Bir adam çevresine dalmış, bir başkası mezarını kazıyor: nasıl ayırmalı onları? İnsanları ve saçmalıklarını?
“İnsanın kendini öldürmesinin birçok nedeni vardır, genellikle de en çok göze çarpanları en etkinleri olmamıştır. İnsanın bir düşünce sonucu kendini öldürdüğü enderdir (ama bu varsayımı da konu dışında bırakmamak gerekir).... Ama o gün umutsuz kişinin bir dostu kendisiyle ilgisiz bir tavırla konuşmuş mudur, konuşmamış mıdır, bunu bilmek gerekir.”
Yalnız kalmak istemiyordu. Yalnızlığının dehşetini, uzayan uykusuzluğu, Tanrı ile o umut kırıcı baş başalığı duyuyordu şimdiden. Korkuyordu, yalnız insana güveniyordu artık, kendisine ilgi gösteren biricik varlığa bağlanarak elini bırakmıyor, sıkıyor, bu ısrarı doğrulam ak için beceriksizce teşekkür ediyordu.
O, şimdiye dek karşılaştığı mutsuzlukların en korkuncu önünde duruyordu.
Tanrı insanları elinden alıp, kendisini yalnız bırakmaktan başka hiçbir işine yaramıyordu. İnsanları bırakmak istemiyordu.
Gene yalnızdı. Dinlenm ez olmak: insan yaşlandı mı korkunç olan budur.
Önünde bu kadının oyunlarının sonuncusu ve en canavarcası oynandığı düşüncesini bir türlü atamıyor
du içinden. Duyduğu acıyı anlamak için kendini yoklayınca da hiçbir şey bulam ıyordu içinde.
Cennetlerin yalnızca yitirilmiş cennetler olduğu doğruysa, bugün içimden çıkmayan şu hoş ve insandışı
şeyi nasıl adlandırmalıyım, bilmiyorum.
Durmamacasına mutluluğu düşünmek istemiyorum. Böylesi çok daha basit, çok daha kolay. Öyle ya, unutuşun ta dibinden kendime doğru çektiğim bu saatlerden, arı bir coşkunluğun, sonsuzluğa asılmış bir dakikanın el değmemiş anısı kalmış her şeyden önce. Bende gerçek olan yalnızca bu, bense bunu hep iş işten geçtikten sonra anlıyorum.
Bir gün bana “Yaşamak öylesine güç ki!” demişlerdi. Söylenişi de aklımda. Bir başka kez de biri “En
kötü yanlış acı çektirtmektir,” diye mırıldanmıştı. Herşey bitti mi yaşam susuzluğu sönmüştür. Bu mudur mutluluk dedikleri? Bu anılar boyunca ilerlerken her şeye aynı sessiz giysiyi giydiririz, ölüm de renkleri soluk bir tuval gibi görünür. Kendi kendim ize döneriz. Sıkıntımızı duyarız, böyle daha çok hoşlanırız kendimizden. Evet, mutluluk belki de budur, acımalı mutsuzluk duygumuzdur.
Dünya uzun bir uyum içinde bana doğru göğüs geçiriyor, ölmeyenin ilgisizliğini ve dinginliğini getiriyor bana.
Dünya her gün olduğu gibi burada bitiyor, tüm o ölçüsüz sıkıntılarından hiçbir şey kalmamış şimdi, şu
barış umudundan başka.
O hiç böyle her şeyden kopmuş bulmamıştı kendini. Dünya erimişti, yaşamın her gün yeniden başladığı yanılsaması da erimişti onunla birlikte. Öğrenimler, hırslar, lokanta seçmeler, gözde renkler, hiç bir şey, hiçbir şey yoktu artık. Hastalıktan, içine gömüldüğünü duyduğu ölüm den başka hiçbir şey... Gene de,
dünyanın çöktüğü saatte, o yaşıyordu.
Yerimden gördüğüm gökyüzü üçgeni günün bulutlarından sıyrıldı. Yıldıza batm ış, duru bir soluk altında titriyor, çevremde de gecenin yum uşak kanatlan çırpmıyor ağır ağır, içinde kendi kendim olmaktan çıktığım bu gece nereye kadar gidecek? Basitlik sözcüğünün tehlikeli bir niteliği var. Ve ben bu gece yaşamın belirli bir saydamlığı karşısında artık hiçbir şeyin önemi kalmadığı için ölm ek istenebilmesini anlıyorum. Bir insan acı çeker, m utsuzluk üstüne m utsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra, bir akşam, hiç: bir zam anlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni.
Ve işte alışkanlıkların perdesi, devinimlerin ve sözlerin yüreği uyuşturan, rahat örgüsü, ağır ağır açılıyor, kaygının solgun yüzünü gösteriyor en sonunda. İnsan kendi kendisiyle karşı karşıyadır artık: hadi mutlu olsun da görelim! Genede yolculuk bu yanıyla aydınlatır insanı. İnsanla nesneler arasında büyük bir uyumsuzluk doğar. Direnci azalmış olan bu yüreğe, dünyanın müziği daha kolay girer. Kısacası, bu büyük yoklukta, en ufak bir yalnız ağaç görüntülerin en tatlısı, en çabuk silineni olur.
Ne ülke, ne kent, ne oda, ne ad vardı artık, çılgınlık mı, yoksa utku mu, alçalış mı, yoksa esin mİ, en sonunda bilecek mi, yoksa tükenecek m iydim ?
Bir ışık doğuyordu. Şim di biliyorum bunun ne olduğunu: mutluluğa hazırdım.
Evet, bu göz yaşından uzak doluluk, bu içime dolan, sevinçten yoksun huzur, bana düşmeyen şeyin: bir vazgeçişle bir ilgisizliğin kesin bilincinden başka bir şey değildi. Roman kahramanlarını bir yana bırakırsak, ölmek üzere olan, üstelik bunu bilen bir kişinin, karısının yazgısıyla ilgilenmediği gibi. İnsanın iç çağrısını gerçekleştirir bu adam,bu da bencil, yani umutsuz olmaktır. Bana gelince, bu memlekette hiçbir ölümsüzlük umudu yok.
Derin umutsuzluğumla dünyanın en güzel görünümlerinden birinin gizli ilgisizliğinin karşılaştırılmasında buluyordum bunu. Aynı zamanda hem cesur, hem bilinçli olm a gücünü çıkarıyordum bundan. Öylesine güç, öylesine çelişkin şeyin bu kadarı yeterdi bana.
Sevdiklerimizden, dilimizden uzakta kalınca, tüm desteklerim izden kopup maskelerimizden yoksun kalınca (tramvay saatlerini bilmezsiniz, her şey de böyledir), kendi kendimizin yüzeyindeyizdir tümüyle. Ama bir de, ruhum uzu hasta bulunca, her varlığa, her nesneye, mucize değerini veririz. Düşünmeden
dans eden bir kadın, bir perdenin ardından görülen birm asa üstünde bir şişe: her imge bir simge olur. O sırada yaşamımızın onda Özetlendiği ölçüde, yaşam da tümüyle onda yansır gibi gelir bize. Tüm armağanlar karşısında duyarlıyken, tadabileceğim iz tüm çelişkin sarhoşlukları (açık görüşlülüğün sarhoşluğuna varıncaya kadar) nasıl anlatmalı.
Tüm yaşama aşkım buradaydı işte: belki de elimden kaçacak olana karşı sessiz bir tutku, bir alevin altında bir acılık. Her gün, kendi kendimden koparılmış, ktsa bir an için dünyanın süresine geçirilmiş gibi ayrılıyordum bu manastırdan.
Alacakaranlığın bu kısacık anında, yalnız bir insanın değil, tüm halkın duyduğu, süreksiz ve hüzünlü bir şey hüküm sürerdi. Bana gelinece ağlamak gelir gibi sevmek gelirdi içimden. Bundan böyle uykumun
her saati yaşam ım dan çalınacakmış gibi bir duygu uyanırdı içimde...
İyi biliyorum ki yanılıyorum, benimsenilmesi, tanınması gereken sınırlar Vardır. Yaratırsa böyle yaratır insan. Ama sevmenin sının yoktur ve ben her şeyi kucaklayabildikten sonra, iyi sarılamasam da ne çıkar?
Tuhaf ve yalnız bir kadındı. Ruhlarla sıkı bir ilişkisi vardı, onların kavgalarını, kızgınlıklarım benimser, ailesinden olup da sığındığı dünyada iyi gözle bakılmayan kimi kişileri görmeye yanaşmazdı.
Ben kimim ve yapraklarla ışığın oyununa katılmaktan başka ne yapabilirim ? içinde sigaramın tükendiği bu ışın, bu tatlılık, havada soluk alan bu sessiz tutku olmak. Kendime erişmeye çalıştım mı bu ışığın ta dibinde erişebiliyorum. Dünyanın gizini veren bu hoş tadı anlamaya, duymaya çalıştım mı evrenin dibinde kendi kendimi buluyorum. Kendi kendimi, yani beni dekordan kurtaran bu en son noktasına varmış coşkunluğu.
Tüm devinimlerimle dünyaya, tüm acımam ve tüm minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. “Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir,” diyorlar. Ben arada bir ilişki göremiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder