Neden kendi içimize kapanıp kalamıyoruz? Neden her türlü içeriği içimizden atmaya; karmakarışık, söz geçirilemeyen bir süreci düzene koymaya çalışarak ifadeyle biçimin ardından koşuyoruz? Nesnelleştirme kaygısı gütmeksizin, tüm özel dalgalanmalarımızın ve çalkantılarımızın tadım çıkarmakla yetinerek, kendimizi içsel akışkanlığımıza bı rakmamız daha verimli olmaz mıydı? O zaman türlü türlü farklılaşmış yaşanmışlıklar birbirleriyle kaynaşıp, deprem dalgasına ya da müzikal bir doruk noktasma benzer, çok
verimli bir taşkınlık yaratırlardı.
Ben yaşamaktan ölmem gerektiğini duyumsuyorum, sonra da kendi kendime bunun ne demek olduğunu açıklamalım bir anlamı var mı diye soruyorum. Ruhun geçmişi içinizde sonsuz bir gerilimle titreşince, eksiksiz bir varoluş gömülü deneyimleri edimselleştirince, bir ritim dengesini de tek biçimliliğini de yitirince; işte o zaman ölüm sizi ya şamın doruklarından koparır, ama ölümün karşısında acı verici takıntısına eşlik eden o dehşet duygusunu yaşamazsınız.
Kişinin içinde patlayıcı bir enerjinin bulunması her zaman çok tehlikelidir, çünkü artık ona gem vurulamayacak bir an gelebilir. İşte o zaman aşırılıktan çöküş doğacaktır. Birlikte yaşamlamayacak durumlar ve takıntılar vardır. Dolayısıyla, kurtuluşu, onları itiraf etmek getirmez mi?
Kimisi ancak varoluşunun belirleyici anlarında lirik olur; kimisiyse ancak geçmişin bütünüyle edimselleşip, kendisinin üstüne sel gibi akın ettiği can çekişme anında. Ama çoğunlukla, lirik patlama özsel deneyimlerin ardından, varlığın derinliklerindeki çalkantı son kertesine vardığında ortaya çıkar
insan gerek kendi içinde sakladığı şeyleri gerekse dünyanın sakladığı şeyleri bilmeyince, ansızın acı deneyimine kapılıp, baş döndürücü bir öznelliğin aşın karmaşık bölgesine taşınır. Acının lirizmi, yaraların artık derin içerimlerden yoksun, basit dışavurumlar olmaktan çıkıp, varlığın tözüne katıldıkları içsel bir arınma gerçekleştirir.
Neden bu dünyada bir şeyler yapmak gerektiğini, neden arkadaşlarımızın, özlemlerimizin, umutlarımızın, düşlerimizin olması gerektiğini hiç bilmiyorum. Dünyadan uzağa, gürültüsünü patırtısını, karmaşıklığım yaratan her şeyden uzaklara çekilmek bin kat daha iyi olmaz mıydı?
Hepimiz birbirimize nasıl da kapalıyız! Ötekinden her şeyi alasıya ya da onun ruhunun derinliklerini
okuyasıya açık olsak bile, yazgısını ne ölçüde aydınlatabiliriz? Yaşamda yalnızız, can çekişmedeki yalnızlık tam da insan yaşamının simgesi değil mi, diye geçiriyoruz içimizden. Yaşamak istemek, toplum içinde ölmek ne içler acısı bir zayıflık: Son anda avunabilir mi insan?
Can çekişirken, kendilerini tutup, etkileyici tutumlar sergileyen insanlardan tiksiniyorum. Gözyaşları ancak yalnızlıkta sıcaktır. Ölüm anında çevrelerinde arkadaşlarının olmasını isteyenler bunu korkudan, son anlarıyla yüzleşemediklerinden yaparlar. En temel anda, kendi ölümlerini unutmaya çalışırlar. Neden yiğitlik göstermez, neden kapılarım sürgüleyip, o korkutucu duyumlara sınırsız bir açıklıkla, sınırsız bir dehşetle katlanmazlar?
Yalıtılmış, ayrı düşmüş halimizle, her şey bizim için erişilmezdir
Sağ salim kurtulamayacağımız deneyimler vardır. Yaşandıktan sonra, artık hiçbir şeyin anlamlı olamayacağım duyumsatan deneyimler. Yaşamın sınırlarına eriştikten sonra, o tehlikeli sınırların potansiyelini bütün aşırılığıyla yaşadıktan sonra, gündelik edimlerle hareketler tüm albenilerini, tüm çekiciliklerini yitirirler. Kişi ancak o sınırsız gerilimi nesnelleştirerek hafifleten yazı sayesinde yine de
yaşamayı sürdürür. Yaratıcılık ölümün pençelerinden geçici bir korunmadır.
Başıma gelen her şey beni patlamaya hazır bir balona dönüştürüyor gibi. Bu uç anlarda, içten içe Hiç’e
dönüyorum yüzümü. İnsan, tüm sınırların ötesinde, ışığın dışında, ışığın geceden koptuğu noktada, vahşi bir kasırganın sizi dümdüz hiçliğe fırlattığı bir aşırılığa doğru, delice genleşiyor içeriden. Yaşam hem doluluğu hem de boşluğu, hem coşkunluğu hem de bunalımı yaratır; bizi saçmalığa varasıya tüketen baş dönmesi karşısında kimiz ki?
Hem var olan her şeyden hem de var olmayan her şeyden ölünür. Ondan sonra, her türlü yaşanmışlık hiçliğe bir sıçrayış oluverir.
Yaşam büyük gerilimlere dayanamayacak denli sınırlı, parçalıdır.
Umutsuzluğun doruğunda, yalnızca saçmalık tutkusu kaosu şeytanca bir ışıltıyla bezer hala. Geçerli idealler, ister ahlaki, ister estetik, ister dinsel, isterse toplumsal ya da başka türlü olsunlar, yaşama doğrultu ve ereklilik kazandıramadıklannda, yaşam hiçlikten nasıl korunabilir? Bunu sağlamanın tek yolu saçmalığa, mutlak boşunalığa, temelinde tutarsız olan, ama kurgusu yaşam yanılsaması yaratabilen bir hiçliğe tutunmaktır.
Saçmalık tutkusu ancak içi tümüyle boşalmış, ama gelecekte ürkütücü dönüşümlere uğrayabilecek bireyde ortaya çıkar. Her şeyini yitirmiş kişinin elinde yalnızca bu tutku kalır. Artık ona ne çekici gelebilir ki?
Saçmalık tutkusu ancak içi tümüyle boşalmış, ama gelecekte ürkütücü dönüşümlere uğrayabilecek bireyde ortaya çıkar. Her şeyini yitirmiş kişinin elinde yalnızca bu tutku kalır. Artık ona ne çekici gelebilir ki?
Kümleri yalnızca şeylerin zehrinden tat almaya mahkumdur, onlar için beklenmedik her şey bir acı, her deneyim yenibir işkencedir.
acıya bir değer biçmek için nesnel bir ölçüt var mıdır? Komşumun benden daha çok acı çektiğini ya da İsa’nın herkesten çok acı çektiğini kim söyleyebilir?
Herkes, mutlak ve sınırsız sandığı kendi acısıyla baş başa kalacaktır. Dünyadaki tüm acıları, en korkunç can çekişmeleri, en karmaşık işkenceleri, tüyler ürpertici ölümleri, en üzücü terk edilişleri, tüm vebalıları, canlı canlı yakılanları, açlıktan yavaş yavaş ölenleri düşündüğümüzde bile, acımız hafifler mi?
Varlığımızın yanardağı patlayınca, içimizde biriken zehir tüm dünyayı zehirlemeye yeter miydi acaba?
Zihne başkaldıranlann, tam da zihni doğurmak için yaşama etki eden hastalığın ne kadar ağır bir hastalık olduğunu bilen, zihinleri aşın güçlü kişiler olması anlamlı değil midir? Yalnızca sağlıklı insanlar onu över; onlar ne yaşamın sıkıntılanyla ne de varoluşun temelindeki çatışkılarla sulanmışlardır.
Aslında, zihin bize dengesizlik ile kaygı verir, ama aynı zamanda belli bir yücelik de kazandırır. Yaşamı övmek nasıl bir dengesizlik işaretiyse, zihni övmek de bilinçsizlik işaretidir. Normal bir insan için yaşam apaçık bir gerçektir; yalnızca hasta düşmemek için onu yücelterek üstüne toz kondurmaz. İyi de ne yaşamı ne de zihni göklere çıkarabilen kişi ne yapsm?
Dünyanın benim gibi birinin var olmasına izin vermesi, yaşam güneşinin üstündeki lekelerin sonunda ışığı gizleyecek denli geniş olduğunu gösteriyor. Yaşamın hayvanlığı beni çiğneyip ezdi, uçarken kanatlarımı
kesti, can atabileceğim sevinçleri benden esirgedi. Bu dün yada parlayabilmek için ölçüsüzce didinmem, harcadığım çılgınca enerji, gelecekte saygınlık kazanmak için katlandığım şeytani büyü, yaşamda toparlanma ya da içsel bir canlanma için boşa giden tüm çabalarım —tüm bunlar, zehirli olumsuzluğun tüm kaynaklarım içime akıtan bu dünyanın akıldışıhğı karşısında zayıf kaldı.
Ben dünyaya hiçbir şey veremem, çünkü benim tuttuğum yolun bir eşi daha yoktur: O da can çekişmenin yoludur. İnsanların kötü, kinci, iyilikbilmez ya da ikiyüzlü olmasından mı yakmıyorsunuz? Ben size can
çekişme yöntemini öneririm; tüm bu kusurlardan bir süreliğine uzaklaşmanızı sağlayacaktır.
Yaşamı kökünden temizleyebilmek için tüm dünyaya can çekiştirebilseydim keşke! O zaman, yaşamın kökünü sönmek bilmeyen, cayır cayır alevlerle sarardım, onu yok etmek için değil, farklı bir özsu, farklı bir ısı kazandırmak için.
O korkunç duyguyu tattınız mı; eridiğinizi, direnciniz tümüyle kırılınca bir dere gibi akıp gittiğinizi, varlığınızın tuhaf bir biçimde sıvılaşarak geçersiz kılındığını, her türlü özdekten yoksun kaldığım duyumsadınız mı hiç? Burada anlaşılmaz, belli beürsiz bir duygudan değil; apaçık, acı veren bir duygudan söz ediyorum. Yalnızca bedenden kopmuş, sanrılı bir biçimde yalıtılmış başınızı duyumsayabilmekten!
İnsanın kendi yıkımı karşısında altüst olması, düşünememesi ya da hareket edememesi, dondurucu karanlıkların altında ezilmesi, bir gece sanrısına kapılmışçasma yolunu şaşırması ya da vicdan azabıyla boğuştuğu anlarda olduğu gibi terk edilmiş olması, yaşamın olumsuz sınırına, en son yanılsamayı da yok edecek aşın ısıya eriştiğini gösterir. Can çekişmenin gerçek anlamı da bu bitkinlik duygusunda açığa çıkacaktır:
Özünde, can çekişmek, yaşamla ölüm arasındaki sınırda işkence görmek demektir. Ölüm de yaşama içkin olduğu için, yaşam neredeyse bütünüyle bir can çekişmedir. Bense, yalnızca yaşamla ölüm arasındaki bu kavgada, insanın bilinçli bir biçimde acıyla ölümü yaşadığı en dramatik evreleri can çekişme anlan olarak niteliyorum.
Ölmek istiyorum, ama bunu istediğim için pişmanım: İşte kendisini hiçliğe kapıp koyuveren herkes bunu duyumsar. Olabilecek en sapkın duygu ölüm duygusudur. Bir de sapkın ölüm takıntısı yüzünden uyuyamayan insanları düşünün! Kendime ilişkin, bu dünyaya ilişkin bilincimi bütünüyle yitirmeyi nasıl da isterdim!
Uykusuz geçen sayısız geceden sonra aynaya bakmanın verdiği o akla sığmaz doyum duygusunu hiç tattınız mı? Gecenin her anım duyumsadığınız, dünyada yapayalnız olduğunuz, tarihin temel dramım yaşadığınızı düşündüğünüz uykusuzlukların işkencesini çektiniz mi? O anlarda, tarihin anlamı kalmaz, yok olur; çünkü içinizden korkunç alevlerin yükseldiğini duyarsınız, yaşamınız gözünüze can çekişmenizi görmek için doğmuş bir dünyada biricik görünür
İnsanlar aralarından bazılarının neden deliliğe yazgılı olduğunu, onları kaosa sürükleyen, bilinç açıklığının göz açıp kapayıncaya dek yok olduğu bu amansız alın yazısının neden kaynaklandığım asla anlayamayacaklar.
Her türlü delilik organik mizaca ve duruma bağlıdır. Delilerin çoğu bunalımlı kişilerden oluştuğu için bunalımlı delilik şen şakrak, taşkın coşkudan ister istemez daha yaygındır. Onlarda kara melankoliye o kadar çok rastlanır ki, hemen hemen hepsi intihara eğilimlidir. İntihar: Kişi deli olmadığında ne denli güç bir çözüm!
Ben tek bir koşulda aklımı yitirmek isterdim: Şen şakrak, çevresine neşe saçan, sorunsuz, takıntısız, sabah akşam güler yüzlü bir deli olacağımdan emin olmalıyım. Parlak coşkulara bayılsam da istemezdim onlardan, çünkü arkalarından her zaman çöküntü gelir.
Kimi sorunlar, bir kez derinleştikten sonra sizi yaşamda yalnızlaştırır, hatta yıkar: Ondan sonra, ne yitirecek ne de kazanacak bir şeyiniz kalır.
Düşünmenin hazzı için düşünen kişinin karşısında, yaşamsal bir dengesizliğin etkisiyle düşünen kişi vardır. Ben kan kokan, et kokan düşünceyi severim, şehvetli bir coşkunluktan ya da sinirsel bir çöküşten kaynaklanan bir akıl yürütmeyi boş bir soyutlamaya bin kez yeğlerim.
Ölüm bilincinde bir sapkınlık, eşsiz bir düşkünlük vardır.
Dünyayla aramızdaki uçurum gittikçe büyüyünce, insan kendisine dönüp, kendi öznelliğinde ölümü keşfeder.
Bunalımdaki kişide, ölümün içkinliği duygusu bunalıma eklenerek, huzurla dengenin sonsuza dek dışlandığı sürekli bir kaygı ortamı yaratır.
Çoğu insan kendi içinde boy gösteren ağır can çekişmenin bilincinde değildir; onlar ancak hiçliğe kesin olarak geçişten önceki can çekişmeyi bilirler. Yalnızca o can çekişmenin varoluşla ilgili birtakım önemli şeyleri açığa çıkaracağım düşünürler. Ağır, açığa çıkancı bir can çekişmenin anlamım kavramak yerine, her şeyi sondan beklerler. Ama son onlara pek bir şey göstermeyecektir: Yaşadıkları gibi şaşkın şaşkın ölüp gideceklerdir.
Ne varoluşta ne de hiçlikte kurtuluş olduğuna göre, boynu altında kalsın bu dünyanın da sonsuz yasalarının da!
Her uç durum yaşamdan türer, yaşam onun aracılığıyla kendini kendine karşı savunur. Olumsuz durumlardan kaynaklanan sınırların aşılmasına gelince, o bambaşka bir anlam bir kazanır.
Yorgunluk sizi yaşamın alışıldık yüksekliğinden aşağılarda yaşatır, size yalnızca yaşamsal gerilimlerin ön
sezisini verir. Dolayısıyla, melankolinin kaynağı yaşamın bocaladığı, sorunsal olduğu bir bölgedir.
Melankolide insan dünyanın tadım çıkarmak için değil, yalnız kalmak için kanatlanır. Yalnızlık melankolide nasıl bir anlam kazanır? Gerek içsel, gerek dışsal anlamda sonsuzluk duygusuna bağlı değil midir? Melankolik bakış sınırsızlık perspektifi olmaksızın düşünüldüğünde anlamsız görünür.
Kendi içimde ölen şeyi, benliğimin ölü parçasını özlerim. Yalnızca gerçekliklerin hayaletini, geçmişte kalmış deneyimleri edimselleştiririm, ama bu da ölü parçanın ne denli önemli olduğunu göstermeye yeter. Özlem, içimizde yol açtığı değişimler aracılığıyla, gizliden gizliye bizi yok oluşa sürükleyen zamanın
şeytani anlamım açığa vurur.
Başta düzenli sonra seçmece yaparak okudum (çoktu ve içim karardı biraz sanırım). Bu yazardan Çürümenin Kitabı'na başlamıştım yıl içinde ama ruh halim müsait değildi başka bahara ertelemiştim. Kitaplarından okumak istediğim bir düşünür.
YanıtlaSilRuh halinine müsait değilse bence birkaç yıl ertele Cioran okumayı. Plath etkisi yaratır :)
Sil