Seni tutabildim,
Her şeyi yitirirken.
-Paul Celan-
"Yeter artık, yeter! Dayanamıyorum! Tanrım, son ver artık bu işkenceye! Gücümün kalmarlığını görmüyor musun?"
Çoktan yitirdiği bir tür masumiyeti, sızlanışlarının ardına gizlenen çocuksu saflığı sevmişti. "Yalnızlığımı asla yenemedim," diye düşündü, "ama sanki ondan dışarıya doğru büyüdüm - onu sarıp sarmalayacak
denli büyüdüm . Bir cenin gibi içimde artık, bir madalyon gibide göğsümde."
Ölüm korkusu, yoğunlaştıkça siliniyar olmalıydı, mutsuzluk gibi.
Rüyalarını hatırlamazdı, ama her gece - hem de her gece- uykusunda sessiz hıçkırıklarla, usul usul ağladığını biliyordu. En gerçek, en içten gözyaşlarıydı döktüğü. Dakikalarca nerede olduğunu, hatta kim olduğunu çıkaramaz, keskin öğle ışığında kamaşan gözlerini ovuşturarak gerçekliğe geri dönmeye çalışırdı.
Günün ilk sigarası . .. Ruhunda bir çentik daha açmaya kararlı günün karşısında, ciğerlerini sinsi, sevecen bir dumanla dolduran ilk sigara. . .
Bütün saatler onundu; ama kullanılmak için değil, içerdikleri sonsuz boşluğa bir ceset gibi yayılıp kalmak için.
İnsanın başka hiçbir şey yapacak gücü kalmamışsa; gözünü sağır duvarlardan ayırıp bir kitaba bile uzanamıyor, bakışlarını muz ağaçlarına ya da Santa Teresa Vadisi 'nin vahşi cangılına çeviremiyorsa, çocukluktan kalma en masum, en sevimli anıya gülümseyecek, günbatımından duygulanacak hali yoksa, çay demiemek ve sigara içmek, yaşamsal eylemlerdir
Sanki ikisi de dünyanın boşluğundan, bayağılığından usanmış, umutsuz, aldırışsız, bütünüyle tükenmiş, yeryüzündeki son menzillerinde serilip kalmışlardı.
Çok fazla görünüm, çok fazla çelişki, çok fazla trajedi sunuyordu bu kent.
Rahat koltuğuna gömülmüş ve dünyanın en risksiz işine, okumaya dalmış, kentli, iyi eğitimli, hiç açlık sanrısı görmemiş birine açlığı hangi sözcüklerle betimleyebilirdi? Kimin sözcükleriyle?
"Şu koca dünyada nereye ayak bastıysam, karşıma hep yüzeysellik çıktı, ama burada bir sanata dönüşmüş."
"Bu kent, yabancı bir kadın için ölümcüldlir. Kendini sevmeyi öğren çünkü başka kimse seni sevmeyecek."
Hiçbir şeyin para etmediği, asla paylaşılamayan yalnızlıkianna kısa bir mala vermek için birbirlerine sarılmış, duygudaşlığın avuntusuna sığınmışlardı.
Yalnızlığı arttıkça dış dünyadan soyutlanışı da artmıştı; ilgi arsızı aygıtın her çığlığında yerinden firlamaktan çoktan vazgeçmişti.
Çocukluğunda bebeklerden nasıl içtenlikle netret ettiyse, yetişkinliğinde de "kadınsı" diye nitelendirdiği nesnelerden, ölümcül bir virüs taşıyorlarcasına uzak duruyordu.
On yedi yaşındayken , bir din dersinde ayağa fırlamış, ona canlı canlı derisini yüzrnek istermiş gibi bakan sınıfin önünde tanrıta nımazlığını ilan etmişti. Gelgelelim, ömrü boyunca inkar ettiği tannlara yalvarmadan Rio'da bir adım bile atamıyordu.
"Neydi acaba o gün yitirdiğim şey - gökyüzün ün 'ışıltılı labirentini' çözdüğüm gün? Masumiyet mi? Yok canım, böyle iri iri, yaman sözcüklere sığacak bir şey değil."
Bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur.
İşte varılması gereken yer o noktadır.
-Kafka-
Neden sevdim bana öldüresiye düşman bu kenti?
Çok, çok uzun zaman önceydi. Yalnızlığımı bir zırh gibi kuşanıp okyanuslara açıldım. Vardığım bu son durakta anlıyorum ki bir çember üzerinde dönüp duruyormuşum. Paslı kalkantarımın ağırlığı altında iki büklüm, ucu küt kılıçlarla donanmır Asla odak noktasına yaklaşmadan, her defasında sadece yörünge değiştirerek... Beni serüvenden serüvene sürükleyen, ne tutkuymuş ne de cesaret. Belki kaçma isteği, ama geçmişimden değil, geçmişimle birlikte kaçıormuşum. Çarptığı cüzdanla son sürat kaçarken paraları sağa sola döken bir yankesici gibi . .
Her yeni yolculuk bir dekor değişikliği, o kadar.
"Zorlama bir acıma duygusu, dehşet, çoğunlukla da tiksinti... İnsan, kendi türüne karşı çok insatsız."
bu kentte ne haksızlıklara, aşağılanmalara, kazıklara göğüs germişti, ama hala tezgahtarların kabalığıyla çileden çıkıyordu.
Dünyaya sonsuzca daralmış bir açıdan bakıyordu artık.
"Yalnızlığın ta kendisi bu kadın"
"Ben onunla konuşmak istiyorum. Seninle değil ki ONUNLA. Yalnızca konuşmak..."
Tapınmaya varan bir hayranlıkla doluydu gözleri. "Ona başka bir kadını hatırlatıyor olmalıyım. Belki de
aklını yitirmesine yol açan kadını."
"Allah aşkına, gözlerimde ne görüyorsunuz?"
Çoktan unutulmuş bir ilkgençlik aşkının, on yıl sonra bile hafifçe can yakan acısı... Ama sanki o acının ortasında bile bir mutluluk vardı. Bir zamanlar, yeryüzünde bir kişi tarafindan sevilmiş olmanın mutluluğu...
Yeryüzü göçebeleri... Başıboşlar, gece gezginleri, göçmen kuşlar... Bir büyük, bitimsiz yolda bir başlarına yürüyenler. .. Hep tek yönlü biletlerle yolculuk yapan, iz bırakmadan ortadan yok olan, bir çanta dolusu eşyayla on yıllar geçirenler... Bağlanmayan, topraklaşmayan, bütünleşmeyen, gövdenin ağırlığını taşıyamayacak bir çift kanat uğruna köklerini kesenler... Issız, engebeli patikaları, arka sokakları, belleğin varoşlarını sevenler. . . Karanlık kulisleri ışıltılı sahneye yeğleyenler. . . Biri geçmişte, öteki gelecekte saklı iki düşsel liman arasında dönüp duranlar... Limansız yolcular ...
Cehennemin bir fersah ötesi cennet,
Cennetin bir adım ötesi cehennem.
İran Atasözü
eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: Gerçeğin ne kadarına DAYANABİLİRİM?
Yaşamda belirleyici o lan her şey gibi açıklanamayan rastlantıların, kesişmelerin, çakışmalann ürünüydü. Bir tutku gibi apansız doğmuş, Özgür'ü hazırlıksız yakalamıştı . İstenmeyen çocukların boynu büküklüğü vardı onda.
"Seni kesinlikle görmeliyim. Hemen bu gece. Kokunu öyle özledim ki. Saat beşte arayacağım ." Bu cümleleri farklı sıralamalarla, farklı dudaklardan sayısız kez dinlemişti. Yalnızca bir kere, ilk kez duyduğunda inanmıştı. O tılsımlı "saat beşe" yetişebitmek için bir filmin ortasında çıkmış, uçan halı ya binmişcesine evine gitmişti. Saatler, günler, geceler boyu ayrılamamıştı telefonun yanından. Bebeğinin ölü doğduğuna bir türlü inanamayan bir anne gibi...
Önünde kara tüneller gibi uzanan gecelerle başa çıkamadığı için, en yoğun acıların merhemi insan gövdelerine sarılmış; çelimsiz cinselliğinin bir doğuştan sambacıdan ötekine şutlanmasına uysallıkla boyun eğmişti. Aşk öykülerinde konu mankeni olduğunun ayırdına varmıştı varmasına; ama yalnızlıktan öyle şaşkına dönmüştü ki, en çıkarcı ilişkilerde bile bulunan titrek, kırılgan sevgi soluğuyla yetinmeye hazırdı.
Bu kent onu gözden çıkarmıştı, o da kendini gözden çıkardı . Başka türlü bedenini o kadar kolay sunamazdı ve ne yazık ki Rio'nun aşk dağarcığında son sözü beden söylüyordu.
" İnsanlıktan çıkıyor muyum? Yoksa insan olmak bu mu?"
Bütün bir yaşam deneyiminin imbiğinden geçirerek geliştirdiği ilkeler art arda kullanılmış, acımasızca tüketilmiş, bir şeylere alet edilmişti, BEN denilen çemberin içindeki adacıklar birer birer elinden kaçmış, çevresinde bağımsız uydular oluşturmuşlardı. Geride kalan boş kabuk ise yıkıma, çürümeye, hiç kimseyi
kayırmayan zamanın insati na terk edilmişti.
Sonunda, çevresini kuşatan boşluğa anlam katabilecek tek kişinin kendisi olduğunu anladı. Başka hiç kimse onun adına yaşamın şifrelerini çözemez, asma kilitlerini açamazdı. Kentin gözü kör şiddetine karşı mevzilerini belirlemeye karar verdiği gün yazmaya başladı. Ne başkaları, ne de kendisi için; sadece yazmak zorunda olduğu için yazıyordu. Bir yarayı kaşırcasına kabuk kabuk soyuyordu Rio gerçeğini ve iç kanamalı bir hastanın kustuğu kara kan, cümlelerine damlıyordu.
"İnsanı tanımak için u zaklara gitmek gerekir," demişti bir yazar.
"Uzaklara gitme, gerçeklik senin içindedir."
Yanından geçip giden rasgele bir kota sarılmak ve bir sozcük dilenmek istiyor. Ne aşk, ne sevgi, ne dostluk; yalnızca tek bir sözcük. Bütün seslere anlam verecek o tek sozcük. Acımasızlığı bir türlü öğrenememiş sırtının yorgun gölgesi, sokak insanlarını yalayıp geçiyor.
İnsan hayatını har vurup harman savuran bu kentte, hiç kimse tanrısız sağ kalamıyordu.
Aşağı, yokuş aşağı durmamacasına aşağı.. Bir an bile durma, sürüden kopma, bütün gücünü topla! Bir daha düşme ve sakın dönüp de arkana bakma!
"Bir parça huzur gerekli bana, huzur ve unutuş. Kendimle aramda bile silah sesleri var artık, bir de şu lanetli roman."
Yazıya dökülenin dışında
kalan tek şey ölümdür.
Robert Pinget
Hayat bu kadar berbatken, bütün gücünüzü parmaklarınızın üzerinde durmaya harcıyorsunuz.
"Adam öldürmenin serbest olduğu bir kentte beni kötülük yapmaktan ne alıkoyabilir ki? Savaş koşullarında her şey mubahtır." Çerçeveletip vicdanına astığı slogan buydu işte.
Belleğinin karantina hücrelerinden birine kapattığı Roberto'dan geriye kalanlar, üzerinden hiç çıkmayacakmış gibi duran bir kirlenmişlik duygusu ve bitmez tükenmez prova gecelerinde, onu beklerken, tiyatronun ikinci katında tek başına geçirdiği saatlerdi.
Gerçek ile yalanın iç içe geçtiği, buram buram yapaylığın kanlı canlı, dirimsel, kendine özgü bir gerçekliğe dönüştüğü bir dünyaydı tiyatro.
"Baksana. Beni ırkçılıkla suçluyorlar. Sevgilinin zenci olduğunu söyledim diye. Sence de ben ırkçı mıyım?"
"Gerçekten aşağılandım mı, yoksa artık iki-üç iyi niyetli takılınayı bile kaldıramıyor muyum? Sinirlerim iyice zayıfladı."
Kişisel tarihine derinlemesine bir bakış atmak istediğinde, son iki yılı önündeydi. Dokunmuş, örülmüş, cilalanmış, kesilip biçilmiş anılar... Yarıda kalmış öyküler, birinci tekilden itiraflar, alıntılar...
Gülümseme provalarını keyifle izleyen aynalar ve dudaklarıyla birleşen sırmalı camın umutsuz soğukluğu... İç çamaşırındaki kan lekeleri, yeniyetme bedeninde kök salan utanç... İçin
de ölme isteği uyandıran aşklar... Ve hep yan-karanlık, hüzünlü bir arayış... Yaşam başka yerlerde, başkalan nın, onu koparıp alabilenlerin elindeydi . Dağınık saçlı, sert bakışlı, korku içindeki bir kızın, bir kadına dönüştüğü yıllar... İnsanların dünyasına doğru yokuş aşağı bir kayış... Artık biliyordu. Amazonlar'a dek kaçsa da, kendini yanında götürecekti. Küf kokulu, yüklü bir geçmiş bohçasıyla birlikte... Uzak kıyıların ağaçları, başka hiçbir şey öğretmediyse bile, bunu öğretmişti en azından.
Gözlerini tek bir noktaya dikip yirmiye kadar saydı; hem ağlamaya, hem de kusmaya karşı geliştirdiği etkili bir yönterndi bu. Farkında bile olmadan dua etmeye başlamıştı. Yoluna çıkan her şey, ölümün bu kentte bütün düşlerini gerçekleştirdiğini, cennet köşesine kavuştuğunu söylüyordu.
Derin bir soluk alarak kalemi masaya bıraktı . Gözleri, hala yeşil kaplı defterdeydi, kendi geçmişine takılıp kalmıştı. Romanını bitirmişti . Dünyaya söylemek istediği herhangi bir söz kalmamıştı artık. Bir uçtan ötekine kendi cehennemini anlatınıştı işte. Bütün yolların aynı kör noktaya açıldığı gerçeklik labirentinde son durağa varmıştı. işkenceden geçmiş, yarı yarıya erimiş gibi hissediyordu kendini; ama aynı zamanda, bir şekilde büyüınüştü de. Yıkım sürecinin dışına çıkmış; onu, diri diri arnbere gömülen bir sinek gibi, kaskatı sınırlar içinde sonsuza dek yakalamıştı. İstediği an hayranlıkla seyredebileceği bir nesneye dönüştürmüştü.
"Demek benimle sohbet etmek istemiyorsun ! "
İçerideki ölüm sessizliği bir süre daha sürdü. Kimsenin kimseye diyecek sözü kalmamıştı sanki.
Her insanın kaderi, ancak o insanın
belleğinde var olana benzediği ölçüde kişiseldir.
Eduardo Mallea
"Koskoca iki yılı boşa harcasam da en azından bir kitap yazdım ben. Hiç kimsenin işine yaramayacak belki, hiç kimseyi hiçbir şeyden kurtarmayacak. Yalnızca gerçeğin yerine koymak için seçtiğim olgular, yaralarımı yıkayan yalanlar... Karanlık bir okyanusta üç- beş ışıltılı kıpırtı . Titrek, sıradan, tılsımlı... Yazdım, çünkü insan hayatına on ilc dört yüz dolar arasında değer biçen bu kentte, ölüme karşı başka bir siper bulamadım. Şu an kendi kambur çocuğumla baş başayım, ama eskisinden de yalnızım."
O hiç kimselere benzemeyen yürüyüşüyle, bir Kızılderili savaşçısı gibi dimdik.
"İlk kez tecavüze uğradığımda beş yaşındaymışım. Dayımın ve dört arkadaşının elinden kurtardıklarında, kan kaybından ölmemem için dikiş atmak zorunda kalmışlar. Ağzıma bile... O gün belieğimden silinmiş ama dayımı unutmadım. İnsan ilk aşkını hep yanında taşır, derler ya. " Çocukluğunun, "sanki hala gırtlağımda duran kapkara bir taş" diye tanımladığı çocukluğun un en belirgin anısı, sefil bir yetimhanede uykuya direnerek geçirdiği geceler...
Nerede olduğunu, nereye gittiğini, kim olduğunu bile unutmuştu. Masmavi, fosforlu alevler kaplamıştı bilincini.
Bayılmama sadece adıyla bile yetmiş bir kitaptır; Kırmızı Pelerinli Kent, ne güzel bir kitap başlığı, değil mi:) Elbette yazarı da candır ve diğer kitapları da adları ile birlikte kitaplığımda özel bir yer tutmaktadır:) Ve Şebnem Ferah, üstelik bu şarkı ile... daha ne olsun:))
YanıtlaSilİçinde kırmızı geçen kırmızı olan herşey bence çok güzel. gs hariç :)
SilAslı Erdoğan'ın diğer kitapları da sırada onları da ekleyeceğim..
Şebnem Ferah, eşimle tanışma vesilem, kızımın ismi ve 28 yıllık aşk.
Büyük keyifle, iştahla okuduğum bir kitaptı. Hatırlatma için teşekkürler :)
YanıtlaSil🥰🙏
SilGreat blog
YanıtlaSilThanks
Sil