmış gibi olurdum. Aklımdan kötü şeyler geçirmemeye çalışırdım; düşüncelerimi okumalarından korkardım. (s.44)
İş arkadaşlarımın sorgulayan bakışlarına takılıp tökezlememek içim başımı önüme eğip yürüdüm.... Daha önce hiç tutuklanmamıştım. Beni bekleyen geleceğin nasıl bir şey olduğu hakkında en küçük bir fikrim yoktu.... Şu kadarını söyleyebilirim ki, başıma gelecekleri pek umursamıyordum; çünkü yaşadığım hayat canımı sıkyordu.. Geride bırakacaklarımın beni tanımlayan şeyler olup olmadığı konusunda kuşkularım vardı. Bir sürünün içindeydim. sürü kurallarına uymam gerekiyordu. Uyumumu ilan etmek için evlenmiş, çocuk sahibi olmuştum. Sürüyle bir sorunum olmadığını herkesin bilmesi gerektiğini düşünerek işimde ilerlemiş müdür olmuştum. Herkes adımı unutmuştu; "Müdür Bey" diyorlardı bana. (s.45)
Beni sıradanlaştıran anların, alışmam için uydurulmuş pek çok duayı çocukluğumdan beri her gün yinelemiş olmama rağmen benimsemekte hala zorlandığım ilişkilerin ve onların hayat bulduğu mekanların; küçük odaların, geniş salonların, binaların, parkların, hatta kentim sevimli meydanlarının, hayvanat bahçelerinin dehşet verici bir öykünün sözcükleri olduğunu hissediyordum. Hep böyle hissetmiştim. Bu yüzden, başıma gelecekleri umursamayı, kendime karşı işlediğim vicdanı bir suç olarak görüyordum... Yaşamımda önemli birşeyler eksikti ama ben neyin eksik olduğunu bilmiyordum. (s.45)
Pangloss Karşıtları'na yazdığım düşler, boğulmak üzere olan ruhumu yalanın ve sahtekarlığın denizinden çekip çıkarmak için kendi kendime uzattığım bir yardım eliydi. Oraya yazan herkes aynı şeyi yapıyordu. Bulanık suyun içinde, onlarca el kendi gerçeğini ya da kendi düşünü yakalamaya çalışıyor, birbirlerine değince bir an irkiliyor; buna karşın gerçek hayattaki gibi birbirlerinden uzaklaşmıyor; dokunmaktan, buluşmuş olmaktan korkmuyorlardı. Ama herşeyin bir bedeli vardı. Dindar gibi hayatı hiçe saymanın erdemli olmayı gökyüzü ve yer altı hayaletlerini kutsallaştırır gibi kutsallaştırmanın, hayatın tanıdığı seçim haklarına ve onları sunanlara baş kaldırıp benlikten kurtulmanın açık bıraktığı kapıdan umutlu düşlerle birlikte acı ve mutsuzluk da giriyordu. (s.46)
Tek kişilik bir hücrede, sessizliğin büyük krallığın biricik tebaası olarak, yalnızlık bayrağını ruhumun gönderine çekmiştim. Daha iyisi ya da daha kötüsü olmazdı; tıpkı dışardaki yaşamım gibiydi... (s.46)
İlk duruşmada hiçbir şey konuşmadılar; dosyaları okur gibi yapıp başlarını salladılar. Hayat hakkında her şeyi biliyorlarmış gibi davranıyorlardı; kibirliydiler. Sonraki duruşmalarda onları daha yakından tanıma fırsaı buldum. Kibirlerinde ne kadar içten olduklarını gördüm. (s.47)
Gözlerine bakamazdım, ellerini tutamazdım; kabul etmem gerekiyor ki, o gerçekten vardı! (s.48)
Yollarda yüzlerce insan görüyorum. Yaşamlarının ne kadarının kendilerine ait olduğunu bilmiyorum; yürüyüşleri, dalgınlıkları, uykulu halleri bana hep bunu düşündürüyor. Kopya gibi görünüyorlar. Belki asılları başka bir boyutta, bilmediğimiz bir yerde yaşıyor. Yüzlerine baktıkça kendi düşkünlüklerimi görüyorum. Yenildiğimi; kavram ve nesnelere duyduğum ilginin azaldığını, gün boyu oradan oraya koşturan silüetlerden birine dönüştüğümü, giderek zayıflayan bir ışık demeti gibi yavaşça söndüğümü hissediyorum… Köpeğe sus diyorum, susmuyor… Başkalarından daha başarılı olmaktan vicdani bir kaygı duyuyorum... Savcının sesiyle gerçeğe döndüm. (s.50)
"Bu kadar mutsuz muydun?" dedi karım.
Sustum "Bunun mutsuzlukla bir ilgisi yok; mutlulula bir ilgisi var," demeyi çok istedi ama diyemedim. Elimi uzatıp yanağını okşadım ve hayretle gözlerine baktım. Ağlamıyordu, nefret etmiyordu, sevmiyordu. (s.51)
"Düş görmek suç mu peki?"
"Cezayı gerektiren şeyler gördünse, evet!" (s.54)
Daha önceki düşlerimde hiç tokat yememiştim, gerçekmiş gibi acı veriyor, gurur kırıyordu. (s.57)
"Efendim, ben hukuktan anlamam ama insan ruhunu çok iyi bilirim." (s.61)
Olacakları kabullenmiştim; hiç tepki göstermedim. (s.61)
"Gittiğiniz yerde vicdanınızın sesine kulan vermeyi unutmayın!" (s.63)
Yıllar süren bir yolculuktan sonra evime dönmüş, yatağıma uzanmış gibiydim ama yorgunluk hissetmiyordum. Biri, bütün bedenimi boşaltmış, içimi huzurla doldurmuştu. Ayağa kalkıp penceremi açmak, dışarı bakmak, neler olup bittiğini anlamak istemiyordum. Aslıma dönmüştüm; çam dallarıyla birlikte sallanıyor, kozalaklarla yere düşüyor, suyla akıyordum. Bir el, hiç incitmeden ruhuma dokunuyor, okşayışlarıyla yaşamımı yoğuruyor, biçim veriyordu. Rahattım; sonunda ortaya iyi bir sanat yapıtı çıkacağından hiç kuşkum yoktu. Iyi bir yaşam, iyi bir öykü, iyi bir son… Bir kitapta okumuştum; bir adam mutsuz biten öykülerin sonunu değiştiriyordu. İşi gücü buydu; öykülerin sonunu değiştirmek… Şimdi, elinde kalemle benim öykümün üstüne eğilmişti. Silgisi de vardı. Kargacık burgacık harfleri özenle siliyor; silgi parçalarını temizlemek için kâğıda üflüyordu. Bağlılıklarım, inandıklarım, önemsediklerim havada uçuşuyordu. Yeniden yaratılıyordum. (s.65)
Üstümden küçük bulutlar geçiyordu. Hayatımın içinden geçen küçük şeyler gibi... O güne kadar hiç önemsemediğim, içime gölgeleri düşen, kıpırtılarını hissettiğim ama bir türlü adını koyamadığım anlar, biçimler ve renkler gibi. Daha önce de bulut görmüştüm ama onları ruhumun gözleriyle hiç seyretmemiştim. Dünyaya, bir kar tanesi gibi, cam bir fanusun içinden bakmaya benzemiyordu bu. Duvarları olmayan bir evdeydi sanki. Doğanın evinde; asıl evimde... (s.67)
Bir insanın hızla yükselebilmesi için kararlılıktan başka neye ihtiyacı olabilir ki? Tabi, bir de ayak oyunlarını öğrenmem gerekiyordu. (s.75)
Artık gülen insanların, huzuru bağışlayan tepelerdeki ağaçların, böğürtlenlerinin, yaprakların, dalların, çiçeklerin arasındaydım. Kaderimi sevmeye başlamıştım. (s.76)
İlk gördüğümde, Cambaz'ın garip davranışlarını yadırgamıştım. Daldan dala atlayarak durmadan konuşuyor, kafasında uçuşan düşüncelerin hepsini aynı aynda dile getirmeye çalışıyordu. Konuşurken karşısındakinin yüzüne bakmıyordu, söylenenleri dinlemiyordu... Sonraları, onun bu haline alıştım. Kötü bir niyeti yoktu; insanları önemsemiyormuş gibi davranmasının altında yatan nedenler, sandığımdan çok farklıydı. İlişkilerinde, kurallara ve biçimlere bağlı kalmaktan hoşlanmıyor, kırıcı olmak pahasına, içinden geldiği gibi hareket ediyordu. (s.91)
"Ona eskiden her şeyin daha iyi olduğunu söyle! Bir de erdemden ve
sorumluluktan söz et! Ama lütfen her zamankinden daha inandırıcı ol!" (s.94)
Ne yazık ki, çabalarımın bir değer taşımadığına tanık oldum... (s.103)
O zaman şunu anladım; bilgi, başkaları için bir ihtiyaç değilse hiçbir şey yapamazsınız. Dar bir ırmağın üstünde, küçük bir kayıkla kendi kendinize gider gelirsiniz. (s.103)
O zaman
şunu anladım; bilgi, başkaları için bir ihtiyaç değilse hiçbir şey
yapamazsınız. Dar bir ırmağın üstünde, küçük bir kayıkla kendi kendinize
gider gelirsiniz. Siz okuduklarınızla parmak kadar da olsa yol
aldığınızı düşünedururken, neredeyse kendi kendinize yarattığınıza
inanmaya başladığınız sorunların içinde anlamsızca debelenirken, onlar
hayattan öğrendikleriyle size tur bindirirler.... Kadınlar birer mutfak faresiydi. Erkeklerinin geçmişlerine, geleceklerine sıkıca tutunmuşlardı ve çoğunlukla bu yazgının dışında bir yaşamı hayal etmeyi başaramıyorlardı. Başlarını o delikten bu deliğe sokuyorlar, tencereleri, toprak çanakları şehvetle yalıyorlar, koku alma duyularını erkeklerinin çoraplarını koklayarak örseleyip, eskimiş ayakkabılar gibi ışıltısız ve terk edilmiş bir halde, günlerin tozuna, toprağına karışıyorlardı. (s.104)
Kalabalıkta yaşamanın kurallarını, insanların davranışlarına bakarak öğrenebiliyordum. Daha önce, ait olduğum ya da bana ait olan, benimsediğim ve beni benimseyen insanların dışında, kimseyle yaşamamıştım. (s.106)
Karım yüzündeki aydınlığı kaybetmiş ya da ben yeniden körleşmiştim. Bilmiyorum; belki bu durumda aşk adıyla uydurduğumuz yalanların ayakları altında ezilen duygulardan biridir. Ya da belki aşkı ezen şeydir... Bir aydınlık, bir ışık; dokunmak ve her zaman yanınızda, arkanızda, önünüzde olmasını istediğiniz bir şey... Her neyse, çabucak yok oluvermişti. Nereye gittiğini ne ben biliyordum ne de karım... (s.109)
"Ben senin vicdanının değilim"... (s.112)
"Yarın var!" dedi. "Çünkü hepimiz bunun için yaşıyoruz. Başka şeylere olan inancımızın, aidiyetimizin artık bir anlamı kalmadı. Güzellik, doğruluk, iyi ahlak sahipliği eğer bugüne aitlerse, onları düşüncemizden silip atabilme cesaretine sahip olmalıyız. Artık yalnızca yarın var.. Bize ait bir yarın var!" (s.115)
Burada bir avuç insanız. Bir gemi battı ve kurtulduk; böyle düşünün.. Birbirimize sarılmak, birbirimizi anlamak ve desteklemek zorundayız. Çünkü birbirimize aidiz ve gerçekte birbirimizden başka hiçbir şeye sahip değiliz.. (s.115)
Aynı zamanda hem siyahın hem de beyazın haklılığını; hem başkaldırının hem de boyun eğmenin erdemlerini savunan biri olarak, birbirine karşıt durumların iç içe geçtiği bir tablonun tam ortasında duruyordu. Sözleri bir değer taşımıyordu. Kötü bir resmin içinde, önemsiz bir renk ya da ışık yanlışı gibiydiler. (s.116)
Bazen, çok eski gecelerin köpekleri havlıyor içimde. Hareketsiz gölgeler ayaklanıveriyor; salyalarının boşlukta ışıldadığını görüyorum. Eski evlerin , eski ilişkilerin karanlığına meydan okuyorlar. Düşman belledikleri şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki bir hırsız, belki yalnızca ağaçların hışırtısı... Belki yıllarca yaşamadığım şeylerin, geciktiğim buluşmaların, ruhumun derinliklerindeki pişmanlıkların baş kaldırısı... Adı ne olursa olsun, bu sesleri kendime karşı bir isyanın başlangıcı olarak algılıyorum. Susmuyorlar, yırtınıyorlar; bağırmaktan ciğerleri parçalanıyor. O zaman, akıl çıkınımda ne varsa ortaya döküyorum. İdeallerim, bağlandığım, aldandığım, büyüsüne kapıldığım görüntüler, bugünün gerçekliği dediğimiz her şeyin dışında kalan her şey... Önlerine atıyorum. Ama yine susmuyorlar...
Aslına bakılırsa gece de yok, köpeklerde yok; yalnızca ben varım. Kendimi aşıyorum, kendimi yadırgıyorum. Kendimi düşman bellemişim; kendimi ısırıyorum... Geçmişte ne oldu derseniz, yanıtım şudur; geçmişte hiçbir şey olmadı... (s.121)
Bunca yıl sonra anladığım tek şey şu; ben bir açım ve yalnızca kendi hayatıma diş geçirebilirim. Yasallığı olan biricik suç biçimi budur. (s.122)
Zamanın kanatları açılıp kapandıkça, anladıklarımız, anlamadıklarımız birbirine benzemeye başlamıştı. (s.125)
Uzakta kalan şeyler, gitgide daha da uzağa çekiliyorlardı. Yakınlaştıklarım, gitgide daha da yaklaşıyorlardı. (s.125)
"Eskiden her şey daha iyiydi," diyordu ihtiyar.
Hangi eskiden, neye benzeyen bir geçmişten söz ettiğini bilmiyordum; çocukluğundan mı, gençliğinden mi, on yıl öncesinden mi? Yok daha dün, kemanın tellerinden biri kopmadan hemen öncesi mi? (s.125)
Hayat böyle bir şeydi. Bazı duygular, bazı istekler zaman zaman ötekileri yeniyor, ruhumuzu yoldan çıkarıyor ya da yola getiriyordu. (s.126)
Zamanın kanatları açılıp kapanıyordu.
Bazen hepimizi içine alıyordu; karanlığa gömülüyorduk. Bazen de dışında kalıyorduk. Yağmur aldında...
Kış Bahçesi'ndeki ilk yıllarıma ilişkin çok az şey hatırlıyorum. Ama gecelerimiz uzundu, arkadaşlığımız iyiydi. Şarabımız boldu. (s.129)
"Böyle bir yağmuru daha önce görmedim," diyordu ihtiyar. Sonra
ekliyordu: "Eskiden her şey çok daha iyiydi". Her şeyin çok daha iyi
olduğu zamanlara hala uzaktım. Geçmişe değer vermenin bir anlamı olduğu
konusunda da kuşkularım vardı. (s.130)
Anlamadıkları bir gerçeği anlamayı umut ediyor gibiydiler. (s.135)
Yeniden doğmuştuk. Birbirimize yaslanmayı, birbirimizden hız almayı yeniden öğreniyorduk. (s.159)
"Sana güvenmemeliydim." (s.167)
"Sen küçük bir adamsın; çünkü vicdanın var." (s.167)
"Bunları seni kötülemek ya da çocukça bir intikam almak için söylemiyorum... Yalnızca anlamını istiyorum; ben gerçeğe ilk kez tanıklık etmiyorum... Kusura bakmayın, birbirimizi yanlış tanımayalım istedim..."
Acı birşey di bu. Sessizlikten başka hiçbir yanıtım yoktu. Dilim ağzımda büyümüştü. Kekre bir tat alıyordum; bu benim kendi tadımdı.... Başka bir şey söyleyemedim. Yaşamımda ilk kez yenilmiştim. (s.168)
Zorluklarla savaşmayı bilmiyordum. Yalnızca kendime ait zorlukların gerçek olduğuna inanıyordum. (s.169)
Siz insanlar, doğaya ait olduğunuzu düşünüyorsunuz ama aslında buna bir değer biçmiyorsunuz. Değer biçiyormuş gibi davranıyorsunuz! Sizin düşünceleriniz, benim de ait olduğum doğanın değil, kendi doğanızın bir ürünü.. Siz yağmuru gördüğünüz, kokusunu duyduğunuz an, ondan yararlanmanın yollarını arıyorsunuz. Siz rüzgarı hissederken değirmenleri varsayıyorsunuz. Güneş doğarken kafanızda o günün telaşı uçuşuyor. Niyetlerinizi, geleceğinizi, amaçlarınızı çok önemsiyorsunuz.. Ancak, arada bir takım şeyleri atlıyorsunuz. (s.196)
Ama bazen öyle bir an gelir ki, sahip olduğunuz her şey sizin düşmanınız olur... Yarattığınız bütün şeyler, ideolojiniz, mükemmelliğiniz ahmaklıktan başka bir şey değil... Doğadan başka bir ütopyaya hiçbir zaman sahip olamayacaksınız... (s.198)
"Korkuyorsunuz değil mi? Geleceğinizden korkuyorsunuz... Sizi olumlayan, arkanızda duran hiçbir düşünce yok! Tanrınız, aşkınız; bütün bunlar yalan... Kıçıkırık bir köyde yaşıyorsunuz, doğa size değer vermiyor, aşağılıyor; kendi anlamınızı gerçekleştiremiyorsunuz... Çünkü sizin dışınızda bir güç, size bir anlam yüklemiyor... Bir tanrınız bile yok! (s.198)
Bir de şunu diyeceğim; aslında gerçek diye bir şey yoktur. Sana ait bir şey vardır.Yeni bir tanrı icat etmeyi aklından bile geçirme... (s.203)
Yıllar nasıl akıp gitti, farkında değilim.
Sanki yalnızca unutmadığım şeyler gerçekti; bazı isimler, bazı yollar, bazı çiçekler, bazı düşünceler. (s.206)
Aslında hiçbir şeyin derin, tanrısal bir anlamı yoktu. Çünkü Tanrı yoktu; derinlik yoktu. Anlam yoktu. Hepimiz, yok olup gitmenin baskısı altında, böyle bir anlama ihtiyaç duyuyorduk.Başkalarıyla dayanışmanın, başkalarına kol kanat germenin çekiciliğine kapılıyorduk. Dünyanın nesnel varlığının bizim dışımızda da hükmünü sürdüreceği gerçeği gözümüzü kamaştırıyordu.Ama yalnızca o kadar...Gözümüzü kamaştıran ışığı da aslında biz yaratıyorduk. (s.207)
Ahlaki bir doğru var mıdır? Varsa gerçekle ilişkilendirilebilir mi? Bütün bunlardan emin değilim. (s.213)
Gerçek olmak için yanlış yapmayı öğrenmelisin... Gerçeğin yolu tek kişiliktir. O yolda bir tek şeyi gerçekleştirebilirsin; kendini… Başkalarını da gerçekleştirmeye kalkışırsan, asıl gerçeğin, yani nesnel gerçeğin hükmüne tabi olursun… Ve biliyor musun, o gerçek, daima, senin tasarladığından farklı bir yolda yürür. Apışıp kalırsın. (s.214)
İnsanların birlikte yapamayacağı şeyler vardır; işemek de bunlardan biridir. (s.215)
Biliyor musunuz, hep şu duyguyla yaşanır; biri gelip sizi bulacak... Bütün yaşadıklarınızı aklayacak ve gerçekten yaşamış olduğunuza sizi inandıracak. Oysa hepsi bir yalandır. Bir ölüyü elinden tutup kimse ayapa kaldıramaz. Onun konuştuklarını kimse anımsamaz. Sözcükler ormandaki yapraklar gibi çürür. Var oldun ve ormana gömüldün! Demek ki artık kuşların kursağındasın...
İnsan,
aklanmayı, olumlanmayı, bağışlanmayı kendi uyduruyor. Cennet ve
cehennem gerçekten olsaydı suç işlemezdik, kırmazdık, öfke diye bir şey
olmazdı. Bütün bunları yaptığımız için bu masallara gereksinmemiz var.
Çünkü cadılarla, kötü devlerle, zebanilerle, şeytanla, yani uydurduğumuz
yalanla savaşarak kendimizi iyi hissetme olanağına sahip oluyoruz.
Gerçek savaşların ve gerçek barışların yerine bunları koyuyoruz. Hiçbir
masala gerçekten inanmıyoruz; inanıyormuş gibi yapıyoruz; ahlaksız
birinin korkularına sığınıyoruz. Düzmece, vicdanı dışlayan, biçimsel bir
ahlak uyduruyoruz ve bu ahlak korkularımızla besleniyor. (s.217)
Eksilince anladık ki, arkadaş denen şey bir sakidir; ruhumuzun kadehini doldurur. Bizi yatıştırır, bize boyun eğer, bizi reddeder, hasta eder, iyileştirir, arkamızda durur, terk eder... Bazen çekip gittiğini unuturuz, hala varmış gibi davranırız. Çünkü o kadehi doldurmaya devam eder. Çünkü biz hep içeriz. (s.218)
Yaşlılık! Bütün defterlerin son sayfası! Açmaya korkarsınız. Kendiliğinden açılır.. (s.218)
İnançsızlar inancı övüyor, yüreksizler sevgi aşılıyor; bu nasıl iş? (s.220)
Kendiyle derdi olmayanların başkalarıyla da derdi yok, biliyor musunuz? (s.223)
Bakışlarında ki hüznün yok olması için günlerce bekledim. (s.225)
Şarkıları bu kez eşim seçti, benim eski paylaştıklarımı çok bunalım bulmuş paşam :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder