Gidelim buradan... İlaçlarını yanına alma. Kitaplarımı almayayım ben de. Biraz da onlar çıldırtmıyor mu bizi? Havası ilaç, denizi kitap bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan. Ya sen bana gel ya da ben geleyim sana. Sonra gidelim. Hadi...
Mesele o değil. Mesele en güvendiğim, en sevdiğim insanın bile hiç ummadığım bir anda beni aldatabileceğini unutmak istememem. Kiminle olursam olayım, karım bile olsa yanımdaki, her çıplak kaldığımda bu .mına kodumun lekesine bakıp kendi kendime diyeceğim ki, unutma lan! Sakın unutma. Herkes herkesi her an aldatabilir. Herkes herkesi her an aldatıyor olabilir. En azından herkes herkesi bir ara muhakkak aldatır.
O an, o akşam, o sokaktaki en masum, en temiz insan bile beni kandırmıştı.
Bana beni her aldatıp gidene eninde sonunda hak verdiren kadere sövdüm inceden.
Bin yıl düşünsem bu kadar güzel tarif edemezdim yüzünü.
Bazı kadınların yüzü, ağır bir hikayenin yaşandığı sokaklar gibidir. Bir Metin Kaçan hikayesinin sokakları gibi darmadağın, acıtıcı, insanı nefessiz bırakan. Kalbiyle bakmayı bilen herkes, o sokakların her bir tarafına sinmiş keskin kokulu hüzünleri fark eder.
Bazı kadınların yüzü, birazdan buralara yağmur yağacak yüzüdür. Bazı kadınların yüzü, bir kez olsun gerçekten gidenler, dönmek isteseler de dönemezler yüzüdür. Bazı kadınların yüzü, ben gitmek istesem de beni bırakma yüzüdür...
Bozulur muyum ben sana? Hayatta bozulmam ben sana.
Her şeyden hevesimi aldım dediğim zamanlarımda hiç bilmediğim heveslere meylettim hattı zatında. Ayıplama da beni, mümkünse anla, mümkün değilse salla!
Soğudu gibi oldu havalar. Dikkat et kendine! Artistlik yapma, yürürken önünü kapa. Ve korkup gidersem bir gün. Sakın kızma. Kızma çünkü; "gitmek huydur bizde!"
Çok kişiden nefret ettim bugüne kadar, çok kişiye zarar vermek istedim.
Elbet karşılaşacaktık bir gün. O zaman önce hiç tanımamış gibi yapacak, sonra da tanımış ama bu hiç önemli değilmiş gibi davranarak havadan sudan konuşup ona kendini olabildiğince sıradan ve değersiz hissettirecek, herhangi bir cümlenin ortasında da lafını kesip hoşça kal diyerek sırtımı dönüp gidecektim. Binlerce kez kafamın içinde yaşamıştım bu sahneyi, binlerce kez gözümün önüne getirmiştim. Şimdi o an gelmişti ve ben ne bir tek laf edebiliyor ne de kıpırdayabiliyordum. Bakıyordum sadece, uzun uzun ve derin derin bakıyordum.
O bozdu yine sessizliği. Usulca, fısıldar gibi "Nasılsın?" dedi. Sahi nasıldım? Hiçbir fikrim yoktu nasıl olduğum hakkında. Böyle durumlarda genelde iyiyim der insanlar. Ben de iyiyim demeye niyetlendim ama dudaklarımdan "Yorgunum" kelimesi dökülüverdi. Bunu söylemek istememiştim ama bilinçaltım
binlerce kelimeyle anlatamayacağım beden ve ruh halimi tek kelimeyle özetleyivermişti işte. Yorgunum demiştim çünkü gerçekten yorgundum ...
Neden yorgunsun diye sorsaydı muhtemelen dökülmeye başlayacak, gittiğinden beri onu düşünmeden uyuduğum tek bir gece bile olmadığını, derin bir pişmanlık ve utançtan hiç kurtulamadığımı, onu durup
durup özlediğimi ve en çok da özlemekten yorgun düştüğümü anlatacaktım. Sormadı ... Ben de bir şey anlatmadım.
Sonraki birkaç dakika gerçek birer eski arkadaş gibi sohbet ettik. Ne konuştuğumuzu anlatmayacağım çünkü tesadüfen karşılaşan iki eski arkadaşın konuşmaları kimseye ilginç gelmez. Olabildiğince iğrenç bir sıradanlıkla konuşup vedalaştık ve ayrı yönlere doğru yürümeye başladık.
Tuhaftır, daha sırtımı döner dönmez hafiflediğimi, yıllardır üzerimden bir türlü atamadığım yorgunluğun geçer gibi olduğunu hissettim. Ve o an Nietzsche'nin sözü geldi aklıma. "Umut kötülüklerin en fenasıdır, çünkü işkenceyi uzatır", demişti yıllar önce koca Alman. Evet, artık herhangi bir umudum kalmamıştı.
Hesap kapanmış, borç ödenmiş, ne umut edecek ne de pişmanlığını yaşayacak bir şey kalmıştı. Bedbahttım ama mutlu gibiydim. Çok uykum vardı ama yorgun değildim. Ağlamaya başladım ama yıllar sonra ilk kez suçluluktan mütevellit gizli gizli değil de açık açık ve neredeyse gülümseyerek ağlıyordum!
Artık kimseye verecek hesabım kalmamıştı çünkü ...
Uyuyorsun şimdi. Ya da uyuyacaksın birazdan. Uyu kuzum. Ama bir taraftan da beni dinle. İkisini birden nasıl yapayım deme, yaparsın sen. Senden önce sevdiğim kadın uyurken bile dinlermiş beni. Her ağladığımda yatağından fırlayıp kucaklar, öper, emzirir, tekrar uyutana kadar başımda beklermiş. Annemmiş .. Şimdilik işler iyi gitmiyor. Tabii şimdilik. Biliyorsun hepsi geçecek burıların. Umutsuzluğa kapıldığının farkındayım zaman zaman. En çok da o zamanlar üzülüyorum. İnan bana hepsi geçecek. Pessoa şey diyor ya hani kitabında "Kuvvetli bir inanç ve yeterli isteğin üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey yok." Ben hem bütün gücümle inanıyorum sana hem de bütün kalbimle istiyorum. Sen de aynı şeyleri düşünüyorsan, gerisini zaman halleder hiç merak etme ...
Gürıler iyice birbirine benzemeye başladı burada. Bu iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi emin değilim. Ama şunu biliyorum ki o birbirine benzeyen gürılerin içine sızan her şeyde biraz sen varsın. Kitap okurken senin sevebileceğin yerlerin altını çiziyorum, radyoda sevdiğin şarkılar çıktığında ben sevmesem de koşulsuz bir saygıyla sonuna kadar dinliyorum ve annemle günde en az bir kez senden konuşuyoruz...
Biraz içtim yine bu gece. İçip içip yazıyorum diye kızar mısın ki? Bu gece kızma e mi kuzum? İnsan çarşamba gecesi neden içer? Çok özlediği biri vardır da ondan içer. Bu çarşamba gecesi de çok özlüyorum ben seni. Ama biliyorum hepsi geçecek bunların. Umutsuzluğa kapılıp beni üzme. Pessoa'yı aklına getir,
beni oradan hiç çıkarma, üstünü sıkıca ört ve içinden bir şarkı tut. Ben de burada o şarkıyı mırıldanayım ve ayrı yerlerde yan yana uyuyalım . ..
Mutluluk dediğimiz şey kandırmacadan başka bir şey değildir ve ancak karşımızdaki insanların gerçekte ne düşündüğünü bilmediğimiz sürece mümkündür. Kendi mutluluğunu başka insanlarla tanımlayabilen biri, gerçekte hiçbir zaman mutlu olmamıştır.
O an fark ettim. Benim kedilerle sorunum yokmuş meğer. Benim herkesle sorunum varmış aslında. Nefes alan her şeyle. Kediler en sabırsız canlılar olduğundan ben de bütün tepkimi onlara gösteriyormuşum. O an fark ettim
Sizi hiç unutmadım öğretmenim. Sizden sonra onlarca farklı öğretmenim oldu. Ama ben bir tek sizi hiç unutmadım. Hiçbirini sizi sevdiğim kadar sevmedim. Çok istedim yıllar sonra karşınıza çıkmayı ama beceremedim, araya bir sürü şey girdi. Belki de utandım...
Gurur duyacağınız biri olamadım. En çok küfür edilmesinden hoşlanmazdınız mesela, oysa ben ağzı bozuk herifin teki olup çıktım. Ayrım yapmadan bütün insanları çok severdiniz siz, ben sevemedim. İyi bir çocuksun demiştiniz ya hani bana, utanarak söylüyorum ki o iyi çocuğu öldürüp kötü bir adam yarattım.
Galiba en çok bu yüzden sizi tekrar bulup karşınıza çıkamadım. Evet öğretmenim, ben şimdi, hayatımda bir tek sizin karşınızda utanırım. Bunları da utanarak yazıyorum ama ben sizin gurur duyabileceğiniz bir öğrenciniz olamadım...
Galiba insanlardan umudumu kesmek için biraz aceleci davranıyorum. Umulmadık yerlerde yaşam belirtileri çıkıyor böyle karşıma.
Tarif edememek. .. Anlatamamak ...
Sevdiğinin gözlerinin içine, "seni seviyorum, sen benim ışığımsın, ellerimi sakın bırakma" bakışıyla bakan bir adam düşünün mesela. O bakışı tam olarak hangi sözcüklerle anlatabilirsiniz?
Yıllar önce, "İnsanlardan beklentiniz nedir?" gibi bir soruylakarşılaşmıştım. Şöyle cevaplamıştım o soruyu;
"Susun! Çünkü bana söyleyeceğiniz her şeyi ya daha önce birileri söyledi ya da bir yerlerde okudum. Nasihat kafa karışıklığına iyi gelir; merhamet acıya, şefkat öfkeye ... Ve ben o kadarçok şey görüp geçirdim ki, ne nasihate ihtiyacım var artık ne merhamete ne de şefkate. Çünkü tahammülüm kalmadı artık. Çünkü hiçbiri gerçek değil. Gerçek olan tek bir şey var; Şu anburada olmak zorunda olduğum için olmak istediğim yerde olamıyorum ve bir gün burada olmak zorunda kalmadığımda olmak istediğim yerde olacağım. Bedenimle ya da ruhumla. Bilmiyorum. Bir gün olacak ama bu. Anlayabiliyorsanız bunu içi
nizden anlayın. Anlamıyorsanız da, susun ... "
"Öfkeliyim evet. Genelde öfkeliyim. Çünkü çok ayıp ettiler bana. Açık verdim çünkü en baştan, her şeye inanabilen bir salak olduğumu hiç saklayamadım. Ve tanıdığım neredeyse herkes bu özürümü acımasızca kullandı. Ve sen de, üzgünüm ama sen de farklı değilsin ...
Niye böyle oldu? Biliyorum aslında da... Hani her şeyi bana anlatıyorsunuz ya, ben kime, neyi, nasıl anlatayım?
En çok yalan söylememeye çalışırken yalan söylüyor insan. Kırmamaya çalışırken kırıyor.
Kumru bile hayvan haliyle en fazla on on beş metre uzakta kalmaya tahammül edebiliyorken, insanlar
yüzlerce kilometreye katlanabiliyorlar. Ya da katlanabildiklerini söylüyorlar. Ben katlanamıyorum valla, dayanamıyorum bazen? Dayanabilenler nasıl beceriyorlar?
Herkes ve her şey, zayıf, acıklı ve masum yanlarını görünmez zannedilen yerlerinde gizleyip, diğerlerine gösterdikleri ön cephelerini ise süsleyip, güzelleştirip, bazen de acımasızlaştırıp, yan taraflarının kimse tarafından görülmediği yanılsamiJ.sıyla kendilerini kandırıyorlardı. Yanılıyorlardı ama. Birileri, sayıları az da olsa birileri için yan taraflar ön cephelerden daha önemliydi.
Birini gerçekten sevmek istiyorsanız ya da sevip sevmediğinizden emin değilseniz, ona herkesin gördüğü ön tarafından değil de herkesten, sizden bile saklamak istediği yan tarafından bakmaya çalışın. Eğer yan tarafından da severseniz ya da seviyorsanız, gerçekten seviyorsunuzdur...
İnsan suçlamak istedikten sonra her şeyi suçlayabilir. Şartları suçlar, kaderi suçlar, yaptıkları için kendisini,yapamadıkları için karşıdakini ve bu kompozisyonu dizayn ettiği için Tanrı'yı. Tatlı ama zararlı bir alışkanlıktır suçlamak, bir kez başlandı mı önü alınamayan.
Nihilizmle pesimizmden devşirme bir kolaj yapıp kendime, suçlamayı da bıraktım, nedenler sıralamayı da. Bütün çaresizliğimle tevekkülün şeffaf ve muğlak kollarına bıraktım kendimi. Böyle olması gerekiyormuş demek ki dedim. İnsan, götünü de yırtsa değiştiremeyeceği şeyleri değiştiremiyormuş dedim. Yine çok ağladım. Yine çok içtim. Ama ara sıra dua da etmeye başladım. Hiç beddua etmedim. Sabır dedim. Sabrettim...
Okuduğum her satırda, içtiğim her dublede, tuttuğum her oruçta, sevdiğim her kadında kendimden bir şeyler arayıp durdum. Dolayısıyla da her şeyle kurduğum ilişkinin öznesi hep ben oldum. Şimdi biri kalkıp bana bencilsin dese kızarım. Peki bu hal, bu yaşantı bencillik değil de ne? Wittgenstein, "Üzerinde konuşamayacağın şey hakkında sus! " dedi. Beceremedim. Sokrates, "Kendini tanı! " dedi. Tanıyamadım. Annem, "Allah akıl fikir versin!" dedi. Vermedi Allah akıl fikir. Ortasını zorladığım ömrümün arkada kalan kısmına bakınca tek bir şey görüyorum sislerin ardında. Şikayet... Kime mi? Orhan Gencebay'ın dediği gibi. "Şikayetim yaradana..."
Her gelmenin gelmek demek olmadığını, haliyle de her gitmenin aslında gitmekten sayılmayacağını çok küçük yaşta öğrendim.
Dizimi masanın kenarına çarptığımda, mahalledeki çocuklardan dayak yediğimde, babam ilk tokatı attığında... Hep içime içime ağladım! İçime içime ağladım ve bekledim. Annemi bekledim. Koşup gelseydi annem, sarılsaydı bana, yapıştırsaydım başımı göğsüne, ağlamaktan ortalığı ayağa kaldırırdım ama annem hiçbirinde gelmedi. Gelemedi. Çünkü hep çok işi vardı. Öyle öğrendim ben kimselere göstermeden, içime içime ağlamayı!
Demem o ki, ben şimdi sana kalk gel demem. Beklerim hep ama gel demem. Diyemem. Çünkü öyle öğrendim. Canım çok yanıyor şu an. Şimdi gelsen, sarılsam sana, yapıştırsam başımı göğsüne ağlamaktan ortalığı ayağa kaldırırım. Ama gel demem.
"Bilmiyorum ki! Nereden bileyim? Böyle değildi eskiden. Çoluk çocuk girince işin içine kendini düşünmemeyi de kendisi için düşünmemeyi de öğreniyor insan!"
Çocukluğunu yarım yaşayanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, her çaresiz anlarında ona geri dönerler. Onları nerede görseniz tanırsınız. En yetişkin halleri, hatta hüzünleri bile biraz çocuksudur onların.
Onunlayken öğrendiği her şeyi unutmaya başladığını fark etti. Onunla birlikteyken bildiği şeyleri de unutuyordu ve onun yanındayken bilemediği pek çok şeyi sonradan da bilemedi. Düşünceleri ile davranışlarını birbirine uyduran görünmez bağ, onun gidişiyle birlikte kopmuştu sanki. O zamanlar düşünmeden davranıyordu, artık davranmadan düşünmeye başlamıştı. Bir taraftan da süratle unuttuğu için bildiklerini, bu davranışsız düşünme acınacak bir noktaya gelmişti. Ve ne yazık ki insan neyi düşünmek istemezse onu daha çok düşünüyordu.
Neden ben? Neden anlattın bana tüm bunları? Zaten güçlükle üstesinden geliyorum yaşamak ağrısının, hiçbir faydam olmayacağını bile bile acını anlatmak için neden beni seçtin?
Bana iyi gelecek bir tek şey var artık. Benim yüzümü güldürecek bir tek kişi ... Büyük beklentilerim yok, kurduğum en baba hayal bile standart ve ortalama.
Perec bir kitabında şey diyordu, insan mutluluğu yakalayamaz, insan mutluluğu tarif bile edemez. İnsan sadece nedensizce mutlu olur, nedensizce de mutsuz. Bu ikisini birbirinden ayıran herhangi bir çizgi falan da yoktur. Sadece hayat vardır, içinde her boku barındıran lanet bir hayat, sırası geldikçe de her şey yaşanır. O kadar. . . Şimdi diyorum ki ben de Perec ustanın affına sığınarak, sıram gelmedi mi hala?
Zor olanı yapmaya çalışıyorum.Acıyı, üzüntüyü, öfkeyi, hüznü anlatmak kolay. Ama bunlara neden olanda da sendeki yaraların aynısı varsa neyi nasıl anlatabilirsin?
"Korkuyorum!"
"Neden?"
"Beni çok üzeceksin!"
O an bağırmak, sakın korkma demek istedim. Korkma, ben seni hiç üzmem... Diyemedim. Yaralarını görmüştüm çünkü. Belki de daha ilk günden yaralarımızla eşitlenmiştik birbirimize. Bizi birbirimize çeken benzer yaralar ağzımıza sıçacaktı. Herkes iyi bilir birbirlerinin en çok canını yakanlar birbirlerine denk insanlardır. Acıyla ve yarayla denkleştiğin birine nasıl yalan söylersin
Durmaksızın geçmişiyle kavga ediyordu. Bense geçmişimle geleceğimin birbirini yediği saçma bir muharebeye kumandanlık ediyordum. Kazanırsam kaybedeceğim, kaybedersem kazanacağım lanet bir savaş. Yorulan iki cengaver gibi bir süre birbirimize sarılıp dinlenmek istedik belki de. Olmadı. Sarıldığımız yerlerimizden iyice yaktık birbirimizin canını... Şimdi boynumuz bükük, çekildiğimiz köşelerimizde yaralarımızı sağaltmaya çaiışıyoruz. Ne için? Yenilerine yer açmak için. Ayrı yerlerde, benzer yaralarla aynı günün ağrısını çekip, ayrı insanlara katlanıp, aynı sonsuzluğa hazırlıyoruz kendimizi.
Gözümüz aynı yerde. Yaralarımızın eşitlendiği değil sıfırlandığı o yerde! Hiçbir şeyin fark etmediği, hiçbir yaranın hatırlanmadığı, kimsenin kimseyi kıramayacağı o yerde ...
Yüzüme baktı. Sadece baktı uzunca müddet. Sonra anlatma ya başladı.
Birini ya da bir şeyi sevmek, değer vermek, onu her şeyiyle sevmek demektir çoğu zaman. Ne olduğunu, ne olacağını, sınırlarını bilip, hatalarıyla, eksikleriyle, yanlışlarıyla ve sebep olduğu üzüntülerle kabul etmek demektir. Hiç kıvırmasak mı? Kıvırmadan söyleyelim evet, gerçekten sevmek bir tür çaresizliktir. Bir şeyi gerçekten çok seviyorsan başka çaren yoktur da ondan seviyorsundur.
Sanırım benim sorunum bu. Tek tek insanlara, şeylere, alışılmış hatta kanıksanmış durumlara üzüle üzüle kafayı sıyırıp çıktım. Hata yaptım. İnsan içine hiç çıkmayacaktım.
Birbirimize soracağımız o kadar çok soru, konuşmamız gereken onlarca konu varken, biz çareyi susmakta bulmuştuk.
Neyse özeli bırakıp genele dönelim. Hepinizin çok iyi bildiği gibi bir insan bir boku bir kere yediyse bir daha yer. Anlatabildim mi?
"Tanrı nefret ettiği insanlara öyle yetenekler verir ki, dışarıdan bakan herkes bunu ödül zanneder fakat bu aslında cezaların en büyüğüdür. Üstelik bunun nasıl bir lanet olduğunuda kimselere anlatamadığı için aslında iki kere cezalandırılmış olur. Bu da Tanrı'nın yaptığı bir tür espridir!
Alın işte size kuşlarla insanlar arasındaki e n büyük benzerlik. İkisi de en çok ihtiyaç duyduğunuz anda basıp gidiyor... Gider... En azından ben aksine hiç şahit olmadım bu yaşıma kadar...
İnsanların değerleri onlarla beraberken değil ayrılıp birer anı olduklarında daha iyi anlaşılıyor. Geç oluyor evet ama teslim edilmeyen hiçbir hak da kalmıyor geride, bir şekilde ödeşiliyor.
Uyuduğumda uyanacağım gün, dünün aynısı olacak. Bugün de bir önceki günün aynısıydı çünkü. Kendimi herkes tarafından aldatılmış salağın teki gibi hisediyorum. Sanki herkes gizli gizli beni izleyip hayvanlar gibi eğleniyor...
Üzülme. Ben üzgün değilim. Ne yarım bıraktığım bir iş var geride ne de ertelendiğine üzüldüğüm bir heves. Keşke dediğim şeyler yok değil tabii. Ama şu an bulunduğum mesafeden bakınca geçmişe, tüm o keşkeler eski, buruk ve puslu anı parçalarından başka bir şey değillermiş işte. Kaçmak isteyip de kaçamayan, bununla birlikte durması gereken yerde durması gerektiği gibi durmayı da beceremeyen herkes gibiyim anlayacağın!
Herkesin masumiyetini yitirdiği bir nokta olur. Daha doğrusu herkesin masumiyeti yitirdiğini fark ettiği bir an. Yoksa aslında eskidir kaybediş. En azından bende öyle oldu. Birden bire fark ettim. Birdenbire... Seninle karşılaştığım ilk gün anlamıştım ömrümün kırılma noktasında olduğumu. Nedeni senin ışıltın mıydı benim sarhoşluğum mu? Bilemiyorum şimdi
Eğer okursan bunları bir gün, ne olur içinden güzel şeyler geçir. Üzülme demiyorum, nasıl üzülmez insan? Ama üzüntüne içimden geçirdiğim bütün güzellikler eşlik etsin.
Dostum demişti sadece. Ben de ona dostum derim o zaman diye düşündüm. Birkaç saat arayla aynı masada oturduğum, adını bile bilmediğim ama belki de hakkında herkesten daha çok şey bildiğim isimsiz dostum...
Adını bile bilmediğim, hiç görmediğim dostumla karşılaşırım belki diye umut ederek yürüdüm. Karşılaşsaydım eğer kesin tanırdım. Yarasından tanırdım. Evet yüzünü hiç görmemiştim ama yarasını görmüştüm onun az önce. Eğer karşılaşsaydık muhakkak tanırdım. Karşılaşmadık. Ne o gün ne de başka bir gün. Elimde ne yapacağımı bilmediğim beyaz ve açık mavi kağıtlarla suçunu bilmeyen bir mücrim gibi bekledim bunları yazana kadar. İyi mi yaptım kötü mü hala bilmiyorum.
Bittiği sanılan yerde başlayan hikayeler vardır. El sıkışıp ayrılınan yerde öyle bir deprem olur ki bazen, fark edebilen herkesin kalbini ve ruhunu sarsar. Ve ne acıdır ki, bunu oracıkta kalakalan, gidenin arkasından bakıp ağlamak ya da bir bira daha söylemek dışında hiçbir seçeneği olmayan o zavallı mağrur mağluptan başka kimse bilmez . .
Haydi dağılalım, çünkü kimse kimsenin umurunda değil!
Haydi dağılalım, çünkü birlikteyken çok komik görünüyoruz!
Haydi dağılalım, çünkü bu kadar bokluğa ancak yalnızken tahammül edilebilir!
Haydi dağılalım, çünkü biz birbirimizi acıdan öldürürüz!
Haydi dağılalım, çünkü "cehennem başkalarıdır!"
ah ya sinead yaa :)
YanıtlaSilHiç aklımda yoktu, Youtube a girince ilk bu çıktı karşıma önerilerde :) Bir bu bir de Dolores O'Riordan canlı dinleyemeden gitti. Beth Gibbons'u ömrüne ömür artık :)
Sil