13 Mart 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 39



İçimde o kadar ses var ki bazen gürültüden uyuyamıyorum..
-Eduardo Galean-


Mozart küçükken kötü müzik çalındığı zaman ağlaya ağlaya kaçıyormuş. Cehalet bu etkiyi yarattı bende. Cahil insanlara tahammül edemiyorum.
-Celal Şengör-



Ve ben -aptal gibi- hala
"Bu denli kötü olunamaz" diye düşünüyorum ...
-
Ataol Behramoğlu-


Geleceğini merak ederek izledim hayatımı. Mutluluk ve başarı bekledim hep. İkisini de bulduğum zamanlar oldu, ikisini de kaybettiğim zamanlar. Hayatın benle dalga geçtiği ve benim hayatla dalga geçtiğim zamanlar oldu. Hayal kurmaktan bile korktuğum günler gördüm. Hayallerimi bile aşan günler bazen. Geçmişi unutmayı öğrendim, geleceği merak etmemeyi.
-Lev Tolstoy-



İnsanlar sevilmek eşyalar ise kullanılmak için yaratıldılar.Dünyada ki kaosun nedeni insanların kullanılıp eşyaların sevilmesidir.
-Cemil Meriç-



Sonra aklına bölük pörçük anılar geldi. Bunları üzerlerinde hiçbir yargıya varma­dan düşünüyordu. Çünkü başka bir şey düşünmesine olanak kalmadığından beri, kaçınılmaz anıların duygu­larına dokunmaması için katı düşünmeyi öğrenmişti.
-
Gabriel Garcia Marquez-


Gurur hayatın tuzudur derler; gururum nereye gitti? Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu. Daha iyisini de bulamadım, göremedim, kimse de göstermedi. Sen bir gelip, bir kayboluyordun, tıpkı parlak hızlı bir kuyrukluyıldız gibi; bense her şeyi unutuyor, ağır ağır sönüyordum.
-
İvan Gonçarov-


Değerleri altüst edilmiş, yasakların hakim olduğu, etrafta gardiyanların dolaştığı, köşe başlarındaki idam tahtalarında bedenlerin sallandığı, kadınların üreten, çalışan konumdan yalnızca bebek üretmek üzere programlanan hizmetçilere dönüştürüldüğü, tüm bunların ötesinde bir baskıya dayanan, korkmuş sindirilmiş insanların oluşturduğu, bir toplum düşünün. Düşünürken çok da uzaklarda aramayın.
-Margaret Atwood-


Bendeki bu coşku bir yanardağın patlaması gibi olduğundan elbet dinecek bir gün. Ama bu coşkuyu oluşturan güçleri içimde taşıdığımı bilmek çok korkutuyor beni. Zaten yaşamım korkulara bağlı beni vareden bu korkular onlar yok olursa ben de yok olurum. Benim böyle olduğumu sen de biliyorsun, hatta böyle olmasaydım benimle bu kadar ilgilenir miydin? Patlamalar şu an bitmek üzere aslında mutlu olmam gerekiyor ama bunların her zaman olacağını bilmek korkutuyor beni...
-Franz Kafka-


Geçtiğimiz yüzyılın sanayi devrimi enerjisini, İngiltere’de, Galler’de kömür ocaklarında çalışan çocuk işçilerin emeği ile sağladı. Çiftliklerde, dokuma tezgâhlarında, dağda, ovada hayvan peşinde hep çocuklar vardı. Yedi, sekiz, dokuz, on çocuk yapan anne-baba, çocuklarını boğaz tokluğuna çalıştırır, işe koşmak için ölenlerin yerine hemen yenisini yapardı. Çocukların ölüm istatistikleri sevgili annecik ve babacıklarının vahşetinin yansımasıdır. Hayvan gibi, mahsul gibi, el ürünü gibi alınıp satılmadığı için en düşük, hattâ hiç değeri olmayan, pazarı olmayan bir nesne çocuk. Hep de böyle olmuş. Hayvan daha iyi besleniyor, mal daha iyi korunuyor çocuktan. Tarih boyunca en çok işçiler ve köylüler mi sömürülmüş? Peki çocukları sömüren kim? Tarihte en çok mazlum uluslar, halklar mı ezilmiş? Peki, neredeyse daha beşikteyken onları “davalarında” ölmek üzere yetiştirenler, her ölüyle, şehitle, zaferlerine bir adım daha yaklaştıklarını söyleyenler kim?
-Gündüz Vassaf-




08 Mart 2024

Annie Ernaux / Bir Kadın (Alıntılar)

Bir anne ve kızı arasındaki hem zayıf hem de sarsılmaz bağı, onları ayıran dünyaları anlatan Bir Kadın, mümkün olan en tarafsız dille yazılmış bir ağıt, belki de Annie Ernaux’nun en dokunaklı metni. (Arka kapak)

Annie Ernaux'un annesinin hayatını anlatan bir otobiyografik roman. Kitapta yazar, annesinin hayatını ve kendi hayatını anlatarak bir kadının hayatındaki değişimleri ve toplumsal yapıdaki farklılıkları ele alıyor, Alzheimer hastalığıyla mücadelesini anlatıyor.


Çelişkinin akıl almaz bir şey olduğunu ileri sürmek hatadır zira onun gerçek varoluşu bir canlının acısında yatar. -Hegel-  (s.9 giriş)

Onun hayatta , anneminse ölü olmasını anlayamıyorum. (s.12)

Para, mal ve devlet, ırk ayrımının üç temel direği. (s.14)

"Bu durumda yıllarca yaşasa neye yarardı..." diyorlardı bana. Herkese göre, ölmüş olması daha iyiydi. Bu anlamadığım bir cümle, bir kesinlik. (s.15)

En çok dışarıda, şehre indiğimde acı çekiyordum. Araba kullanırken bir anda, "Artık dünyanın hiçbir yerinde olmayacak," diyordum. İnsanların alışılagelmiş davranış biçimlerini artık anlayamıyordum, kasapta şu ya da bu parçayı seçmek için gösterdikleri özen beni dehşete düşürüyordu. (s.16)

Bu, onun göremeyeceği ilk ilkbahar. (s.17)

Yarın annem gömüleli üç hafta olacak. Boş bir kâğıdın üst kısmına, bir mektuba değil de kitaba başlar gibi, "Annem öldü" yazmanın dehşetini ancak iki gün önce yendim. (s.17)

Annem hakkında yazmayı sürdüreceğim. O benim için
gerçekten anlam ifade eden tek kadındı. (s.17)

Bu güç bir iş. Benim için annemin bir geçmişi yok. O her zaman oradaydı. Ondan söz ederken ilk motivasyonum onu zaman kavramının dışındaki imgelere yerleştirmek ve yer aldığı sahneleri rasgele gözümün önüne getirmekti. (s.17)

Normandiya Fransızcasında “ihtiras” ayrılık acısı anlamına gelir, bir köpek ihtirasından ölebilir. (s.19)

Yoksulluğun yükünü hafifletecek her şeyi bilirmiş. Yüzyıllardır anneden kıza aktarılan bilgiler sıra bana gelince durdu; ben sadece bu bilgilerin arşivcisiyim. (s.19)

Ancak toplumsal yaşamın özünün kişiler hakkında olabildiğince çok şey öğrenmek olduğu, kadınların davranışları üzerinde sürekli ve doğal bir gözetim uygulandığı bir dönemde ve küçük bir kasabada “gençliğinin tadını çıkarma” isteği ile “parmakla gösterilme” kaygısı arasında kalmak işten bile değilmiş. (s.23)

Bir kadın için evlenmek ölüm kalım meselesiymiş; iki kişi daha iyisini yapma umudu ya da kesin batış. Yani “bir kadını mutlu edebilecek” erkek tanımak gerekiyormuş. (s.25)

Annem yirmi beş yaşındaymış. Olduğu kadına dönüştüğü yer burası olmalıydı, her zaman onun olduğunu düşündüğüm bu yüzü, zevkleri ve tavırları burda edinmiş olmalıydı. (s.27)

Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende. (s.29)

Bir kağıda 'annem 7 Nisan Pazartesi öldü' diye yazarak bu işe girişeli 2 ay oldu.Artık dayanabildim, hatta başka biri yazmış gibi okuyabildiğim bir cümle. (s.29)

Sanırım savaş yıllarını bir yere varma mücadelesinde verilen bir mola olarak gördü, etrafta bunca sefalet varken toplumsal ilerleme için çırpınmak tüm anlamını yitirmişti. (s.30)

Yılların kadını, kızıl boyalı saçlarıyla güzeldi. (s.30)

Sanırım babam ve ben, ikimiz de anneme aşıktık. (s.31)

Başlangıçta çabuk yazacağımı sanıyordum. Oysa, sözcüklerin seçimi ve yerleştirilmesi ve söyleyeceğim şeylerin sırası üzerine kendi kendime sorular sormak için çok zaman harcıyorum, sanki anneme ilişkin bir gerçeği anlatabilecek ideal bir tek sıra varmış ama bu gerçeğin ne olduğunu bilmiyorum; yazdığım zamanlar, bu sırayı bulmaktan daha önemli bir şey de yok benim gözümde. (s.32)

En büyük arzusu, bana vaktiyle kendinin sahip olamadığı şeyleri vermekti. (s.34)

Sahip olduğun şeylere rağmen hala mutlu değilsin. (s.34)

Annemin sert mizacını, sevgi patlamalarını, sitemlerini sadece karakter özellikleri olarak düşünmeye değil, aynı zamanda onun geçmişine ve toplumsal durumuna oturtmaya çalışıyorum. Bana gerçeği yansıtma yolundaymış gibi görünen bu yazma biçimi, daha nesnel bir yaklaşım inşa ederek bireysel belleğin yalnızlığından ve karanlığından çıkmama yardımcı oluyor. Ama içimde bir şeyin direndiğini, annemi bir açıklama aramaksızın tamamen duygusal imgelerle -sevgi ya da gözyaşıyla- hatırlamamı istediğini hissediyorum. (s.34)

Annemin iki yüzü vardı, biri bizim için, öteki de müşteriler için. Dükkânın çıngırağı çalınca gülümseyerek sahneye çıkar, sabırlı sesiyle insanlara sağlıkları, çocukları ve bahçeleriyle ilgili bildik sorular sorar, mutfağa dönünce yüzündeki tebessüm silinir. (s.35)

Bilgiden daha güzel hiçbir şey yoktu. Özen gösterdiği yegâne nesne kitaptı. Kitaplara dokunmadan önce ellerini yıkardı. (s.37)

Ergenliğimde onunla bağlarımı kopardım, daha sonra aramızda sadece çatışma kaldı.
Gençliğindeki dünyada, genç kızların cinsel özgürlüğün tadını çıkarabilecekleri fikri bile mahvolmakla eşdeğerdi. Cinsellikten yalnızca ''genç kulaklar''a yasak olan müstehcen bir olgu ya da toplumsal yargılara göre, uygun ya da uygunsuz durum olarak bahsedilirdi. Annem bana bu konuda hiçbir şey söylemedi, ben de ona herhangi bir şey sormaya cesaret edemezdim çünkü merak zaten ahlaksızlığın başlangıcı gibi düşünülüyordu. Zamanı geldiğinde ona regl olduğumu söylemenin, bu kelimeyi ilk kez telaffuz etmenin sıkıntısını çektim, nasıl kullanacağımı açıklamadan bana bir ped verirken kızarmıştı.
Büyüdüğümü görmek hoşuna gitmedi. Beni çıplak yakaladığında sanki bedenimden iğreniyordu. Memeleri ve kalçaları bir tehdit olarak algılıyor, erkeklerin peşinden koşmaya başlayıp derslerime ilgimi kaybedeceğimden korkuyordu şüphesiz. 
(s.39)

Ölümünün beni hiç etkilemeyeceğini düşündüğüm oluyordu. (s.40)

Yazarken kimi zaman 'iyi' anneyi, kimi zaman da 'kötü' yü görüyorum.Çocukluğumun en ücra köşelerinden gelen bu zıtlıktan kurtulmak için sanki başka bir anneyi ve başka bir kızı anlatmaya çabalıyorum. (s.40)

Annem benim için rol model olmaktan çıktı. L'Écho de la Mode dergisinde rastladığım, okuldaki küçük burjuva arkadaşlarımın annelerini andıran kadın imgesine çekilmeye başladım: İnce, ağırbaşlı, yemek yapmasını bilen ve kızlarına "canım" diye seslenen anneler. (s.40)

Bazen kendi kızını kendi sınıfına düşman gibi görüyordu. (s.42)

Aramızdaki çatışmaları unuttum. Edebiyat Fakültesi'nde okurken, zihnimdeki imgesi bağırma ve şiddetten arınmıştı. Sevgisinden ve şu haksızlıktan emindim: Ben amfide oturup Platon dinleyeyim diye, o sabahtan akşama kadar patates ve süt satıyordu. (s.42)

Ölmüş olduğu gerçeği çöktü üzerime hemen ve artık onun içinde olmayacağı gerçek zamana döndüm. (s.44)

Ondan uzakta yaşarken bile, evlenmediğim sürece hala ona aittim. (s.44)

İnsanların onu olduğu gibi sevmeyeceklerinden korktuğu için, vereceği şeylerle sevilmeyi umuyordu. (s.45)

Cenaze töreni bittikten sonra bitkin ve üzgün görünüyordu, "İnsanın hayat arkadaşını yitirmesi zor şey," dedi bana. İşini eskisi gibi yürütmeyi sürdürdü. (Az önce bir gazetede okudum: "Umutsuzluk bir lükstür.") (s.46)

Bir yandan onu kucaklayan, diğer yandan dışlayan bir dünyanın içinde yaşıyordu. (s.48)

Birbirimizle yeniden sinirli, sürekli sitemden oluşan özel bir tonla konuşmaya başlamıştık, bu da yanlış bir şekilde insanlara tartışıp durduğumuzu düşündürüyordu. Bir anne ile kızı arasındaki bu tonu hangi dilde olursa olsun tanırdım. (s.49)

İnsanın amaçsızca sürüklendiği, düşünce ve duygudan yoksun, boş, ruhsuz bir yerdi burası. (s.50)

Tanrım, tek bir söz söyle ve ruhum iyileşsin. (s.51)

Çıplak omuzlarına, ilk defa savunmasız ve acı içinde gördüğüm bedenine bakıyordum. Savaş sırasında bir gece, beni güçlükle doğuran genç kadının karşısındaymışım gibi geldi. Şaşkınlık içinde, onun ölebileceğini anladım.(s.53)

Yazdığı mektuplarda kelimeleri tükenmişti. (s.54)

Sevgili Paulette, içine girdiğim karanlıktan çıkamadım. (s.55)

Hikayesi, dünyada bir yer işgal ettiği hikâyesi burada sona eriyor. Aklını kaybediyordu. Buna Alzheimer diyorlar, doktorların yaşlılığa bağlı bir tür bunamaya verdikleri ad. Birkaç gündür gitgide daha güç yazıyorum, belki de bu âna asla gelmek istemediğim için. Ancak dönüştüğü bunamış kadınla, bir zamanların güçlü ve ışıltılı kadınını birleştirecek kelimeleri bulana kadar içimin rahat etmeyeceğini biliyorum. (s.55)

Umurunda değildi, artık kaybettiği şey ne olursa olsun onu bulmaya çalışmıyordu. Kendisine ait olanı anımsamıyordu, artık kendisine ait hiçbir şeyi yoktu. (s.59)

Kızımın mutlu olması için her şeyi yaptım ama o, böyle yaptığım için daha mutlu olmadı. (s.60)

Bir gün saçlarını fırçalamaya başladım, sonra bıraktım. "Saçlarımı taraman çok hoşuma gidiyor," dedi. Daha sonra saçlarını hep fırçaladım. (s.61)

Annemi öpüp asansöre bindim. Ertesi gün öldü.
Sonraki hafta, hayatta olduğu o pazar gününü, kahverengi çoraplarını, altınçanakları, jestlerini, ona veda ettiğim sıradaki gülümsemesini ve ardından öldüğü o pazartesi gününü, yatağındaki halini gözümün önüne getirip duruyordum. Bu iki günü birbirine bağlayamıyordum.
Şimdi her şey birbirine bağlı. (s.62)

Bir an için, öldüğünün gayet bilincinde olsam da, onun aşağıya inip dikiş kutusuyla oturma odasına yerleşmesini bekliyorum. Annemin hayali varlığının gerçek yokluğundan daha güçlü olduğu bu duygu, şüphesiz unutmanın ilk biçimi. (s.63)

Onu günden güne, çocukluğumun ilk yıllarında gördüğümü hayal ettiğim şekilde görüyorum: Üstümde büyük beyaz bir gölge gibi. (s.64)

Simone de Beauvioir'dan sekiz gün önce öldü.
Almaktan çok herkese vermeyi severdi.Yazmak da bir verme biçimi değil midir? (s.64)

Baskıcı bir çevrede doğan ve bu çevreden çıkmak isteyen annemin tarihin bir parçası olması gerekiyordu ki dahil olmamı istediği, kelimeler ve fikirlerle yönetilen dünyada kendimi daha az yalnız, daha az yapay hissedebileyim. (s.64)

Artık sesini duymayacağım. Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları, gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son bağ da koptu. (s.64)


8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Kutlu olsun...




06 Mart 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 38


Bazı sözler yanlızca bir yabancıya söylenebilir.
-
Leah Thomas-

Çıldırmaktan çok korkuyorum. Neler olduğunu anlayamıyorum ve bu korkunç bir şey.
-
Leonid Andreyev-

Cehennem yerinde hiç ateş yoktur, Herkes ateşini bur­dan götürür..
-
Yaşar Kemal-


Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...
-Gülten Akın-


Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin.
-Murathan Mungan-


Hayvanlarla arkadaşlık yaptın mı hiç
Onların merhametinden
Tanrı birazcık da biz zavallılara verseydi..

-Şükrü Erbaş-


İnsan, daha önce hiç görmediği en güzel kitabı, en güzel kadını, en güzel çölü gördükten sonra kendi kendine şöyle der: Yaşamın geri kalan bölümü burada başlıyor.
-
Jean Baudrillard-


Diğerlerinin çoğu şeyini görebiliyorum. Ama kimse benim içimi göremiyor. İlkel bir seviyede bu beni ruhum yokmuş gibi gösteriyor. Belki de ruhum yoktur. Eğer bir şekilde daha az insan isem, insanlardan insanlık beklemiyorum.
-
Leah Thomas-


İnsan nasıl böyle küçülebilir, alçalabilir, bayağılaşabilir? Böylesine değişebilir mi insan? Gerçeğe benzer bir yanı var mı bunun? Evet, hem de çok! Her değişim olabilir insanda, her şeye benzeyebilir insan!
-Nikolay Gogol-


Dolaşıp durdum ben dünyada sadece!
Yakaladım her türlü zevki saçlarından,
Bırakıverdim, tatmin etmeyeni beni,
Saldım, gitmesi için, elimden kaçanı.
İstedim sadece ve sadece gerçekleştirdim
Ve istedim tekrar tekrar ve zor kullanarak
Geçirdim fırtınalı bir hayat: 
Önceleri büyük ve güçlüydü,
Ama atıyorum şimdi adımlarımı akıllıca ve ölçülü.
-
Goethe-


Herkes kendini tehlikede hissediyordu aslında. Bugün için inanması zor belki ama gerçekten herkes tehlikedeydi. Olacak şey değil, değil mi Olcayto, komünistler emperyalizmi alt edebileceklerine inanarak, dönüşüyorlardı. Ve gücünün farkına varmayan emperyalistler de sanki yenilme ihtimalleri varmış gibi direniyorlardı. Antik çağda onca komedya boşuna yazılmadı evlat. Hayat her çağda üç komedya bir tragedya!
-Mine Söğüt-


Büyükler sayıları pek severler. Ne zaman onlara yeni bir arkadaşınız olduğundan bahsetseniz, size asla esas konu hakkında soru sormazlar. Asla ‘Sesinin tınısı nasıl? Sevdiği oyunlar neler? Kelebek koleksiyonu yapıyor mu?’ diye sormazlar. Onun yerine ‘Kaç yaşında? Kaç kardeş? Kaç kilo? Babası ne kadar kazanıyormuş?’ derler. Sadece bu sorularla onu tanıyabileceklerine inanırlar. Eğer büyüklere, ‘Kırmızı kiremitleriyle, penceresinden sardunyalar sarkan ve çatısında kumruların yuva yaptığı güzel bir ev gördüm…’ derseniz, böyle bir evi hayal edemezler. Onlara, ‘Yüz bin franklık bir ev gördüm’ demek gerek. Ancak o zaman, ‘Ne kadar da güzel!’ diye çığlık atarlar.
-Antoine de Saint-Exupery-






21 Şubat 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 37


Kimseye acı vermemek için kırk yerinden kırılan inceliğim...
-Şükrü Erbaş-



Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız.
-Alain de Botton-


Ve yılanlar yuvasına benziyor bu dünya
Ve bu dünya, bir yandan seni öperken
Kendi zihinlerinde senin darağacının ipini dokuyan
İnsanların ayak hareketlerinin sesleriyle doludur.
-
Furuğ Ferruhzad-


Gerçeği sevdim... O nerede? Her yanda ikiyüzlülük, hiç değilse şarlatanlık en erdemlilerde hatta hatta en büyüklerde bile. Hayır, insan insana güvenemez.
-
Stendhal-


Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
-
Hanya Yanagihara-


Ben size şunu derim ki kardeşler
Bizsiz güzel değil bu dünya
Bizsiz mesela gökyüzü genişlemez
Biz bugüne bugün dünyada
Güzel diye bildiğimiz ne varsa
Dört elle sarılmalıyız, o kadar..
-İlhan Berk-



Ben basit ve sade bir adamım. Benim gösterişim yoktur. Bu durumda pes ederim yani kendimi bırakırım. DoktorRutenspitz, benim sizden saklayacak bir şeyim yok. Ben küçük bir adamım, bunu siz de biliyorsunuz ama küçük bir adam olmaktan utanmıyorum. Tam tersine doktor, açık konuşmak gerekirse ben küçük bir adam olmaktan gurur duyuyorum. Entrikacı olmamak bir başka gurur duyduğum özelliğim. Sinsiliğim yoktur, her şeyi gizlemeden açık açık yaparım. Oysa kötülük yapmayı da becerebilirim.. Ama bu tür şeylerle kendime leke sürdürmem.
-
Fyodor Dostoyevski-


Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav. Her şeyi en baştan yeniden yaşama şansım olsaydı yine aynı şeyleri yapar, aynı yanlışları tekrarlardım. Geçen gün tam da bir romana konu olacak bir hikaye geldi aklıma. Keşke yazabilsem! Şunu bir düşünün: Tatmin olmadığı bir yaşam süren orta yaşlı bir adamın karşısına bir cin çıkıverir ve ona yeniden başlama fırsatı verir, üstelik bir önceki yaşamında yaptıklarını olduğu gibi hatırlayabilecektir de. Tabii, adam bu fırsatın üstüne atlar. Ama sonunda şaşkınlık ve korkuyla fark eder ki eski yaşamının tıpkısını yaşamaktadır, aynı seçimleri yapmakta, aynı yanlışları tekrarlamakta ve aynı sahte hedeflere ve tanrılara sarılmaktadır.
-
İrvin D. Yalom-




18 Şubat 2024

Terapist yöntemleri sorunsalı.. Kime göre neye göre?

Başlığı belki sonra değiştirebilirim ama anlatmak istediklerimi sanırım özetleyen cümleler bunlar. Akşam eski iş yerimden bir arkadaşla sohbet ediyorduk, ifadeye gelen bir kızla alakalı birşey anlattı. Başka bir konuyla ilgili ifadeye gelmiş ama birden eskiden yaşadığı birşeyi anlatmış, şuan ki durumun anlaşılması için. Anlattıklarından sonra ben de terapistin tutumuna çok sinirlendim, arkadaşım da şaşırdı anlam verememiş duyduklarına. Daha birkaç gün önce terapistlerin tanı tedavi yöntemleri, yaklaşımları ve farklılıkları ile ilgili Momentos'la yazışmıştık biraz, bu da tam üstüne geldi. Kendisine yeniden teşekkür ediyorum buradan. 

Olayları konuları uzatmayacağım özetle konu şu: Bir kız İzmir'de doğup büyüyen oldukça varlıklı ve modern diyebileceğimiz bir aileye sahip. (Modernlik kime göre neye göre, o da ayrı bir konu). Küçüklükte teyzesinin oğlu tarafından taciz ediliyor o zaman 8-9 yaş civarında ve başka kişilerce de bu tarz çirkinliklere maruz kalıyor. Lise de bir sevgilisi oluyor, kendinden 3-4 yaş büyük ve bu durumu sevgilisine anlatıyor. Bir doğum günü partisinde kız sarhoş olunca onu boş odaya götürüp istismarda bulunuyor ve oradaki hiç kimse!!! bu duruma müdahale etmiyor. Sonrasında kızın psikolojisi bozuyor haliyle terapiye başlıyor. Duymaya hazır olun, kadın terapist diyor ki: Bu herkesin başına gelebilecek birşey, bence onunla bağını kesme arkadaş ol, hiç birşey olmamış gibi anca o zaman bu durumu atlatır sıradanlaştırırsın. (Bu arada kız şuan da 30 yaşındaymış).

Ben buraya yazıyorum ama bir taraftan içimden neler diyorum neler, o terapist müsvettesine. Takipleştiğimiz terapist arkadaşlar var onlar ne der bilemem ama. Bir terapistin, hele ki kadın bir terapistin böylesine bir travma durumunu nasıl bu kadar sıradanlaştırım danışanına böyle bir öneride bulunur. Bu ne kadar etik doğru, benim uzmanlık alanım değil ama şayet ben yaşasam bu durumu ve biri bana onu dese sanırım onu oturduğu yerde bakışlarımla taşa çeviririp suratına parayı fırlatıp giderdim, elimden bir kaza çıkmasın diye.

İnsanların hayat görüşü, dini, siyasi, ahlaki, aileden çevreden gelen gelenek görenekleri inandıkları ya da inanmadığı şeyler etik değerlerin önüne geçmemeli bence. Doktorlar hepsi bir konu da çok farklı şeyler diyor. Birinin tanısını tedavisini diğeri kabul etmiyor. Kimi evrimi safsata görüp kimi kabul ediyor, ki bilim insanları için de geçerli bu durum. Bazı terapistler eşcinselliği doğuştan olağan görürken bazıları hastalık tedavi edilebilir diyor.. Sıkıntılarınızın çözümü doğru insanlarla karşılaşmak yani şansa kalmış gibi sanki.. (Herkesi aynı kefeye koymuyorum bu arada. Bu durumu sorduğum terapist arkadaşlarım ve kendi terapistim çok yanlış bir yaklaşım dedi)

Başka bir örnek sürekli içlerinde olduğum için A savcısı aynı olaya farklı karar verirken B savcısı farklı değerlendiriyor, keza hakimler için de geçerli. Öğretmenler mesela, Osmanlı Devletini Atatürk yıktı, İngiliz ajanıydı diyen ve bunu da çocuklara öyle öğreten kişiler gördüm ben. Evet gerçekten, Atatürk'ün istifa etmeden önce Osmanlı Subayı olduğunu kabul etmeyip çocuklara böyle öğreten öğretmenler. Birini sevmeyebilirsiniz, aynı görüşte olmayabilirsiniz ama bu ülkenin geleceği olan çocuklara doğru bilgi vermek bence tüm meslekler için asıl olması gerekenler.

Konu terapistlerden farklı yere geldi ama en başa dönersek, o terapist kendi bu durumu yaşasa ya da en yakını acaba yine aynı öneride mi bulunur?? Tüm meslek grupları için geçerli bu durum. Takdir hakkı, bakış tedavi tanı yöntemleri farklılığı acaba kimlerin hayatına, psikolojisine, geleceğine ne kadar etki ediyor ve bunda etkin rol oynayan kişiler attıkları adımın insanların hayatına olumsuz bir etki yarattığında ne kadar vicdan muhasebesi yapıyor acaba....
Ya da yapıyorlar mı? (hiç sanmıyorum)


Altı Çizili Kitap Cümleleri - 36


O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.
-Yaşar Kemal-

Kim karışırdı gerçekliğine
Yaşadığım sonsuzluğun
Ve oturuldu birtakım şeyler söylendi
İmla kurallarıyla mutsuzluk üstüne..
-Turgut Uyar-



...yaptıkları için onları bağışlamamı hiçbir zaman istemediler benden, ben de onları hiçbir zaman bağışlamadım.
-
Joanne Greenberg-


 “Ne ekerseniz, onu biçersiniz!” Ne pişirirseniz onu yersiniz! Eğer çocukların ve gençlerin aklını ve
ruhunu işlenmemiş bir tarla gibi bırakırsanız, orada ısırgan otu, dikenler ve zararlı otlar bitecektir.”-
-Gregory Petrov-

"Biliyor musun, kafamın içi yazmak istediklerimle dolu. Akıl almaz büyüklükte bir ambar orası” demişti Sumire. “Bir sürü imge, manzara, parça parça sözcükler, insan suretleri… hepsi beynimin içinde göz kamaştırıcı şekilde parlıyorlar, capcanlılar. Bana ‘Yaz hadi!’ diye bağırdıklarını duyup, oradan mükemmel bir hikaye çıkacak diye düşünüyorum. Yeni bir yere gidiyormuş duygusuna kapılıyorum. Ama masa başına geçip yazmaya kalkışınca önemli bir şeylerin yitip gittiğini anlıyorum. Kristalleşemiyorlar sanki, çakıl taşları gibi öylece kalakalıyorlar. Ve ben de hiçbir yere gidemiyorum.
-
Haruki Murakami-


Bazen öyle bir his oluşuyor ki içimde, hem çok tanıdık ama bi o kadar yabancı. Derin bir nefes alıyorum ve öyle güçlü hissediyorum ki kendimi, sanki hiç bir şey zor değilmis gibi. Sonra bütün dünyayı özgürleştirip, haksızlıklara karşı koymak istiyorum. Ama sonra birden yorgun ve üzgün hissediyorum kendimi ve her şeyi arkamda bırakıp gitmek istiyorum. Hiç kimseyi özgürlüğüne kavuşturamayacağımın ve haksızlıklara karşı koymaya cesaretim olmadığının farkına varıyorum. Sonra ağlıyorum ve beni anlayacak ve teselli edecek birini bekliyorum, ama aynı zamanda birinin gerçekte o kadar güçlü olmadığımı görmesinden korkuyorum...

-Renate Anders-


Yeryüzünde küçük düşürülmemiş, aşağılanmamış kimse var mı? Beni o kadar küçük düşürdüler ki, artık
kızmıyorum. Ne yapacaksın, insanlar başka türlü davranamıyorlar işte. İnsan her şeye incinirse, iş göremez, üzerinde durmakla zaman yitirir. Yaşam böyle! Eskiden insanlara kızardım. Sonra düşündüm, gördüm ki, kızmaya değmiyor.
-Maksim Gorki-

Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlara kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
-Robert Maynard Pirsig-

Beni ona bağlayan bu hisse bir isim takamıyorum. Aşk değil bu. Dostluk değil. Dostluk ve ahbaplık gibi. Zora gelince feda edilebilecek bir şey değil. Sevilmenin gururu var tabii, fakat bu biraz da sevmektir.
-Peyami Safa-


Herkes biliyor geminin su aldığını,
Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini.
Yine de güvertede dans ediyorlar,
Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Müzik çalıyor, insanlar gülüyor,
Yarın yokmuş gibi yaşıyorlar.
Ama gemi batıyor,
Ve herkes bunu biliyor.
Bazıları panik yapıyor,
Bazıları dua ediyor,
Bazıları ise sadece kabulleniyor.
Gemi batıyor,
Ve yapacak hiçbir şey yok.
Su yükseliyor,
Gemi gitgide daha alçaklaşıyor.

Ve sonra her şey sessizliğe gömülüyor.
Gemi battı,
Ve herkes öldü.
Ama belki de bir mucize olur,
Belki de gemi batmaz.
Belki de kaptan doğruyu söylüyordur,
Belki de gemi su almıyordur.
Ama belki de her şey bitti,
Belki de umut yok.
Belki de gemi battı,
Ve herkes öldü.
-Leonard Cohen-







17 Şubat 2024

Marquis de Sade / Justine - Erdemin Felaketleri (Alıntılar)

Hayatım da ilk defa bir kitabı okurken mide bulantısı oluştu ve çok rahatsız etti. Özellikle manastırda yaşadıkları ve ikinci bölüm. Bitirmek için zorlandım, daha sert olmasına rağmen "Yatak Odasında Felsefe" bile bu kadar rahatsız etmemişti beni.  İlk başlarda Yatak Odasında Felsefe'yi çağrıştırdı. Diyaloglar daha yumuşatılmıştı okuması iyiydi ama ilerledikçe karakterin başına gelenler ve Süper Mario gibi, her seferinde belanın birinden kurtulup daha iğrenciyle karşılaşması tüm iyi niyeti, yardım severliğine rağmen, hayatını kurtartığı herkesin Therese'ye en büyük kötülükleri yapması cidden sinir bozucu. Ne hikmetse her şeyinde bu kızı bulması bir süre sonra ee ama yine mi dedirtti. Kitap kesinlikle adının hakkını veriyor. Erdemi, onuru namusu için yaşayan bir kızın bütün belaları üstüne çekmesi ve o erdem dedikçe, başına gelen felaketler tam olarak..

Sanırım bu kitabı okurken iğrenç gelmesinin en büyük nedeni, içindeki bir kaç öykünün gerçek olması. Son yıllarda ortaya çıkan Epstein iğrençliğini neredeyse 233 yıl öncesinden birebir tasvir etmesi. Gerçekten 230 yıl önce Lyon'da bir adam, otuz yıl boyunca on beş yirmi bin, yanlış duymadınız yirmi bine yakın çocuğu sapkın fantazilerine kurban etmiş, kitapta öykülerin gerçekliğine vurgu yapılıyor. Marques de Sade nasıl bir manyak ve dahi ise o tüm sadist sapkın düşüncelerine rağmen inanılmaz bir beyin ve çok farklı bir öngörüsü var. Bu adamın hayatı hapishane ve akıl hastanesin de geçmiş bir sapkın sadist. Okuduğum kitapları resmen bugünü anlatıyor. Bugün bile çoğu insanın sorup, düşünmekten hatta dile getirmekten korktuğu ama var olan şeyleri hiçte hoş olmayan bir söylemde tokat gibi insanın yüzüne vuruyor. Tıpkı Ömer Hayyam gibi..
Ve bu yazılanları okuyunca kimbilir, böyle iğrençlikler insalık tarihinin başından beri hep vardı belki de. Belki siz okuyunca sizde bir etki yaratmaz bilemem ama işim gereği bu tür iğrençlikleri çok görüp, duyup şahit olduğum için çocuklarla ilgili kötü şeyleri yüreğim kaldırmıyor artık. Belki de bu yüzden etkiledi beni..
İyi okumalar..


 

En İyi Arkadaşıma
Evet, Constance, bu kitabı sana adıyorum; çok hassas bir ruh yanında, olabilecek en doğru ve en aydınlık düşünceleri kendinde toplayan, cinsinin temsilcisi ve onuru olan sana layık olmak, zavallı erdemin döktürdüğü gözyaşlarının dinginliğini tanımak. Şehvet oyunları ve din dışı safsataları dışlayışın, tüm etkinliklerin ve söyleminde sürdürdüğün aralıksız mücadelenle, bu anılardaki kişilikleri oluşturma ihtiyacı duyarken endişelenmedim senin için; bazı kalemlerin kinizmi (yine de mümkün olduğunca yumuşatılmış) korkutmayocaktır seni; zincirlerinden kurtulmak için inleyen kötülük, yakalandığı anda skandal çığlıkları atıyor. Tartuffe davası yobazları eseri; Justine'inki ise şehvet düşkünlerinin olacak. Onlardan pek şüphe etmiyorum: Senin de dile getirdiğin hedeflerim artık yadsınamayacak; düşüncelerin zaferim için yeterli ve senin tarafından beğenildikten sonra, ya da eveensel olarak beğenilmek, ya da eleştirilerle yetinmek önemli değil..... Başarmış olabilir miyim Constance? Gözlerinde zaferimi onaylayacak bir damla yaş olacak mı? Justine’i okuduktan sonra, tek bir sözle şunları söyleyecek misin: “Oh! Günah’la ilgili bu tablolarla erdeme bağlılığımdan gurur duydum! Gözyaşları içinde nasıl da soylu! Nasıl da güzelleşiyor kötülüklerle!" Ey Constance! Eğer bu sözcükler dökülürse dudaklarından, çalışmalarım ödüllendirilmiş olacak.  (s.21-22 / İthaf)


Felsefenin ana konusu, Tanrının insana önerdiği hedeflere ulaşması için sunduğu araçları geliştirmek ve bundan hareketle, bu zavallı iki ayaklı yaratığa, yaşamın güçlüklerle dolu yollarında ilerlemesi için, henüz tanımayı ya da tanımlamayı başaramadığı halde, yirmi farklı şekilde adlandırdığı bu kaderin garip kaprislerini bildirmek üzere önceden birkaç davranış yöntemi çizmek olacaktır. (s.23)

Yanlış bir felsefenin tehlikeli olabilecek safsatalarını engellemek önemlidir; esas olan, içinde hâlâ iyi prensiplere rastlanan yozlaşmış bir ruhun sunduğu zavallı erdem örneklerinin bu ruhu, en parlak ve en çekici ödüllerle dolu bu erdem yolunda iyiliğe ulaştırabileceğini göstermektir. Bir yandan Erdeme saygı duyan yumuşak ve hassas bir kadının direncini kıran bir yığın kötülükleri tanımlamak ve diğer yandan, yine aynı kadını ezen ya da yaralayan inançları dile getirmek korkutucu olacaktır. Ama felaketlerle dolu bu tablodan bir iyilik doğacaksa, bunları sunuyor olm aktan pişm anlık duyulabilir mi? Okuyan sağduyulu kişiler için Tanrının buyruklarına boyun eğmek gibi son derece gerekli bir ders çıkarabileceği bir olgu yaratmaktan ve kendi görevlerini eksiksiz yerine getirdiğine inandığımız birinin de Tanrı tarafından cezalandırabileceğini görerek bizi görevlerimize yeniden yönelten kötü uyarılar oluşturmaktan dolayı birilerine kızılabilir mi? (s.24)


Ama iyilik dolu bir kalbi katılaştırmak güçtü, mantıklı açıklamalara inatla direniyor ve bu zevkleri onu parlak beyinlerin göz alıcı hatalarıyla teselli buluyordu. (s.26)

Juliet’te, öngördüğü saygıdeğer kadına mı dönüşecek, erdemli olsa da temelde ahlaksızlıklaşabilecek eğilimlere sahip küçük kıza geri mi dönecekti?  Diğer yandan Justine, insanın sefahat ve ahlaksızlığın kurbanı haline gelebileceği bir toplumda, gelenekleri riske atacak mıydı? (s.27)

Bana bakın, bayım, dedi din adamına... Evet, bir genç kız için ne kadar acıklı bir durumda olduğumu görüyorsunuz; annemi ve babamı kaybettim. Tanrı, onları, yardımlarına en çok ihtiyaç duyduğum yaşta aldı benden Yıkılmış bir şekilde öldüler, bayım; artık hiçbir şeyimiz yok... İşte bana tüm bıraktıkları, diye devam etti, on iki altınlık varlığını göstererek... Ve başımı sokabileceğim hiçbir yerim yok... Bana merhamet edeceksiniz, değil mi bayım! Siz din elçisisiniz ve kalbim her zaman dini erdemlerle dolu oldu; taptığım ve temsilcisi olduğunuz Tanrı adına, bana ikinci bir baba olarak, ne yapmam gerektiğini söyleyin... Nasıl bir insan olmalıyım? (s.28)

...bir kadın ahlaksızlığını ne kadar ortaya koyarsa, listesine girmek isteyen de o kadar çok olurdu; değersizliğinin ve yozlaşmışlığının ölçüsü, onun için sergilenmeye cesaret edilen duygularla ölçülür olmuştu. (s.31)

Tasarladığı bu iğrenç proje hoşuna gidiyordu; fiziksel görünümünün ahlaki hatalarını örttüğü o tehlikeli anlarda sağlamlaştınyordu ne yazık ki projesini; dileklerimizin karmaşıklığı ya da isteklerimizin aşırılığının çakıştığı ve kırdığımız ketlemelerin çokluğu veya aldığımız zevkin son derece keskin olmasıyla kendimizi yoksaydığımız anlarda. Düşler dağıldığında, yeniden dinginleşildiğinde, uygunsuzluk pek de önemli olmayacaktır, bu ruhsal hataların öyküsüdür; kimseye zarar vermediği bilinir, ama ne yazık ki hep daha öteye gidilir. Ne olursa olsun, yalnızca coşku patlamalarıyla ortaya çıkan bu düşüncenin, böylesine kışkırtıcı olabileceğini itiraf etmeye cesaret edebilecek miyiz? Lanetli düş gücümüzü canlandırıyoruz, oysa bu düş gücünün varlığı bile günah. (s.32)

Refahın mümkün olan en korkunç davranış tarzınıda beraberinde getirebileceği ve insanların mutluluk olarak adlandırdığı, düzensizlik ve yozlaşmışlık içinde bile yaşama yayılabileceği doğrudur; her yerde erdemi izleyen bu felaket ömeği ve bundan sonra sunacaklarımız, dürüst insanların kafasını karıştırmasın. Suçun bu şekilde kutsanması yanıltıcıdır, sadece bir görüntüdür; bu başarılarının keyfine varanlar, onlara verilen cezadan bağımsız olarak, ruhlarında, onları sürekli kemirerek sahte ışıklarla aydınlanmalarını engelleyen ve içlerinde büyük zevkler yerine, bulundukları yere gelmelerini sağlayan suçların içlerini parçalayıcı anısını bırakan bir kurt beslenmezler mi? Kaderin işkence ettiği zavallının ise, kalbi teselli ile doludur ve sahip olduğu erdemlerden aldığı iç huzuru, bir süre sonra, insanların adaletsizliklerinin verdiği zarar telafi eder. (s.33)

“Belki de masum olan bu yaratık bir cani muamelesi görüyor... Oysa ben, günaha ve ahlaksızlığa bulanmış olduğum halde, mutluluk ve refah içinde yaşayıp gidiyorum”. (s.35)

Erkeklerin en az hoşlandığı, pek açığa vurmasalar bile, en çok aşağıladığı şey, namuslu kadınlar. (s.37)

Umutsuzluğumun ortaya serilişiyle altında ezileceğiniz vicdan azabı, işlediğiniz suçu hatırlatarak tüketecek sizi.. (s.41)

Ah! Bu tür kötü insanların iğrençliklerinin başkalarına bulaşmaması için dua ettim! (s.45)

İtibarı olmadığı gibi, kimse tarafından da korunmayan bir zavallının davası, erdemin sefaletle örtüşmediği, bahtsızlığın sanığa karşı yeterli kanıt kabul edildiği bir ülkede kısa sürüyordu; burada, pek de haklı olmayan bir önyargıya göre, suç işleyebileceği düşünülen kişi bunu yapmış kabul ediliyordu; duygular suçlunun bulunduğu duruma göre değerlendiriliyordu ve masumiyet para ya da ünvanla kanıtlanmadığında, masum olma olasılığı olmadığı kanıtlanmış oluyordu.
(s.47)

Burada, bir suç ortaklığı yapmayı reddedişimin cezasını ödeyecektim; yavaş yavaş ölüyordum; beni yalnızca yeni bir suç kurtarabilirdi. (s.47)

..şimdi nasıl bir yaşamın hoşuna gideceğine kendin karar verebilirsin, ama benim tavsiyem, gördüğün gibi seni de başarıya götürmeyen erdemli hayattan vazgeçmen; seni idam sehpasının ayaklarına kadar götüren bir iyilik, kurtaransa korkunç bir suç oldu; iyi bak, iyilik bu dünyada hiçbir işe yaramıyor ve kendini bunun için feda etmekten vazgeç! (s.48)

her zaman kalbimde taşıyacağım dürüst duyguları terk edeceğime, her türlü tehlikeye atılırım ama; erdemin güçlükleri ne olursa olsun madam, suça eşlik eden tehlikeli saygınlığı tercih edeceğim. Tanrının lütfü sayesinde beni asla terk etmeyecek dini prensipler benim içimde yaşıyor; Tanrı yaşamı dayanılmaz kılıyorsa, bana daha iyi bir dünya sağlamak içindir. Bu umut beni rahatlatıyor, acılarım ı dindiriyor ve Tanrının bana göndereceği tüm felaketlere meydan okuma gücü veriyor. Ruhumdaki bu neşe, bir suç işlemem halinde sönecektir ve bu dünyada cezalandırılacağım endişesiyle beni bir an olsun umut ettiğim dinginliğe kavuşturmayacak işkencelerle acı çekeceğim. (s.49)

Hayır, hayır Therese, hayır; hayalini kurduğun bu inanç sistemi bizi aşağılamak için oluşturulmuştur. İnan çocuğum, inan bizi kötülüğe ihtiyaç duyacağımız bir konuma soktuğu ve kötülük yapma olanağı verdiği andan itibaren, kötülüğün yasalarını iyilik gibi kullanırız ve kötülük iyilikten daha kıymetlidir artık; bizi eşit yaratmıştır; bu eşitliği bozan, yeniden kurmaya çalışandan daha fazla suçlu sayılmaz; her ikisi de yaşadığı koşulların etkileriyle hareket ederler, her ikisi de onları izlemek ve tatmin etmek zorundadır.
(s.50)

Sizin erdem kabul ettiğiniz ve çocukluktan itibaren, hem doğa, hem de toplum için hiçbir işlevi olmayan bu garip, saçma sapan iffet takıntısı, kafası fikirlerle dolu bir insan için kınanacak bir dik kafalılıktır. Neyse, beni dinlemeye devam edin sevgili kızım, sizin tarafınızdan beğenilmeyi arzuladığımı ve zayıflıklarınıza saygı göstermek istediğimi kanıtlayacağım size. Kılınıza bile dokunmayacağım. (s.57)

Ahlaksız davranışlarımız ve yaşadığımız felaketler olmasaydı, bulunacağımız yere gelecek miydik; bu tür lafların bize uygun olduğunu düşünüyor musunuz! Kör bir bencillikle, diğerlerinin çıkarlarına karşı mücadele etmeye kalkışan birinin yok edilmemesini nasıl istersiniz? Toplum, kendi bünyesinde, kendisine karşı olduğunu bildiren birine tahammül edebilir mi? Ve kendini izole eden birey, diğerlerine karşı savaşabilir mi? Sosyal uzlaşmayı kabul etmeden, mutlu ve huzurlu olabilir mi? Toplum fedakârlıklarla beslenir, onu pekiştiren bağ da budur; söz konusu fedakârlıklar yerine sürekli olarak suç işleyen kişi, asıl kaygı duyulan varlık haline gelecek, çok güçlüyse saldırılara uğrayacak, zayıfsa hakkından gelmeyi başarabilecek ilk kişi tarafından kurban edilecektir; insanları kendi huzurunu korumaya ve bunu bozmak isteyen herkesi yok etmeye iten güçlü mantık, her koşulda yıkılmaktadır; suç çetelerinin sürekli olmasını olanaksız kılan mantık da budur. (s.62)

İnsanlar yalnız, kıskanç, zalim ve despottur, hiçbir şeyden feragat etmeden, her şeye birden sahip olmak ister; sürekli olarak elindekileri kaybetmemek, tutkularını ya da haklarını korumak için savaşır. (s.63)

“Canavar! Bu kadar korkunç bir davranışı hak etmek için ne yaptım ki ona ben, diye soruyordum kendi kendime? Hayatını kurtardım, servetini iade ettim, o ise sahip olduğum en değerli şeyi aldı benden! Yabani bir hayvan bile daha merhametlidir! İşte insan, tutkularından başka bir şeyi gözü görmeyen insan! Yaban çöllerin en ücra köşelerindeki kaplanlar bile korkar zulümlerinden." (s.72)

Her şeye muktedir Tanrım! Biliyorsun ki güçsüzüm ve zayıfım, ihanete ve zulme uğradım; seni ömek alarak iyi olmak istedim ve senin iradenle cezalandırıldım; bitsin artık yüce Tanrım! Tüm bu kutsal olaylar bana çok pahalıya maloldu, saygı duyuyorum ve şikayet etmekten vazgeçiyorum; ama yeryüzünde sıkıntıdan başka bir şeyle karşılaşmayacaksam, yüce Tanrım, kendimi sana hatırlatmak üzere güçlü varlığına dua etmekten, beni kargaşadan uzak tutman için yalvarmaktan, bana kötülük yapan, lanetli, hüzün içinde geçirdiğim günlerimi gözyaşı fırtınası ve acılar içinde boğan, sapkın, elleri kanlı ve kalleş adamlardan uzak tutman için sana tapmaktan başka ne yapabilirim? Dua, bahtsızların en sessiz sakinleşme yoludur. (s.73)

Doğanın, vahşi hayvanlardan beter yarattığı insanların varolduğu doğru demek!  Onların çatısı altında saklanan, sonra da yine onlardan kaçan ben ve onlar arasında ne fark var ki? Bu kadar açınılası bir kaderle doğmak zorunda mıydım?.. (s.74)

Maalesef, haz düşkünlüğünün insanın içindeki acıma duygusunu öldürmesi sık görülen bir durumdu; genellikle katılaştırırdı insanı: Belki sapkınlıkların büyük çoğunluğunun ruhun katılaşmasını gerektirmesinden, belki bu tutkuların sinirler üzerindeki sarsıcı etkisinin güçlerini azaltmasından, bir şehvet düşkününün duyarlı bir adam olması nadir rastlanır bir duruıpdu. Tanımladığım bu insan tipinin doğal katılığına. (s.76)

Bazen dine sığınıyordum; neredeyse her seferinde onunla sakinleşip, hissettiğim huzuru, bu kötülük düşkünü ruha aktarmayı deniyor, dini eğilimlerimi bu yolla paylaşmayı başarabilirsem ona ulaşabileceğime inanıyordum. (s.83)

Dinler, en güçlünün en zayıf üzerinde kurmak istediği baskıyı frenlemekten başka ne işe yarar?
(s.84)

İkiyüzlülük ve aptallığın izlerini taşımayan bir tek din var mıdır Therese? Hepsinin içinde ne görüyorum biliyor musun? Mantığı ortadan kaldıran sırlar, doğayı hiçe sayan dogmalar ve alay ve tiksintiden başka bir şey uyandırmayan grotesk törenler. Bunlar arasında aşağılanmayı ve nefretimizi özel olarak hak eden ise Therese, içinde doğduğumuz söylenen bu barbar Hıristiyanlık yasaları değil midir? En dayanılmazı bu değil mi?... Kalbimizi ve ruhumuzu bu kadar tiksindiren başka bir din olabilir mi? (s.84)

Mantıklı insanlar, bu ürkütücü kültün beş para etmez, havarisinin karanlık sözlerine, mucize iddialarına nasıl inanabilir? Daha önce, halkı etkilemeyi bu kadar başarabilen bir hokkabaz gelmemişti dünyaya! Dünyanın en verimsiz topraklarından birinde, bir yosma ve bir askerden doğan bu cüzzamlı Yahudi, dünyayı yaratan kişinin bir parçası olduğunu iddia etmeye cesaret eder! (s.85)

Ne kadar duyarlı olursanız, dürtüleriniz o kadar acı verir size... (s.93)

Sen öptüğüm ilk kadınsın, dedi bana kont ve aslında, ruhumsun... çok güzelsin küçüğüm; ruhun bir sağduyu ışığı yayılmış! Bu sevimli kafa nasıl olmuş da bunca zaman karanlıkta kalmış! (s.94)

Yalan yere yemin etmek, bir günah söz konusu olduğunda erdemdir, diyordu trajik şairlerimizden biri; ama yalan yemin etmek, bu yola başvurmak zorunda kalan ince ve hassas bir ruh için, her zaman dayanılmaz bir durumdu. Rolüm beni boğuyordu. (s.98)

Bir zamanlar uğruna hayatımı tehlikeye attığım bu adam, bana en küçük bir merhamet gösterme lütfunda bile bulunmuyordu. (s.101)

Pişman değildim; ruhum temizdi ve beni asla terk etmeyecek olan eşitlik ve erdem duygularına fazla kulak vermekten başka bir kötülük yapmamıştım. (s.105)

İnanılmaz bir zerafet; üstüne üstlük dünyanın en güzel sesi; bunlara ek olarak düşünce tarzı, canlılığıyla doğanın yarattığı en güzel ruhlardan biri. (s.106)

Erdem bazı insanlar için zaten olanaksızdır; doğada tutkulara karşı çıkan bir erdemin bulunabileceğine nasıl inanabilirsiniz? Ve eğer doğada bulunmuyorsa, nasıl iyi olabilir? Hiç şüphe yok ki, yalnızca içindeki kötülüklere erdemlerle karşı koyan insanlar tercih edilecektir... Tek olasılık da budur, bir varlığın bedenini ve organlarını iyiliğe teslim etmesinin tek olasılığı budur; bu varsayıma göre, kötü eğilimler de son derece gereklidir. Bir şeyin gerekli olması için karşıtının da olması gerektiğine göre, erdemin gerekliliğini nasıl kanıtlayacaksın bana? Size şunu söylemişler: Erdem diğerleri için gereklidir; bu anlamda, iyidir; zira, diğerleri iyi olandan başka bir şey yapmamayı kabul ederse, ben de, yalnızca iyilikle karşılaşırım. Bu açıklama safsatadan başka bir şey değildir; diğerlerinden edineceğim birazcık iyilik için, onların erdemli davranıyor olması karşılığında, benim de erdemli olmam zorunluluk haline gelir ve bana hiçbir zararı olmayan milyonlarca hazdan fedakârlık etmem gerekir. Verdiğimden daha fazlasını alarak, kötü bir alışveriş yapmış olurum; erdemli davranarak kazanacağım mutluluk, yoksun kalacaklarımla kaybedeceğimden daha az olur; bu denklem eşit olmadığından, kabul etmek zorunda değilim ve hiç şüphe yok ki, erdemli olarak, diğerleri adına üstleneceğim acılar kadar iyilik yapmak varlığıma aykırı olacağından, diğerleri adına bana acıya malolacak bir mutluluk sağlamayı reddetmem daha doğru olmaz mı? Geriye ahlaksız kalarak verebileceğim zarar ve herkes bana benzediği takdirde başıma gelecek kötülükler kalıyor. Tamamen kötülükten oluşan bir döngünün varlığını benimseyerek, şüphesiz riske giriyorum, bunu kabul ediyorum; ama riske attıklarımdan dolayı yaşaııs yacağım acı, diğerlerinin riske atmasını sağladıklarım la telafi ediliyor; işte böylece denge sağlanıyor, böylece herkes eşit ölçüde mutlu olabiliyor: Bazılarının iyi bazılarının kötü olduğu bir toplum içinde mutlu olmayanlar ve mutlu olmayı bilmeyenler de var, çünkü bu karışımda, başka bir durumda olmadığı kadar tuzakla karşılaşılıyor. Karışık bir toplumda, çıkarlar da çeşitlidir: İşte kötülüklerin sonsuzluğunun kaynağı da budur; herkesin çıkarlarının aynı olduğu türden bir toplumda, onu oluşturan her birey, aynı zevklere, aynı eğilimlere sahiptir, herkes aynı hedefe yürür, herkes mutludur. Ama, sizin gibi aptallar, kötülüğün mutluluk getirmediğini söylüyorlar. Hayır, iyiliği yüceltmek işinize geliyor. (s. 118-119)

İnsan, iyi bir amaca hizmet etmek üzere yaratılmadığını düşünecek kadar körleşebilir mi? Tanrıyı algılama gücü ve yeteneğinin ona verilmesinin ondan istenen görevleri yerine getirmesi için olduğunu nasıl anlamaz? Tanrıdan gelen kültün temeli, bizzat temsilcisi olduğu erdemden başka ne olabilir? Bunca güzelliğin yaratıcısının iyilikten başka kuralı olabilir mi? Ve kalplerimiz, iyilikle dolu olmadıklarında onun hoşuna gidebilir mi? Bana öyle geliyor ki, karşımda ruhu hassas kişiler olduğundu, bu yüce Tanrıya karşı aşk esinlemek için başka motifler kullanmama gerek kalmaz. Bize bu evrenin güzelliklerinin zevkini çıkarma fırsatı vermesi bir lütuf değil midir ve biz böylesi bir iyilikten dolayı minnet borçlu değil miyiz? Ama daha güçlü bir mantık, evrensel yükümlülükler zincirimizi tanımlıyor; insanlarla da mutlu olmamızı sağlayacak bu yasanın gerekliliklerini yerine getirmeyi neden reddedelim? (s.121)

Neden, inançlı kalbim, bana her an, bu ilahi varlığın varolduğunu gösteren kanıtlar sunarken, yanılgıya düşmüş insanlarla bir olup “Tanrı yoktur” diyeyim? Belki de delilerle birlikte hayal kurmak, sağduyulu insanlarla birlikte düşünmek daha iyi olur? Yine de her şey şu temel prensipten çıkıyor: Bir Tanrı varsa, bu Tanrı bir kültü hak ediyor ve bu kültün temeli, tartışmasız bir şekilde erdemdir. (s.122)

Bir insanı, benzerinden kurtulmaya iten bir etkinlik tarzını sonsuza dek inkar etmemize neden olan bu hayata, ne kadar da komik bir anlam yüklüyoruz. (s.127)

Dünyanın en güzel gözlerine, soylu çizgilere ve mümkün olabilecek en dürüst, en yumuşak, en nazik bir ses tonuna sahipti.(s.136)

Kalbimin bana söylediklerini ve durumumun el verdiklerini uygulayamamaktan dolayı suçlu sayılabilir miydim? (s.143)

Ey Yüce Tanrım! diyordum kendi kendime, kalbimde, ardından bir acı sürüklemeyecek herhangi bir erdem barındıramayacağım galiba! (s.150)

Sevgili dostum, diye devam ettim içtenlikle, sen de benimle birlikte savaşmak ister misin, kaybetmeyeceğimize yemin ederim?.. İster misin? (s.167)

Evrenin dörtte üçü, gülün kokusunu güzel bulur; oysa bu, onu kötü bulabilecek dörtte birinin yanıldığını doğrulamayacağı gibi, bu kokunun gerçekten de güzel olduğunu kanıtlamaz. (s.179)

Yasalarınız, ahlağınız, dininiz, darağaçlarınız, cennetiniz, tanrılarınız, cehenneminiz, şu ya da bu söylemin geçerliliğini yitirdiği kanıtlandığında, herhangi bir bağ, akan yakıcı kan ya da hayvansı ruhlar bir insanı acılar ve ödüllerin öznesi haline getirmeye yettiğinde ne yapacaksınız? (s.181)

İnsanların dünya üzerinde benden zalimce esirgedikleri huzuru aramaya gideceğim. Bu sözler kalbimi parçaladı; sağlam görüntümü korumak için allak bullak olduğumu gizliyordum, ama o anda, içten içe, bir canavarın kurbanı olan bu zavallının bahtsızlığına çözüm bulmak için gerekirse hayatımı bin kez feda etmeye söz verdim. (s.219)

Kureyşler adıyla tanınan Araplar, kız çocuklarını, yedi yaşına gelir gelmez Mekke yakınlarındaki bir dağa gömerlerdi, zira bu aşağılık cinsiyetin gün görmeyi hak etmediğini söylüyorlardı. Kral Aşem’in sarayında, en küçük bir sadakatsizlikten şüphe edildiğinde, prensin şehvet oyunlarına hizmette en küçük bir itaatsizlikte bulunulduğunda ya da prensin keyfi kaçırıldığında, cezalandırma adına en korkunç işkenceler söz konusu oluyordu. Ganj kıyılarında kadınlar, efendileri onlardan zevk alamaz hale geldiğinde dünyada varolmaları gereksizmiş gibi, kocalarının külleri üzerinde intihar etmeye mecbur tutuluyordu. Başka yerlerde, kadınlar vahşi hayvanlar gibi avlanıyordu, ne kadar öldürülürlerse o kadar şeref duyuluyordu, Formoza’da ise, hamile kaldıklarında linç ediliyorlardı. Alman kanunları yabancı bir kadını öldürenleri yalnızca on ekü ceza ödemeye mahkum ediyor, kendi kadınını ya da bir fahişeyi öldürenleri ise hiç cezalandırmıyordu. Her yerde, tek kelimeyle, tekrar ediyorum her yerde kadınlar aşağılanıyor, hırpalanıyor, din adamlarının boş inançlarına, kocalarının barbarlıklarına ya da şehvet düşkünü adamların kaprislerine kurban ediliyordu. (s. 233-234)

Bana anlattıklarınızın iğrençliğinin farkında mısınız! Zalimsiniz. (s.243)

İyilik yok; doğada iyilik, kölenin efendisini sakinleştirmek ve ona daha yumuşak davranmasını sağlamak için kullandığı zayıflara özgü bir karakterdir. (s.244)

Sefalet içindekilere yardım etmek kadar hoş bir duygu olabilir mi? Kendimizin de acı çekmesinden duyduğumuz korkuyu bir kenara bırakalım. Birini sevindirmekten daha büyük bir tatmin olabilir mi?
(s.244)

Merhametli bir adam, güneş ışığı gibi, çevresindeki her şeye zenginlik, huzur ve neşe saçar; ve bu ilahi ışık odağından çıkan doğa mucizesi, en büyük mutluluğu diğerleri için çalışmak olan dürüst, nazik ve hassas bir ruhtur. (s.245)

Bana yol gösteren ölüm kokan yıldız, masum da olsam ölümden başka bir yere götürmüyordu beni. Diğer yollar ahlaksızlıklarla doluydu ve bunlardan biri diğerlerinden daha aç korkunçtu.
(s.248)

Cehennem den korkmuyor, cenneti özlemiyorum; ama korkunç bir ölümün vereceği acılardan çekiniyorum; ölürken acı çekmek istemiyoru(s.272)

Madam, dedim ona, eğer bütün bunları işlediğiniz günahlara borçluysanız, sonuçta her zaman adil olan Tanrı, sizi uzun süre refah içinde bırakmayacaktır. (s.280)

Kötülüğün insanların çıkarlarıyla çatıştığını söyleyebilir misin bana? Kötüler ve iyilerin eşit oranda olduğu bir dünyada kabul edebilirim, zira birilerinin çıkarı diğerlerini gözle görülür şekilde şok edecektir; ama tamamen yozlaşmış bir toplumda bu olamaz; kötü olan dışında her şeyi dışlayan kötülerin, kendi içinde ona zarar verenler dışındaki kötülükleri vurgular ve her ikimiz de mutlu oluruz. (s.281)


Bana hala Tanrıdan mı söz ediyorsun; eh! Bu tanrının düzenden ve sonuç olarak da erdemden hoşlandığını kim kanıtlayabilir sana? Sana sürekli olarak adaletsizlik ve düzensizlik örnekleri sunmuyor mu? İnsanlara savaş, salgın hastalık ve kıtlık göndererek, her yerinde kötülüğün bulunduğu bir evren oluşturarak mı gösteriyor sana iyiliğe olan sonsuz aşkını? Kendisi de kötülükler aracılığıyla hareket ettiğine, eserlerinde her şey kötü ve yoz olduğuna, isteklerinde her şey günah ve düzendışı olduğuna göre, kötü insanların hoşuna gitmemesini nasıl istiyorsun? Peki bizi kötülüğe götüren bu hareketlere kim itiyor bizi? Bize ondan gelmeyen tek bir his var mı? Onun eseri olmayan tek bir isteğimiz var mı? Ona zarar verecek ya da onun için gereksiz olacak bir şeye eğilim esinlemesi ya da buna izin vermesi mantıklı mı? Eğer kötüler de ona hizmet ediyorsa, neden direnmek isteyelim kötülere? Ne hakla yok etmeye çalışırız onları? Ve neden seslerini kesmek isteyelim? Dünyada biraz daha çok felsefe yapılması her şeyi kısa sürede düzene sokacak ve tüm yargıçlara, yasa koyuculara, bu kadar sert bir şekilde aşağıladıkları ve cezalandırdıkları suçların bazen, kendileri uygulamasalar ve asla ödüllendirmeyi düşünmeseler de öğütledikleri bu erdemlerden daha gerekli olabilir. (s.281-282)

İnsanların suç olarak adlandırdıklarının tam analizini yaparak başlamak gerekir; burada söz konusu olanın onların kanunlarını ve ulusal geleneklerini çiğnemek olduğu kabul edilmelidir; Fransa’da suç kabul edilen, buradan yüz mil uzakta olmayabilir; dünyada evrensel olarak suç kabul edilebilecek bir etkinlik yoktur; burada kötü ya da suç olup da, birkaç mil ötede övgüye değer ya da erdemli olan da yoktur; her şey bakış açısı, coğrafya işidir ve bu nedenle de, başka yerlerde kötülükten başka bir şey olmayan erdemleri uygulamaya kalkışmak ve bir başka iklimde mükemmel etkinlikler olan suçlardan kaçınmak anlamsızdır. Şimdi, bu düşüncelerin ışığında sorarım sana, Çin’de erdem olarak kabul edilse de, Fransa’da zevk için ya da çıkar adına, suç olarak işlediğim bir etkinlikten dolayı pişmanlık duymayı sürdürebilir miyim? (s.283)

- Bu dünyada suçtan korkmayanların, diye aldım sözü, öteki dünyada ilahi adalet tarafından cezalandırılmayacağına inanıyor musunuz?
- İnanıyorum, diye devam etti bu tehlikeli kadın, eğer Tanrı olsaydı, yeryüzünde daha az kötülük olurdu; eğer bu kötülük varsa, ya da bu eşitsizlik Tanrı tarafından emrediliyorsa, ya barbar bir varlıktır ya da bu barbarlıkları önleyemeyecek durumdadır.
-Beni korkutuyorsunuz madam, sizi, karmaşık düşüncelerinizi ve zırvalıklannızı daha fazla dinleye meyeceğım için affedin beni. (s.285)

Ne kadar da zavallı bir yaratıktım! Mutluluk yalnızca, asla kaldıramayacağım bir acıya daha da gömüleceğim durumlarda mı sunulmalıydı bana! Bana felaketler hazırlamayan erdemler doğamayacak mıydı kalbimden! (s.289)

Bana hiçbir şey borçlu olmayan bu genç adamın dürüstlüğü karşısında gözyaşlarımı tutamadım. İyi davranışlar, uzun süreden beri kötülerine maruz kalındığında çok daha hoş geliyor.
(s.292)

- Ey erdem! diye haykırdım, bu kadar küçük düşmüş durumdayken, daha önce bir hakaret düşünemez miydin! Günahın, bu kadar küstahça ve cezasız kalarak sana karşı koymaya ve yenmeye cesaret etmesi mümkün müdür! (s.307)

Uzun süreden beri iftiraya uğramaya, adaletsizliğe ve acılara alışmıştım, çocukluğumdan beri erdem duygusuna teslim olurken yoluma engeller çıkacağını biliyordum; acım beni aptallaştırmış, içimi parçalamıştı. (s.308)

Gidin, beni ölüm ve utanç arasında bir yere yerleştirmek üzere, içinde bulunduğum durumu zalimce kullanmaya cesaret edebilecek bir canavarsınız siz; gerekirse ölürüm, ama en azından vicdan azabı duymam. (s.309)

Korkunç bir ilahi adaletsizlikle, suçun erdemi korkutması mümkündü demek! (s.314)

Çocukluğumda, bir tefeci beni hırsızlık yapmaya itmek istedi; reddettim. Zengin olan o oldu. Bir hırsızlar çetesinin arasına düştüm, hayatını kurtardığım bir adamla birlikte kaçtım, ödül olarak bana tecavüz etti. Şehvet düşkünü bir senyörün evine geldim, teyzesini zehirlemesine razı olmadığım için beni köpeklerine parçalatmak istedi. Oradan, ensest ve katil bir cerrahın evine gittim, korkunç bir cinayeti engellemek istedim, cellat beni bir suçlu gibi damgaladı; şüphesiz bu zalimlikleri sürdürdü, servet yaptı ve ben karnımı doyurmak için dilenmek zorunda kaldım. Kendimi ibadete adamak istiyordum, bunca kötülük aldığım Yüce Tanrıya içtenlikle yalvarmak istiyordum, kutsal din adamlarımızdan birinin karşısında günahlarımdan arınmayı umduğum yüce mahkeme yüzkarası kanlı bir tiyatroya dönüştü, bana tecavüz eden ve soyan canavar kendi düzeninde en büyük onurlardan birine yükseliyor, ben ise korkunç bir sefalet uçurumuna geri düşüyordum. Bir kadını kocasının dehşetinden kurtarm ayı denedim , zalim adam kanımı damla damla akıtarak öldürmek istedi beni. Bir zavallıya yardım etmek istedim, beni soydu. Kendini kaybetmiş bir adama yardım ettim, nankör bana bir hayvan gibi çıkrık çevirttirdi ve haz aracı olarak kullandı beni, çevresi saygın kişilerle doluydu ve onun evinde zorla çalıştırılmaktansa bir darağıcında ölmeye hazırdım. Alçak bir kadın beni yeni bir cinayete ortak etmek istedi, kurbanımın servetini kurtarmak için, ikinci bir kez varolan üç kuruşluk varlığımı kaybettim. Duyarlı bir adam bana el uzatıp yaşadığım felaketleri telafi etmek istedi, bunu yapamadan kollarımda son nefesini verdi. Bana ait olmayan bir çocuğu alevlerden kurtarmak için bir yangının içine atıldım, bu çocuğun annesi suçladı beni ve hakkımda bir cinayet davası açıldı. Beni zorla tutkusu kafa kesmek olan bir adamın evine götürmek niyetinde olan en korkunç düşmanımın eline düştüm, bu şehvet düşkünü adamın kılıcından kurtulabildiysem, bunun nedeni yeniden Themis’inkinin altına düşecek oluşumdu. Servetini ve hayatını kurtardığım bir adama beni koruması için yalvardım, ondan saygı beklemeye cesaret ettim, beni evine çekti, zalimliklere maruz bıraktı, davamın bağlı olduğu ahlaksız yargıcı da buraya çağırmıştı, her ikisi de tecavüz etti bana, her ikisi de hakaret etti, her ikisi de ölümümü hızlandırmak istedi. Kader onları varlığa boğmuştu, ve ben ölüme koştum. İşte erkeklerin bana yaşattıkları, işte tehlikeli davranışlarının bana öğrettikleri; felaketlerle sertleşmiş, haksızlıklar ve adaletsizliklerle isyan etmiş ruhumun artık bağlarını koparmaktan başka bir şey istememesi şaşırtıcı mı? (s.326-327)

Her şeyin bittiğine, artık endişelenmemsi gerektiğine ikna etmeye çalışmışlardı. Ama hiçbir şey onu sakinleştiremiyordu; sanki bu mutsuz yaratık yalnızca acılar için yaratılmıştı ve bahtsızlığın kılıcını her zaman başının üzerinde hissediyor, onu ezecek son darbeleri önceden yaşıyordu.
(s.331)

Tüm hayatı boyunca pişmanlık duyabileceği tek bir hatası olmayan bu kız bu şekilde muamele gördüğüne göre, ben ne beklemeliyim? (s.332)






14 Şubat 2024

Altı Çizili Kitap Cümleleri - 35


Bir memlekette insanlar namuslu olduklarıyla ayrıca övünüyorlarsa, o memleketin hali dumandır.
-Kemal Tahir-


Keşke bir kitap okumuş, bir kedi sevmiş olsaydınız. Belki o zaman bu kadar kirletmezdiniz dünyayı...
-Turgut Uyar-



Canciğerdiler, kuzu sarmasıydılar. Onları yoldaş eden çıkarların ortaklığıydı. Yol bitti. Avın başında kavgaya tutuştular. Bir zamanlar el ele tüm ülkenin mahremine girenler, şimdi birbirinin mahremine el uzatıyordu.
-Barış Terkoğlu-



En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım?
-Ahmet Hamdi Tanpınar-


Çünkü bizler, az ya da çok, yaşamak alışkanlığını yitirmiş, aksaya aksaya yürüyen insanlarız. Hem de gerçek canlı yaşamdan tiksinecek, onun lafını bile işitmek istemeyecek kadar yaşama yabancılaşmışız.
-Fyodor Dostoyevski-


Sürekli değişik düşüncelerin etkisinde kalıyor, bir türlü kendimi bulamıyordum. Galiba bütün kusurum biraz fazla kitap okumaktı. Otuz yaşından sonra felsefe, psikoloji, iktisat, fransızca öğrenmeye kalkışmış, keman dersleri almaya başlamıştım. Bir yandan da ikebana kurslarına yazılmıştım. Komşularım: Bu kadar okuma, sonunda üşütürsün, diyorlardı. Galiba onlar haklıydı, insan çok fazla okumamalı ve çok fazla düşünmemeliydi. Çünkü sonunda gerçekten üşütmese bile bir tuhaf oluyordu. Yaşadığın dünyaya sığmıyordun, ya da dar geliyordu hayat sana.
-Murathan Mungan-



Bazı insanları acı büyütür ve yaşatır. Acı çekmeden, o korkunç yalnızlığı tatmadan kendisi olamaz bazı insanlar. Ne zaman ki en sevdikleriniz yan çizer, ne zaman ki birer birer düşürür herkes maskesini, ne zaman ki yalnızlıktaki o muhteşem gücü keşfedersiniz, o zaman başlarsınız gerçekten yaşamaya...

-
Charles Bukowski-


Her şey nasıl bitiyor
Nasıl yabancılaşıyor insanlar
Hiçbir şey olmamış gibi.
Birlikte yemek yer miydik
Nerelere giderdik ...
Şakalarımız nasıl şakalardı
Kavgalarımız
Sesi nasıldı sesi
Unutmak değil, başka bir şey bu.
-Cemal Süreya-


 Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta ki birbirimizi tekrar görme ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar. Belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz.
-Sabahattin Ali-


İnsanın sayısız geceler boyunca odada pinekleyerek kitap okuduğunu, ya da kara kara düşündüğünü getir gözlerinin önüne. Kimi zaman boşa koyarsın dolmaz, doluya koyarsın almaz, doğru mu düşünüyorsun yanlış mı bir türlü bilemezsin, çıkamazsın işin içinden, danışacağın tek bir Allah'ın kulu bile yoktur. Dönüp de sen ne dersin bu işe diyebileceğin hiç kimse yoktur yanında, sen de görüyor musun benim gördüğümü diye soramazsın hiç kimseye. Kaygılısındır, kararsızsındır. Bir ölçü yoktur elinde. Neler gördüm ben burada, neler yaşadım .Sarhoş filan da değildim. Uykuda mıydım bilmem. Ama yanımda birisi olsaydı, uyuyordun, düş görüyorsun derdi. Ve işte o zaman her şey çözümlenmiş olurdu...
-
John Steinbeck-


Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum. Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum. Ay´ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum. Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum. Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum. Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş ay´a ´EVET!´ diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum. Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendinle yalnız kalıp kalamadığını ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.
-Oriah Mountain Dreamer-





13 Şubat 2024

Nilgün Marmara ( Alıntılar )

Bugün Nilgün Marmara'nın vefatının 37. yıl dönümü. 29 yıllık yaşamına sığdırdıkları-sığdıramadıklarıyla mini bir Nilgün Marmara içeriği hazırlamak istedim.
Genelde herkes Nilgün Marmara sayesinde Sylvia Plath'ı tanımış ama bende tam tersi, Sylvia sayesinde Nilgün Marmara'yı tanıdım.
Sylvia Plath üzerine araştırmalar yapan Nilgün Marmara, fikirlerini benimsediği ve üzerine tez yazdığı Slyvia Plath'la aynı sonu yaşadı. Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntihar Bağlamında Analizi, Nilgün Marmara’nın mezuniyet tezidir.

Kitaplarının hepsini okudum diyemem, yıl dönümü için içerik yapmak isterken onun sandığım, sandığımız bir kaç sözün, şiirin aslında ona ait olmadığını öğrendim. Özellikle iki tanesi benim için büyük şok oldu. "Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın. Hepiniz mezarısınız kendinizin” sözü ve "Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" şiiri.
 

Eşi
Kağan Önal “Kuş Koysunlar Yoluna” adıyla bilinen şiirin dizesinin eşine ait sanılmasına sebep olarak Gülseli İnal’ı gösterir. Önal’ın ifadesiyle Nilgün Marmara’nın annesinden notları ve defterleri geri vermek vaadiyle alan İnal, içlerinden seçtiği metinleri izinsiz ve özensiz bir biçimde yayımlamıştır. Alıntıların en sonuna sevgili Nilgün Marmara'ya atfedilen ama onun olmayan yedi içeriği kaynağıyla paylaşacağım.

Nilgün Marmara yaşarken yayımlanmasını istediği şiirlerini daktiloya çekmiş, dosyalamış ve eşi Kağan Önal’a bıraktığı intihar mektubunda bu şiirleri isterse bastırabileceğini vasiyet etmiştir. Vefatının yıl dönümü nedenyle, bende elimden geldiğince onun hakkında söylenen ve eserlerinden karışık alıntılar derledim.
Işıklar içinde uyusun..




                                                            * * * * * *


Hayat, hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı.

..yabancıların en yakınıydın sen!

aşka kin kadar yakın bir duygu yoktur.

Her ikisi de birbirlerini tanımayan bir başkasıydılar!

İki umudun birbirine değmesi kadar güzel ne ki?

Sen ne getirdin bana çocukluğundan?
Şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı?

Her şeyi yazmıyorum, korkuyorum. Yazarsam çok dağılacağım gibi.

Eskiden bir yıldızmış, göğünü yitirmiş.

Sevgiyi arttırmak istiyorum, güvenle katlamak..

Çölde
Bir yaratık gördüm,
çıplak, vahşi.
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı, acı,” diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim.”


Dünyamsın benim,
zorbam, düzenim,
Bundan gözlerim göğe çevrili,
ellerim denizde.
Hiç katılmadan sende yaşıyorum,
dirimimsin benim,
doğarken öldüğüm.


Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi.

Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!

Nereye gittiğini bilmiyorsan, derin bir bağın yok demektir. Olsaydı öğrenirdin.

var olduğun için müteşekkirim sana. Sıkılan ve sökülen canıma açtığın pencereler için.

Sartre'a göre “intihar dünyada var olmanın bir başka yoludur,” çünkü kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak, varlığının tanımını hiçlikle yapar.

Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben, Kahkaham insanları ürkütürdü!
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!


Gittikçe soğuduğumu farkediyorum ve bu bana hiç de sevinç vermiyor. Çünkü özün soğuması çok tehlikeli, başkalarıyla ilişkiyi yalıma veriyor, unutulan ben başkayı yakarak yeniden doğacakmış gibi..

Uçurumlar var, var uçurumlar diyorum ben insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında.

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...

Biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz. Niye hep başka zamanlar ve hep başka kendimiz?

"Aya dokunmak istiyorum" tümcesini sessiz bir çığlık olarak yineleyerek. Bu huzur için çığlıklar ne köpekler toplumunda, kim duyar? Çığlıklar neden bu den sessiz?

Ece bana "Tanrı yoksa herşey mübahtır" diyorsun sen demişti, oysa ben "Tanrı varolduğu için herşey mübahtır" diyorum. Garip bir din anlayışı işte.

Bir yaz gecesi dinginliğini özlüyorum, bana hiçbir gıcığı olmayacak bir yaz gecesini... Ve her gün "gitmek mi zor kalmak mı zor" teranesini yinelemek tüm tinsel ve maddi dengemi bozuyor. Midelerim, gözlerim, başlarım, yüreklerim ağrıyor...

Dünyamsın benim, zorbam, düzenim,
Bundan gözlerim göğe çevrili, ellerim denizde.
Hiç katılmadan sende yaşıyorum,
dirimimsin benim, doğarken öldüğüm.


Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır.
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara..
Kimse duymuyor çığlıklarımı..


Umarım şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.

Keşke benimde karşımda her zorluğa rağmen dimdik duran ve beni sevebilen biri olsaydı. İnsan tek başına dağ olamıyor bazen.

Ah! Ya benim ele geçirilemez coşkularım, varolamamış henüz biçimleyemediğim. Neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçlere varılamaz yengisinden sonra ulaşır esriklik alanları?

..uzun upuzun çok güzel yollar düşüyoruz, çok acımasız korku tünellerinden, çok gülünç karanlıklar içinden, olduğumuz bulunduğumuz zamana ve yere varmak, orada durmak için, ağulu tınısını duymak için yaşamın; dolu dizgin bir koşturu ölüme doğru..

Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
Çözülürse yoksulluk sevinir
Aynamızın içinde tek bu bağ...
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben...

Elim narin uzanamam, geri alamam.
Bir dönüştü tekrarlanan,
Ruhlanan bardaklarda şarap tadardık,
Unutanlardan değil hatırlayanlardık


Çok yalnızım, mutsuzum
Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum
Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
Kimse duymuyor çığlıklarımı
Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
Ümidimi yitirmişim
Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
veda edeceğim.

Tüm atomlarımı bir arada tutan bir sıvı, bir zar var gibi (nar taneciklerini kaplayan zar örneğin) ve işte o zar dışsal bir etkiyle zorlanmakta ve zarın en küçük kıpırtısı atomların bir arada duruş kombinasyonlarında bir değişim yaratıyor. Ama tek tek ne atomları, ne zarı, ne kıpırtısını, ne de kombinasyonundaki değişimi, ne de değişimin kendisini açıklayamıyorum. Unutmaya çalışıyorum.

Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim. Arkamı dönüp güvendiğim ve inandığım her şeye veda edeceğim.

Akıl hastanesinde hastalardan biri: "Hepiniz bir gün buraya geleceksiniz, gelecek, geleceksin, gelecekler" demiş.

Yeryüzündeki aşk olasılığı ve süreci de karıncaların karşılaşmaları ve yaklaşık 10 saniye birbirlerine dokunmaları oranında.

Uyandığımızda yalnızlığın yanıbaşımızda uyuduğunu görmek..

Ölürken, kahkahamı ona bırakacağım.

Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...

"Sahneden çekilirken, yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum."

                                                           ********


“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız söyleşide ondan söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememiştim. Bugün ortaya çıkıyor.”
(Cemal Süreya)

                                                            **************

Yukarıda belirttiğim gibi, Nilgün Marmara'nın sanılan ama ona ait olmayan şiirler sözler, kaynaklarıla birlikte paylaştım. Eğer yanlış olan bir içerik varsa uyarın lütfen.



"Yalnızlık" şiiri Nilgün Marmara'ya ait değildir! Kaynak Link

"Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın. Hepiniz mezarısınız kendinizin” dizeleri Nilgün Marmara'ya ait değildir!!  Bu dizeler Serdar Aydın'a aittir.  Kaynak Link 

"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" diye bilinen dizeler Nilgün Marmara'ya ait değildir! Kaynak link

“Ağrımasa bilir miydim, yüreğimin yerini” sözü Nilgün Marmara’ya ait değildir!
Söz, Sennur Sezer’in “Yankı” şiirinden alıntılanarak oluşturulmuştur. Kaynak Link

“Beklentim yokmuş gibi davranıp içime dünyalar kadar umudu sığdırmaktan yoruldum.”  sözü Nilgün Marmara’ya ait değildir! Kaynak Link

"Bak bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, ha şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden. En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.” sözünün Nilgün Marmara’ya ait değildir! Kaynak Link

“Ben Babamın Yuvarladığı Çığın Altında Kaldım” sözü Nilgün Marmara'ya ait değildir!
Sosyal medyada Nilgün Marmara (1958-1987) imzasıyla paylaşıldığına şahit olduğumuz “ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım” sözü, şairin “Kan Atlası” adlı şiirinde ayrı olarak ve tırnak içinde yer almış olup, aslında Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’a aittir ve yazarın Malina adlı romanında geçer.
Kaynak Link



Tanrı’yla aynı fikirde değilim!
İntihar edenlerin
Cehenneme gideceği konusunda.
Kainatın yaratılışına
Katılmaktan bıktığımda ruhum...
İntihar edeceğim bende
Denenmemiş bir yolla
Nerdeyse bütün akıllı kalpler
İntihar edip siktir çekmiş yeryüzüne
Ben ateist değilim, babasıymış gibi
Tanrı’ya küsen bir çocuğum
Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietzsche’yi
Cehenneme gönderirse
Cehennemde yanmayı tercih ederim ben de
Tanrı dürüstlüğü sever..
Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
Ben Tanrı olsam
Peygamberler göndermez
Direk konuşurdum insanlarla
Ben Tanrı olsam
Hitler’i iyi kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım
Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
İçindeki kötülüğü insanlara değil
Tuvallere boşaltırdı
Ben Tanrı olsam
Devletler yok olur
Gül kokulu bireyler var olurdu sadece
Atlar çılgın zamanlar koşardı
Ben Tanrı olsam
Düşünce gücüyle herkesin
İstediği karakter olmasını sağlardım
Dünya bir şiirin
Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece
Ben Tanrı olsam intihar ederdim
İnsanlarla birlikte
Acı çekmeyi öğrenemediğim için...
-Cesar Mendoza-