Geçen aylarda eskiden okuduğum bir kitabı yeniden okurken ortaya çıkan
şey karşısında çok şaşırmıştım. On yıl önce altı çizdiğim cümlelerle
şuan altını çizdiğim cümleler arasında dağlar kadar fark vardı. Ve o
zaman uyandırdığı histen çok farklıydı şuanki etkisi. O nedenle Kinyas
ve Kayra'yı yeniden okuyup alıntılarını yeniden ekleme kararı aldım.
İyi okumalar
İyi okumalar
“Bak Kayra, biz herkes olduk. Kendimize en büyük acıları ve zevkleri tattırdık. Ve artık ölüyoruz. Bunu fark etmiyor musun? En yukarıdan aşağı düşüyoruz. Ve yeri öpmemize çok az kaldı. Başladığımız yere dönmeden, yani sermayemizde ve hafızamızda sadece ismimiz kalmadan hatırladıklarımızı yazacaksın. Hayatın suyunu içtikten sonra bir gün işememiz gerekecekti. Ve zihinlerimiz ölmeden önce bunu yapacağız. İnsanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik... Hissediyorum. Şimdi sıra anılarımızda ve hayallerimizde. Kafatasımızın içini süsleyen bütün bildiklerimizde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç olmadan yazmalısın!” (s.15)
Zihin yolculuğumun son aşamasındaydım. Dünyanın en güzel sanat eserini yaratıp on dakika seyrettikten sonra yakan bir ressam gibi ben de keşfettiğim düşünce cennetimi tasfiye ediyordum. (s.15)
Düşündüklerimin tam tersini yapmakta ve söylemekte gerçek bir usta olduğumu kendime tekrar kanıtladım. Zaten acıya ve yalana ne kadar dayanabileceğimi hep merak etmişimdir. Aslında sadece birkaç yıl merak ettim çünkü bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğini söylemişti. (s.16)
Nedenini bugün bile anlayamadığım bir değişim içindeydim. (s.16)
Bir saate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği bir sesin yanında içimde yankılanan ve kimsenin varlığından bile haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabilirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan kapıyı böylece keşfettim. (s.18)
Farklı olmak için mi farklıydım, yoksa öyle mi doğmuştum –ki konuyu genlerin Tanrı olduğuna inanan biyokimyagerlere bırakıyorum– bilmiyorum; ancak emin olduğum nokta tanıştığım kişilerle aynı durumlar karşısında aynı duyguları hissetmiyor oluşumdu. (s.19)
On beş yaşımdaydım ve her şeyi yapabileceğime inanıyordum. Hayallerimin bana bir ömür boyu yetebileceğini ve bu arada bedenimin ağzımdan çıkan sözlerin etrafında bir kalkan oluşturarak zarar görmemi engelleyeceğini düşünüyordum. Sadece, gittikçe tehlikeli hale gelen bir oyun oynuyordum. Ama ben oyunları hep ciddiye aldım. Sahte ilişkiler ve dünya üzerindeki her kavramı içme arzusu hayatımın on beşinci yılında başımı döndürmeye yetiyordu... (s.20)
Hafızamın bugüne kadar sırtında taşıyıp getirdiği görüntülerin en eskisi ve paslanmışı yedi yaşıma dayanır. Bir çocuk suratı hatırlıyorum. Gözlerinin rengini çözemediğim, gülerken hiç görmediğim bir çocuk. (s.20)
ben, bir insandan çok bir resimli roman kahramanıydım. O ise daha çok güzel bir resimdi. Gerçekten de birbirimize hiç benzemiyorduk. (s.22)
Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim.(s.23)
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. (23)
Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. (s.24)
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... (24)
Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delirdim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. (s.25)
Uykum geldi... “Umarım sabaha ölmüş olurum” diye kapattım gözlerimi. (s.33)
Hiçbir şeyden emin değilim. Emin olmanın gerektiğine de inanmıyorum. Dünya üzerinde yaşayan herhangi bir canlıdan zerre kadar farkı olmayan insanoğlunun bu gereksiz çabasını da anlamıyorum. Her şeyi biliyorum ama kendimi tanıyamıyorum. (s.34)
Evet. Belki de varlıklarından şüphe ettiğim bütün duygular içimde ama onları uyandıracakolanlar ortada yok. Belki ben de normal bir insanım ama ilgilendiklerim ne bu dünya üzerinde, ne de bu yüzyılda. Beni korkutabilecek kadar korkunç bir insan yok, bir olay yok. (s.35)
Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. (s.36)
Kayra, bir gün bana “Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun” demişti. “Ve en büyük acının kendininkinin olduğunu düşünüyorsun. Dünyadan haber olmayan bütün geri zekâlılar gibi. Ölmesine çeyrek kalmış, herkesi yaşadığına pişman etmeye çalışan, sağlıklı oldukları için suçluluk duymalarını isteyen hastalıklı, yaşlı bir kadın gibisin.” (s.36)
“İnsanlar...” dedim fısıldayarak. “Taşırlar insanları. Kundaktayken, tabuttayken. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan, bazıları da içinde bulundukları sistem bir gün onlara da taşınma sırasının geleceğini söylediği için, taşırlar insanı...” (s.37)
Ben hayata değil, ama ölüme inandım. “Hayat yok ama ölüm var!” dedim kendime. Ve boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve elimden geldiğince hayatla sevişmemi uzatmaya çalışıyorum. Tek kurtuluşum bu. (s.40)
Beynimdeki tek soru, gözlerimi açtığımdan beri “Neden böyle bir yaratık haline geldim?” sorusuydu. Zaten hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. Tercihlerimiz sorularımızdan gelir.. (s.44)
Şimdi de, yanımda yatan güzel kalçalı kadının misafiriyim. O kadar derinden uyuyor ki, uyandırırsam ölür, diye düşünüyorum. Afrika’nın bütün kadınları gibi o da çok yorgun. Çalışmaktan, yürümekten, sevişmekten... (s.48)
Unutuyoruz. Hissetmiyoruz. İstemiyoruz. Yaptıklarımız, daha çok eski alışkanlıklar.
Konuşmalarımız, elli kelimelik bir bulmaca. Çok fazla tanıdık hayatı. Şimdi kusma zamanı! Ama her tükürdüğümüz pislik, yanında bizden bir parça da götürüyor..(s.49)
Kimse bana tecavüz etmedi dokuz yaşımdayken. Kendiliğinden geldi acılarım. Yerleştiler içime. Sonra alıştım ve kabullendim. Sanki dünyada başka türlü bir hayat yaşanamazmış gibi... Ben ki saplantılardan nefret ederdim, kendim taşlaşmış bir pislik haline geldim. Aynı kıyafetleri giyen, aynı müziği dinleyen, aynı şeyleri düşünen... (s.52)
Kendimi dinlemeye bu kadar alışmışken, bir de onun ağzından dökülen, yarısı beyninde kalmış karmaşık cümlelerini çözemem. (s.52)
En azılı paranoyaklarla yarışabilecek kadar kendimi kışkırttığım günlerin birinde, cehennemde dünya üzerinde üzülmelerini istemediğim iki insan olan anne ve babamın yaptığım bütün pislikleri dev bir ekrandan seyredebileceklerini hayal ettim. Tabiî ben de yanlarında. Bakışlarının tonlar çeken ağırlığının altında bir böcek gibi ezilmek için. Ve kalpleri ile beyinlerinin arasından çıkan, benden istedikleri halde nefret edememelerinin sesi kemiğin etten ayrılma sesi. Kasaplarda duyulanlardan... (s.53)
Şimdilik hayattayım. Korkmaya gerek yok! Günahlarınızı ben unuturum. Siz işlemeye devam edin... (s.54)
Aslında birbirini az tanıyan iki insanın arasındaki nefret ilk defa tanık olduğum bir durum değildi. Bazen tesadüfler böyle gerektirir. Cümlelerin hepsi duyulmaz. Her şey yanlış anlaşılır ve çözülmesi çok zor bir nefret iki adamın arasına gelir ve oturur... (s.58)
Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar ince tırnakları yok. Bense çoktan vazgeçtim tırnaklarımı uzatmaktan. Kendimi bilmeyi bıraktım. Ölümü bilmek ve anlayabilmek bile daha kolay. Yanıtı olmayan bir soru olarak geldim dünyaya. Ve sorusu olmayan bir yanıt gibi de gidiyorum. (s.68)
Birileri pişman olmalı beni hayal ettiğine. (s.68)
Yürümüyor, uçuyordum. Konuşmuyor, düşünüyordum. Dokunmuyor, hissediyordum. Görmüyor ama biliyordum. (s.90)
Bilemezlerdi benim geleceğimi. Onlar bir çocuk istediler ama ben geldim! Dünyaya en az değeri veren insan. Onlar normal bir çocuk istediler, eğitim görüp, meslek sahibi olacak, gururlanacakları. Ama ben geldim. Bilemezlerdi bir canavarı büyüttüklerini. Annem bilemezdi dünyanın sonunu doğurduğunu... (s.103)
Bir zamanlar benim de dostlarım vardı. Gerçek dostlar. Ağızlarından çıkacak olanları merak ettiğim dostlar... Sonra anlayamayacakları kadar kötü oldum yanlarında. Daha doğrusu, kontrolüm altında giden ilişkilerimizin bazı anlarında. Dostlarımın yarısı korktu, yarısı da iğrendi. Acıyanlar da vardı birkaç tane ama onların dürüst olduklarını düşünmüyorum, çünkü olsalardı beni çözmeye çalışarak, sahip olduğumu varsaydığım sorunlarımı anlamak için çabalarlardı. Aslında acıdıklarını söyleyenler de iğrenenlere dahildi. Sonuçta teker teker yok oldular. Adresler, telefon numaraları yok oldu. (s.108)
İnsan, insan olmaya geliyor dünyaya. Kesinlikle bir tercihi yok. Hiçbir şeyi seçemeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni... (s.109)
Dünyayı versem Tanrı’ya, damlasını vermez bana mutluluğun. (s.110)
Artık kimse bilmiyor beni. İzlemiyor yaptıklarımı. Hiçbir tanrının ilgi alanına girmiyorum. İlginç değilim hiçbir güç için. Kurtuluşu olmayan bir ruh gibi. Freni patlamış bir kamyon gibi! Hiç ilginç değil. Yapacak bir şey yok önümden çekilmek dışında. Yokuş bitene kadar. Büyük çarpışmaya kadar. Hızlandıkça ağırlaşan bir kamyon. Bu yüzden dostsuz kaldım. Daha fazla ezmemek için ruhlarını, sevebileceklerimin... (s.111)
Dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa, komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. Ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir! (s.115)
İnanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum! Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çektiği için duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekâsının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz’in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de bir başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağara girişinin örümcek ağıyla kapatılması.(s.115)
İnanırsam bir gün boyun eğerim iyiliğe. Ama matbaadan çıkmış bir kitaba inanmamı beklemek, zekâmla alay etmek dışında benden insanın kötülüğünü de unutmamı beklemek olur. Tanıdığım o iğrenç türü de unutursam bir gün, inanırım elbet yazılanların hepsine..(s.116)
Hiçbir şeyi hak etmediğimi düşünmek uçurum gibi bir aşağılık kompleksi mi? Bilmiyorum.. (s.119)
Her aldığım nefes boğazımı yakıyor... Ben çok zor yaşıyorum. Doğumumdan beri ölüm döşeğindeymişim gibi yaşıyorum... Onun için bir restoranda oturunca masayı kendime doğru çekiyorum, sandalyemi oynatmadan. Çünkü hasta olan benim. Her şey bana göre düzenlenmeli. Ben gitmem. Onlar gelsin! Zaten kimse kimseyi çağırmıyor. Kimse kimseyi kovmuyor... Beynimdeki düşünce tarlasında zıplayarak gezdiğim için pek bir anlamı yok yazdıklarımın...Yalnızlık moda olsun, renklerini ben seçeyim! (s.120)
Belki de yardım istemeliydim bir terapistten. Ruhumu iyileştirecek birinden. Bir bilim adamından. Ne kadar komik olurdu bürosundan kendimi iyi hissederek çıksaydım. Bana verdiği tavsiyelere inanıp uygulamaya çalışsaydım ne kolay olurdu. Bana bir hastalık ismi verip reçete yazsaydı. “Manic depression!” deseydi. Ben, “Hendrix’in bir şarkısı o!” deseydim. Sonra da sekreterin vizite ücretlerini koyduğu masasının çekmecesinden paraları alıp kaçsaydım, sekreter güzelse dudaklarından öpüp... (s.120)
Beni bu dünyada gerçekten seven iki insanı da görmüyorum yıllardır. Konuşmuyorum, mektup yazmıyorum. Fotoğraflarıma bakıyorlar mıdır? Peki ya sesi mi? Hatırlıyorlar mıdır?.. (s.127)
Keşke doğmasaydım... Sadece kötülük ve acı yaydım etrafıma. Bazen hiç tanımadığım insanların, kendiminkini tehlikeye atarak hayatlarını kurtardım. Ama bu kutsal görünen işi bile yapmamı sağlayan tek bir şey vardı. Ne hayatını kurtardığım insanın canına verdiğim değer, ne de bir kahraman olma isteği. Sadece kendi hayatıma değer vermediğim ve çok sıkılıyor olduğum içindi. Benim gözümde eski bir dost farksızdı dünyanın en vahşi canisinden!.. Nasıl herkesi öldürebilirsem, yine herkesin de hayatını kurtarabilirdim canımın pahasına... (s.127)
Belki âşık olmadım hiçbir zaman ve kimseyi sevmedim, ama sonsuz kez seviştim kadınlarla... (s.128)
Ne ölüm, ne de hayat! Hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım... Bütün hayat bir ilüzyon. Benim gibi, Kayra gibi... (s.136)
Yıllar önce ortaya atılmış bir fikir etrafında toplanan, büyük sapkınlıklar içinde birbirleriyle ilişkiler kuran dünya üzerindeki değişik terör örgütlerinden hep nefret ettim. Ve savundukları ne olursa olsun attıkları sloganlarından daima iğrendim. Kalabalık bir terör örgütünü herhangi bir bürokratik düzenden ayırmanın anlamı yok. Hiyerarşi zaten doğada da var. Bir de insanların hayatına sokmaya ne gerek var?(s.140)
Hesabın da, dikişin de tutmadığı bir hayat bu, diye düşünürdüm. Bilmediğim o kadar çok şey vardı ki o zamanlar. Hepsine bokluk deyip geçiyordum. Çözemediğim, beş duyumla algılayamadığım bir şey. Bir bokluk var bu hayatta! Ve söylerken o kadar farkındaydım ki, o bokluğu hiçbir zaman çözemeyeceğimin. O kadar uzaktım ki ne olduğunu anlamaktan. Tanımlayamadığım ama hayatımı çökerten her şeydi bokluk. Bir bokluk var! Ama ne?. (s.142)
İçimde büyük bir nefret var. Herkese yetecek kadar. Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkartacak kadar. Herkesi öldürecek kadar. Dünyanın havasını indirecek kadar! Bunları yazacak kadar... Nereye kadar? Ölene kadar!.. (s.143)
Yıllar önce, okuduğum kitaplardaki, seyrettiğim filmlerdeki yalnız insanlara özenirdim hep. Yalnızlara. Konuşacak kimsesi olmayanlara. Sonra hayat beni buralara getirdi. Tabiî ayaklarımın azımsanamayacak yardımıyla. (s.145)
Yalnızlık kurşun geçirmez. Dostluk, aşk, aile geçirmez. Hiçbir şey geçirmez. Dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz.. Ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. Vücudumun neresinde? Sonra karar veririm. Ruhum, bedenimin bittiği yere kadar.. (s.146)
Nefreti o kadar büyüktü ki, onu görüyor ve duyuyordum. “Yarışalım!” diyordum içimden. “Kim daha çok nefret edecek Kayra’dan! Haydi! Kim daha çok isteyecek Kayra’nın ölmesini?..”(s.152)
“Cehennem” dedim. “Marquis de Sade’ın acıyı övdüğü gün bitti!” (s.154)
“Ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmamak istediğini düşün!” (s.155)
“Hayat. Hayat sensin! O kadar. Büyütülecek bir şey değil.” (s.157)
Doğru diye bir şey var mı? Dünya bir karambol ve kimseye çarpmadan yürümeye çalışmaktansa kollarımı daha da açarak herkesi devirmeyi tercih ediyorum... Delilik bulaşır. Emperyalisttir! Belki bir sanatçı gibi eserlerim yok. Beni yaşatacak kütüphaneler, müzeler yok ama çarptıklarımın hafızaları var! (s.162)
Üçüncü Dünya ülkelerinde rütbe yoktur. Tanrı ve kulları vardır! (s.166)
İnsandan ve bütün canlılardan iğreniyorum. Kendimdense nefret etmekten yoruldum ve bu konuda hiçbir şey hissetmiyorum. (s. 168)
Önce bilgiyle sonra düşünmeyle gelen, insanın kendini üstün görmesi, diğer bütün konuşan yaratıkları ilk bakışta yargılaması belli bir yaşa kadar devam eder. Sonra bir gün fark edilir hiçbir canlının anlaşılabilecek kadar basit olmadığı. İçine kapanık bir çocuğun sınıf arkadaşlarını pompalı tüfekle katlettiğini okursun gazetede. Orta yaşlardaki başarılı mühendisin bir çocuk gibi evinden, ailesinden kaçtığına tanık olursun. Yargılar isabetsiz hale gelir. Çözdüğünü ya da uyanışından yatağına dönüşüne kadar bir gün boyunca neler yaptığını tahmin ettiğini sandığın insanları aslında ne kadar az tanıdığını fark edersin. Ve yıllarca sadece kendini çift hatta daha fazla sayıda hayat sahibi gördüğünden, şaşırırsın bir benzerini başkalarının da yapabilmesine. Hatta senden yüz kitap daha cahillerin aklından geçenleri okuyamadığın için utanırsın kendinden.
Oysa onlara benzememek için hiçbir iş yapmamış, hiçbir inanca ve amaca sahip olmamışsındır. Sadece gözlem ve eleştiri vardır hayatında. Ama on sekiz yaşına kadar son derece normal, başarılı, popüler bir çocukluk geçirerek gelmiş bir gencin kendini asmasına tanık olunca, bir yudum bile yükselememiş olduğunu anlarsın. (s.178-179)
“Seni anlıyorum” demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğinin kokusunu, anormalliğinin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir. (s.179)
Kim bilir belki ben de anlarım kendimi. Anlayabilirim varlığımı. Ya da hepsinden vazgeçtim. Belki bir gün, ben de anlayabilirim suyu, ateşi, toprağı, havayı... Yanlış anlaşılmasın! Ders almak değildir anlamak. Tecrübe asla! Kıyasla da varılmaz bu noktaya. Sadece anladığının farkında olmaktır gereken. (s.179)
Uyuyor. Çırılçıplak. Omzundaki dövmeyi okşuyorum, yara izleriyle dolu parmaklarımla. Ona aşık değilim. Hediye ettiği ölüme aşığım... (s.184)
Özgürleşme adına, “Koyun gibi olma!” sloganları atarlar. “Sürüden ayrıl! Gel bizimkine katıl!” Ama bizde bir de, her koyun kendi bacağından asılıyor. Tek medenî tarafımız da bu... (s.187)
Sen, cehennemin üzerine kurulduğu arsanın hissedarı olacak kadar kötüsün. Şeytan bu yüzden göz yumuyor yaptıklarına ve seni hayatta tutmaya çalışıyor, bütün oynadığın ölüm oyunlarına rağmen. Ölüp de onun yerine göz koymaman için!” (s.188)
Sakat doğmuş bir bebeğin yanına sadece onu beslemek için giden anne babalar gibi. Çamurdan yarattığı
insanoğlunun içinde birinin hâlâ çamur olarak kaldığını görmek korkutuyordu yukarıdakileri. Çamur kadar şekilsiz, yararsız, pis bir yaratık istemiyorlardı ayak altında. Ne de olsa cennet de, cehennem de insanlar içindi. Hâlâ çamur olanlar için değil! Ne Tanrı, ne de şeytan. İkisi de kirletmek istemiyordu elini, beni hükümdarlıklarına sokarak. Belki çözüm olarak, soğumamış çamurumdan birkaç insan yaratıp geri yollamayı düşünüyorlardı. Belki de suyla karıştırıp yok etmeyi. Hakkımda konuştuklarını duyar gibiyim. Tartıştıklarını. Benimle ne yapacaklarını bilemedikleri için sinirlendiklerini. (s.189)
Yerim orası. Şeytan ile Tanrı’nın tam ortasında! Ne yakın, ne uzak. İyilik ile kötülüğün kesiştiği bir nokta yoktur. Yan yana dururlar birbirlerine dokunmadan. Ve dokunmadıkları yerde ben varım. Ne iyiyim, ne kötü. Ne kutsalım, ne şeytanî. İkisine de değmeden oturuyorum. Onlar yokmuş gibi yaşıyorum. (s.189)
Medeniyetten daha kötü bir şey varsa, o da medenî olmaya çalışan bir medeniyetsizlik. (s.206)
Herkes kalp krizi geçirir, benimkisi tıp tarihine geçecek. Beyin krizi! (s.216)
Onu düşünmemin nedeni benimle konuşmamasıydı. Benimle konuşmuyor ya da düşündüklerinin çok azını anlatıyordu. Ben inanamıyordum, bir zamanlar zihnini gerçekten en üst noktasına ulaştırabilmiş olmasına. İnanamıyordum kendini dünyanın en gerçek felsefecisi olarak hissetmesine. İnanmıyordum Kayra’ya ve yalanlarına. Ben sadece kendime inanıyordum. İçimde ağlayan, gülen adamlara. (s.240)
Yatağa uzandım. İlk defa zor uyumak. Gerçekten zor. Benim vicdanım hiç olmadı ki! Ne sızlıyor böyle içimde? Ne engelliyor kendimden geçmemi? Bazıları kolsuz doğar. Ben vicdansız gelmişim dünyaya. Vicdansızım. (s.247)
Sorarlarsa, “Ne iş yaptın bu dünyada?”diye, rahatça verebilirim yanıtını:
“Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...” (s.250)
Sanma ki öldürülmekten korkuyorum. Sadece uykum var. O kadar. Ne beyazlar yok oldu. Ne zenciler
hüküm sürdü. Hiçbir şey değişmedi. Çok inanmıştım tek bir insanın dünyayıaltüst edebileceğine. Çok inanmıştım kendime, Allah’a. Ama olmadı. (s.264)
İnsanın en büyük hatası kendini seyretmemesidir. O kadar çok ilgilenir ki dekorla! Tanıyamaz bir türlü başaktörü. Sadece gözleriyle yolculuk edebilen bir insanın kendine tapması kaçınılmazdır. Sadece fark edebilsin yeter. Gerisi gelir. (s.266)
Tabiî bilmiyorlardı sayısını unuttuğum kadar insanın hayatını mahvettiğimi. Bilmiyorlardı annemi, babamı kahrettiğimi. Bunlar bir yerlerde suç olmalı! Bir yerlerde insanları hapse atıyor olmalılar, başkalarını öldüresiye üzdükleri, derin mutsuzluklara ittikleri için. Belki cinayetlerin değil ama intiharların azmettiricileri oldukları için cezalandırılması gerekir birilerinin. Ama daha keşfedilmediği için, bunu yapmış olanları saptayacak bir makine, kandaki alkole benzemediği için kötülük, bıraktılar beni de. Bilemezlerdi ismimin Kayra ve beni hayatta tutanın ölüm olduğunu...(s.271)
İnsanın karmaşıklığa, sırlara, yalanlara olan bağlılığı, basitlikten vebadan kaçar gibi uzaklaşması son derece anlamsız geliyordu bana. Hayatlarını zorlaştırmak isteyenlerin bu çabalarına verdikleri isimse entrikaydı. (s.273)
Birkaç ay önce kendimi böylesine bir otel odasında bulsaydım, kesinlikle resepsiyona telefon açıp yatağımı kadınlarla doldurmalarını söylerdim... Ama istemiyordum. Hiçbir kadına dokunmak istemiyordum. Ben farkında olmadan yaklaşan zihinsel ölümümün habercilerinden bir tanesiydi bu. Sessiz adımlarla yaklaşan hiçliğin emirlerinden biri. “Kadınlarla yatmaktan vazgeç!..” (s.275)
Doğruları, prensipleri olan insanları hep sevdim. Onlara imrendim. Eğer kendime bu kadar kolay yalan söyleyemiyor olsaydım ben de onlar gibi olurdum. Ama her sabah edindiğim bir doğruyu on iki saat sonra, gecesinde yerle bir ettiğim için ve üstelik bunu yapmama da son derece mantıklı, inandırıcı bahaneler bulabildiğim için sadece stili olan bir adam oldum ben. (s.303)
“Anlamıyorsun beni. Her şey çok farklı olabilirdi eğer sen dürüst olsaydın. Bana baktığında beni gördüğünü bile sanmıyorum.” (s.305)
“Ben seni sevebilecek tek kadınım dünyada. Seni sevebilecek tek kadın! Tabiî anneni saymazsan!” (s.305)
Kendi ölümünü yeterli görmeyip başka birilerinin de yanında gelmesini isteyen, yalnızlıktan sıkılacağını
düşünen bu adamlar bana çok ilginç gelmişlerdi. Gördüğüm en gösterişli intihar tarzıydı. (s.306)
İyi ile kötüyü insanların anlattığı kadarıyla biliyordum. Ama tarifleri benimkilere benzemiyordu. Ne yapacağını bilemeyen, pişmanlık içinde yaşayan birini öldürmemin beni kötüler sınıfına sokacağını düşünmüyordum... (s.307)
Bu kadar kan akmasına gerek kalmazdı eğer birisi çıkıp benimle ölene kadar ilgileneceğini söyleseydi. Biri çıkıp da bana âşık olsaydı... (s.313)
Çok berbat bir adamdım. Bana güvenen birini öldürmek annemi öldürmeme benziyordu. Yapar mıydım anneme de aynısını, diye düşündüm. Yanıt veremedim. Simsiyahtı zihnim. İçeridekiler çoktan uykuya dalmıştı. Ya da böylesine zor bir soruya yanıt vermemek için uyuyor taklidi yapıyorlardı... (s.313)
Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın bana birini üzdüğümde söylediği o sözü.
“Kendini karşındakinin yerine koy.” Ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yani kendimi bulamadım ve beynimin bir parçası boşlukta uçuşan, hayata uzaktan bakan, sadece seyreden bir çift göze dönüştü. Bütün duyguları bilen ama hiçbirini hissetmeyen biri oldu. (s.321)
Sessizlik bazı insanlara çok ağır gelir. Dayanılmayacak kadar ağır. (s.329)
Unutmanın sahibine böylesi güven veren bir silah olduğunu tahmin edemezdim. Hatırlamıyordum on yedinci yaşımı.(s.341)
Sarhoşluk kadınlara çok zalim davranabiliyordu bazen. Hafızanın en karanlık odalarını aydınlatan bir
projektöre dönüşebiliyordu. (s.345)
Kim kimi duymuştu ki zaten, bugüne kadar? Kim kimin çığlığına koşmuştu ki? Komşularının hıçkırıklarını duymazdan gelen insanların kaderinde sessizce ağlamak vardı. Dünyada yardım istenecek kimse yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. (s.345)
Kimse uyandırmasın kimseyi. Herkes mutlu uyurken. En kötü kâbus bile iyidir hayatın kendisinden. (s.346)
“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” Yanılıyor hepsi de. İnsan, hiçbir şeyi değil, her şeyi bildiği için mutsuz. Ben her şeyi biliyorum. Ve bunlar, yürürken dengemi bozacak kadar ağır geliyor. Tek isteğim kurtulmak hepsinden, bütün bilgilerden, bütün düşüncelerden. (s.347)
Hazmetmekten bıktım. Şimdi kusup sızma zamanı...(s.347)
Hayatında ilk kez birine âşık olmuş, o da ruh hastası çıkmış her insan gibi hayal kırıklığı uçurumundan aşağıya yuvarlandı, akşama kadar sessizce... Benim de, ne onu mutlu edebilecek, ne de onun için üzülecek gücüm vardı. Beni ölümsüzlermişçesine seven ailemi terk ettikten sonra bile yüzlerini sadece iki defa rüyamda görmüştüm. Bu küçük kız mı hayat öpücüğü verecekti, olmayan vicdanıma? (s.356)
Keşke hep bu kadar mantıklı yollardan giderek çözseydim sorunlarımı, diye düşündüm. Belki de böyle olmazdım o zaman. Ama hayatım boyunca, belli bir mantık düzeyini de tutturmaya çalışmıştım, ta ki mantıklı yolların da mantıksızlık kavşağına varabildiklerini görene kadar...(s.374)
Neden insanlar yazdıklarını başkalarının da okumasını istiyordu? Neden yazdıklarını defalarca okuyup
kendilerini daha iyi keşfetmeye çalışmak yerine başkalarının kendilerini keşfetmelerini tercih ediyorlardı?
Neden Kinyas düşüncelerini öğrenmemi istemişti? (s.375)
Bir şekilde, bütün acıları gördüğümü, bütün hıçkırık cinslerini duyduğumu düşünüyordum. Sanki, dünyayı bacaklarının arasından çıkarmış bir kadın gibiydim. Her yerini ve her şeyini biliyordum, doğurduğu bebeğini tanıyan bir anne kadar... Her şeyi bildiğim için vasiyetimde tek bir cümle olacaktı: “Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!” (s.379)
Eğer hayatımda bir kadını sevmiş olsaydım, ona yollardım. Onun da beni sevmemesinin bende yarattığı deliliği görmesi için. İnsanî bir intikam duygusuyla. Ama hayır, hiçbir kadın gelmiyordu gözümün önüne. Hiçbir kadının ismi yazılmıyordu zihnimin ekranına...(s.391)
Benimle beraber yaptıklarından, hayatı boyunca yaşadıklarının hepsinden kurtulmak için yazdıklarını bana yollamış bir adama verilecek en zalim ceza olurdu... (s.392)
“Belki hayatımı kurtaramazsın. Ama ölümümü kurtarabilirsin...” (s.393)
“Sahip olduğun gücün ve güzelliğin farkına var! Sen sefalet içinde bir zenginlik yaşayacaksın. en zorudur. Dikkatli ol! Ve ailenle ilişkilerini, mümkün olduğunca mesafeli tut. Zamanında, seni satarak yemek yemeye çalışmış insanları evine sokmamaya özen göster. Birlikte olacağın erkeği, kendinden daha az paraya sahip olanların arasından seç. Belki, bu sana acımasız gelebilir ama sana saygı duymasını sağlayacaktır. Afrika’da para, gösteriş ve saygıyı satın alır. Medeniyet sadece alçak kaldırımlarla olmaz!”(s.394)
“Annem ile babamı bile hiçbir zaman çocukları gibi sevdiğimi sanmıyorum. Nedeni kötü olmam değil. Sadece, sevmek yok duygularımın arasında. Daha doğrusu, sahip olduğum hiçbir duygu kalıcı değil. Daha çok zevk, kızgınlık, iğrenme gibi anlık hisler oldu, bedenimi yönlendirenler. Ama hiçbiri üç günden fazla sürmedi. Belki de, hayat yeterince uzun değildir aşık olabilmek için. Belki bin yıl yaşayacağımı bilseydim, bir karakterim olur ve ona göre birilerini sever, geri kalanlardan nefret ederdim!” (s.398)
Dünyanın en eski mesleği fahişelikse, dünyanın en eski hayal kırıklığı da aşktı... Ben insanları seyrederek
büyümüştüm. Âşık olanlarla, ayrılanlarla, birbirlerinden nefret edenlerle ilgilenmiştim, derslerimden daha çok. Ve bir aralar, kendime kızdığımı da hatırlıyorum. Bir kadını sevemediğim için sinirimden ağladığım geceler de oldu. Ama bir türlü, başka bir insanın varlığını hayatımda vazgeçilmez kılamadım. (s.399)
Beni yaratana duyduğum acı nefret de bencilliğimdendi. “Ben böyleyim!” demek kadar korkunç bir söz yoktu. Ama ben hep öyle söylemiştim, karşımda yaptıklarımın, düşündüklerimin doğru olmadığını söyleyen ve beni seven insanlara. Ben böyleyim. Değişemeyeceğime inanmak o kadar kolaydı ki! Yokuş aşağı inmek kadar zevklisi yoktur. (s.401)
Her zaman için en çok sevdiğim söz, “Hiçbir şey için geç değildir!” cümlesi olmuştur. Bunu kendime
tekrarlayarak, kaçırdığımı tahmin ettiğim vagonların asla bitmeyeceğine inanmaya çalışırdım. Oysa, artık
rahatlıkla diyebilirim ki her şey için çok geç!(s.401)
Unutabilir miydim acaba içimdeki sesleri? Görmezden gelerek yaşayabilir miydim yıllarca, içimdeki Kayra’yı? Bir gece karımın yanından kalkıp, çocuklarımı uyandırmamak için sessizce koridordan geçip kaçar mıydım? (s.403)
Ben, toplumun bana öğütlediği gibi konuşabilecek, yürüyebilecek, para kazanabilecek bir insan olmadığımı anladım. Ben, bir insan olmadığımı anlayabildim... Başka bir tür vardı içimde. O türe boyun eğerek, dediklerini yaptım. Ve o türün ölümünün ancak gerçekleştireceğim şekilde olduğunu da biliyorum...(s.404)
Belki yeterince insanla karşılaşmadım, belki de tesadüfler tanrısı izin vermedi. Ama bana benzeyen biriyle tanışmadım. Çok istiyordum bir zamanlar, cümlelerimin sonunu getirecek bir erkek ya da kadın bulmayı. (s.404)
Hayatın anlamı. Merak edilir, sorulur her yerde. İşte söylüyorum! Hayat, ölene kadar hissedilen
zevklerden, çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. (s.421)
Dönüp bakıyordum geçmişime... Sadece iki renk hatırlıyordum. Kırmızı ve siyah. Kanın beynimi işgal ettiğine kanıt olan kırmızı gözlerim... Ve her cinayetimden sonra unutabilmek için karşımdaki devrilen adamı, başımı çevirdiğim siyah toprak... Kırmızı zevkin, siyah acının rengi. Ben ikisiyle de boyadım zihnimi... Bilmiyorum... Kimse bilmiyor. Ben ne yapıyorum?.. (s.421)
Ben hâlâ içinde siyah ve kırmızının hüküm sürdüğü adamdım... Kendimde duyduğum nefretin seviyesi ölçülse, elbet bir madalya olurdu boynumda. Sadece hâlâ nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı kendime
yakıştıramıyordum... Benim sorunum, hayatı kendime yakıştırmamam oldu. (s.421)
Öldürdüklerime hayat verdim. Kendi kendimi doğurdum. Artık gerçeği biliyorum. Bir yerlerde hayatın ve mutluluğun olduğunu, aşkın kol gezdiğini biliyorum. Ve hepsini bulacağım! Hayatım boyunca yokluğunu hissettiğim bütün insanlığımı, sevgiyi yaşayacağım. Bugüne kadar reddettiğim bütün hediyeleri kabul edeceğim.(s.424)
Değişemeyeceksin. Her gece birileri uyurken, sen gözlerin açık kâbuslar göreceksin. Öldürdüğün insanların yalvarışlarını, nefeslerinin kesilmesini duyacaksın. (s426)
Beni böylesine seven insanların kalpleriyle bu denli kolayca oynayabildiğim için kendi tırnaklarımı sökmeyi istedim. (s.435)
“Yorgun musun?” Bana sorulacak en yerinde soruydu. Evet, diye bağıran bir stadyum dolusu ses duydum içimde. Çok yorgundum. Herkesten çok. Yorgunluğum Tanrı kadardı. (s.438)
Dişlerimiz olduğu için ısırıyoruz.
Bu yüzden bu kadar vahşiyiz...
Gözlerimiz olduğu için hayran kalıyoruz.
Bu yüzden bu kadar âşığız... (s.445)
Öldürdüğüm insanları, seviştiğim kadınları düşünmüyordum. Onlar değildi beni korkutanlar. Daha çok,
okyanusun ritmik sesi ve toprağın kokusu tehdit ediyordu aklımı. Onlardan uzak olmak istiyordum.
Hiçbir gününden pişman değildim yolculuğumun. Ama döndüğüm için pişman olmaktan korkuyordum.
Sürekli bir mücadele vardı zihnimde. (s.459)
Ben... Onu seviyordum. Yaptığım iş buydu... “Bir insanın derisinin yıllar sonra aynı kokması mümkün değil” diyenlere, Efla’yı kaldırıp gösterebilirdim. Sadece kıyafetleri değişmişti. Saçları bile aynıydı. (s.484)
Sadece, insanın kendine acı çektirmesi, başkalarının ona çektirmesinden biraz daha iyi bir duygu
veriyordu. (s.488)
Ben kimseden hoşlanmazdım. Ya âşık olurdum ya da nefret ederdim eskiden, ama şimdi bu orta şekerli lafları da öğreniyordum yavaş yavaş. Hayat, mütevazı duyguların mütevazı sıfatlarda anlatılmasından ibaretti. Sözünü kesmem gerekiyordu. (s.491)
Sevgilim galiba gizli bir lezbiyendi ve kız kardeşimden hoşlanıyordu. (s. 493)
Ölüp dirilmek istiyorum. Defalarca. Normal bir hayatı tutturana kadar! (s.502)
Altı milyarlık bir seks ve şiddet bahçesi. Altı milyarlık bir gaz odası... Gerçekçi olalım! İyi bir gösteriyiz bizi seyredene. Onun için ölüp ölüp doğuyoruz. Gösteri devam etsin diye! (s.507)
İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır.(s.512)
“Salih, sana bir hikâye anlatacağım. Nefreti çok erken yaşta öğrenmiş bir insanın hikâyesi. Dengesini kaybetmiş birinin hikâyesi. Benim hikâyem...” (s.514)
Biliyordum içimde ölmemiş bir insan olduğunu. Ölmeden gömülmüş bir insan olduğumu. Ve çürümüş yerlerimi, sağdan soldan topladığım etlerle yamıyordum. (s.520)
İnsanlara ihtiyacım olduğuna inanmaya başlamıştım. Ve normalliğime giden yolda dev bir adımdı. Başkaları olmadan yaşanmayacağını düşünmek, insanın toplumsal bir hayvan olduğuna emin olmak
büyük bir başarıydı benim için... (s.520)
Çelişkiler, insanı yavaşlatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ve çevremde beni dizginleyecek, mutluluğumu yavaşlatacak hiçbir şey istemiyordum... (s.530)
Utanç vericiydi. Birinin beni, hayatımı mahvetmeme ikna edebilmiş olması korkunçtu! Ve o an içimde bir kızgınlık doğdu. (s.530)
Kayra'ya bütün yazdıklarımı yollamaya karar verdim. İki nedenden dolayı... Birincisi, bana ne büyük gözyaşları döktürdüğünü görüp suçluluk duyması. İkincisiyse seçtiği yolun bir çıkmaz sokak olduğunu anlayıp hayata dönmesi gerektiğini anlaması...(s.530)
Zihin yolculuğumun son aşamasındaydım. Dünyanın en güzel sanat eserini yaratıp on dakika seyrettikten sonra yakan bir ressam gibi ben de keşfettiğim düşünce cennetimi tasfiye ediyordum. (s.15)
Düşündüklerimin tam tersini yapmakta ve söylemekte gerçek bir usta olduğumu kendime tekrar kanıtladım. Zaten acıya ve yalana ne kadar dayanabileceğimi hep merak etmişimdir. Aslında sadece birkaç yıl merak ettim çünkü bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğini söylemişti. (s.16)
Nedenini bugün bile anlayamadığım bir değişim içindeydim. (s.16)
Bir saate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği bir sesin yanında içimde yankılanan ve kimsenin varlığından bile haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabilirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan kapıyı böylece keşfettim. (s.18)
Farklı olmak için mi farklıydım, yoksa öyle mi doğmuştum –ki konuyu genlerin Tanrı olduğuna inanan biyokimyagerlere bırakıyorum– bilmiyorum; ancak emin olduğum nokta tanıştığım kişilerle aynı durumlar karşısında aynı duyguları hissetmiyor oluşumdu. (s.19)
On beş yaşımdaydım ve her şeyi yapabileceğime inanıyordum. Hayallerimin bana bir ömür boyu yetebileceğini ve bu arada bedenimin ağzımdan çıkan sözlerin etrafında bir kalkan oluşturarak zarar görmemi engelleyeceğini düşünüyordum. Sadece, gittikçe tehlikeli hale gelen bir oyun oynuyordum. Ama ben oyunları hep ciddiye aldım. Sahte ilişkiler ve dünya üzerindeki her kavramı içme arzusu hayatımın on beşinci yılında başımı döndürmeye yetiyordu... (s.20)
Hafızamın bugüne kadar sırtında taşıyıp getirdiği görüntülerin en eskisi ve paslanmışı yedi yaşıma dayanır. Bir çocuk suratı hatırlıyorum. Gözlerinin rengini çözemediğim, gülerken hiç görmediğim bir çocuk. (s.20)
ben, bir insandan çok bir resimli roman kahramanıydım. O ise daha çok güzel bir resimdi. Gerçekten de birbirimize hiç benzemiyorduk. (s.22)
Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim.(s.23)
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. (23)
Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. (s.24)
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... (24)
Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delirdim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. (s.25)
Uykum geldi... “Umarım sabaha ölmüş olurum” diye kapattım gözlerimi. (s.33)
Hiçbir şeyden emin değilim. Emin olmanın gerektiğine de inanmıyorum. Dünya üzerinde yaşayan herhangi bir canlıdan zerre kadar farkı olmayan insanoğlunun bu gereksiz çabasını da anlamıyorum. Her şeyi biliyorum ama kendimi tanıyamıyorum. (s.34)
Evet. Belki de varlıklarından şüphe ettiğim bütün duygular içimde ama onları uyandıracakolanlar ortada yok. Belki ben de normal bir insanım ama ilgilendiklerim ne bu dünya üzerinde, ne de bu yüzyılda. Beni korkutabilecek kadar korkunç bir insan yok, bir olay yok. (s.35)
Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. (s.36)
Kayra, bir gün bana “Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun” demişti. “Ve en büyük acının kendininkinin olduğunu düşünüyorsun. Dünyadan haber olmayan bütün geri zekâlılar gibi. Ölmesine çeyrek kalmış, herkesi yaşadığına pişman etmeye çalışan, sağlıklı oldukları için suçluluk duymalarını isteyen hastalıklı, yaşlı bir kadın gibisin.” (s.36)
“İnsanlar...” dedim fısıldayarak. “Taşırlar insanları. Kundaktayken, tabuttayken. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan, bazıları da içinde bulundukları sistem bir gün onlara da taşınma sırasının geleceğini söylediği için, taşırlar insanı...” (s.37)
Ben hayata değil, ama ölüme inandım. “Hayat yok ama ölüm var!” dedim kendime. Ve boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve elimden geldiğince hayatla sevişmemi uzatmaya çalışıyorum. Tek kurtuluşum bu. (s.40)
Beynimdeki tek soru, gözlerimi açtığımdan beri “Neden böyle bir yaratık haline geldim?” sorusuydu. Zaten hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. Tercihlerimiz sorularımızdan gelir.. (s.44)
Şimdi de, yanımda yatan güzel kalçalı kadının misafiriyim. O kadar derinden uyuyor ki, uyandırırsam ölür, diye düşünüyorum. Afrika’nın bütün kadınları gibi o da çok yorgun. Çalışmaktan, yürümekten, sevişmekten... (s.48)
Unutuyoruz. Hissetmiyoruz. İstemiyoruz. Yaptıklarımız, daha çok eski alışkanlıklar.
Konuşmalarımız, elli kelimelik bir bulmaca. Çok fazla tanıdık hayatı. Şimdi kusma zamanı! Ama her tükürdüğümüz pislik, yanında bizden bir parça da götürüyor..(s.49)
Kimse bana tecavüz etmedi dokuz yaşımdayken. Kendiliğinden geldi acılarım. Yerleştiler içime. Sonra alıştım ve kabullendim. Sanki dünyada başka türlü bir hayat yaşanamazmış gibi... Ben ki saplantılardan nefret ederdim, kendim taşlaşmış bir pislik haline geldim. Aynı kıyafetleri giyen, aynı müziği dinleyen, aynı şeyleri düşünen... (s.52)
Kendimi dinlemeye bu kadar alışmışken, bir de onun ağzından dökülen, yarısı beyninde kalmış karmaşık cümlelerini çözemem. (s.52)
En azılı paranoyaklarla yarışabilecek kadar kendimi kışkırttığım günlerin birinde, cehennemde dünya üzerinde üzülmelerini istemediğim iki insan olan anne ve babamın yaptığım bütün pislikleri dev bir ekrandan seyredebileceklerini hayal ettim. Tabiî ben de yanlarında. Bakışlarının tonlar çeken ağırlığının altında bir böcek gibi ezilmek için. Ve kalpleri ile beyinlerinin arasından çıkan, benden istedikleri halde nefret edememelerinin sesi kemiğin etten ayrılma sesi. Kasaplarda duyulanlardan... (s.53)
Şimdilik hayattayım. Korkmaya gerek yok! Günahlarınızı ben unuturum. Siz işlemeye devam edin... (s.54)
Aslında birbirini az tanıyan iki insanın arasındaki nefret ilk defa tanık olduğum bir durum değildi. Bazen tesadüfler böyle gerektirir. Cümlelerin hepsi duyulmaz. Her şey yanlış anlaşılır ve çözülmesi çok zor bir nefret iki adamın arasına gelir ve oturur... (s.58)
Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar ince tırnakları yok. Bense çoktan vazgeçtim tırnaklarımı uzatmaktan. Kendimi bilmeyi bıraktım. Ölümü bilmek ve anlayabilmek bile daha kolay. Yanıtı olmayan bir soru olarak geldim dünyaya. Ve sorusu olmayan bir yanıt gibi de gidiyorum. (s.68)
Birileri pişman olmalı beni hayal ettiğine. (s.68)
Yürümüyor, uçuyordum. Konuşmuyor, düşünüyordum. Dokunmuyor, hissediyordum. Görmüyor ama biliyordum. (s.90)
Bilemezlerdi benim geleceğimi. Onlar bir çocuk istediler ama ben geldim! Dünyaya en az değeri veren insan. Onlar normal bir çocuk istediler, eğitim görüp, meslek sahibi olacak, gururlanacakları. Ama ben geldim. Bilemezlerdi bir canavarı büyüttüklerini. Annem bilemezdi dünyanın sonunu doğurduğunu... (s.103)
Bir zamanlar benim de dostlarım vardı. Gerçek dostlar. Ağızlarından çıkacak olanları merak ettiğim dostlar... Sonra anlayamayacakları kadar kötü oldum yanlarında. Daha doğrusu, kontrolüm altında giden ilişkilerimizin bazı anlarında. Dostlarımın yarısı korktu, yarısı da iğrendi. Acıyanlar da vardı birkaç tane ama onların dürüst olduklarını düşünmüyorum, çünkü olsalardı beni çözmeye çalışarak, sahip olduğumu varsaydığım sorunlarımı anlamak için çabalarlardı. Aslında acıdıklarını söyleyenler de iğrenenlere dahildi. Sonuçta teker teker yok oldular. Adresler, telefon numaraları yok oldu. (s.108)
İnsan, insan olmaya geliyor dünyaya. Kesinlikle bir tercihi yok. Hiçbir şeyi seçemeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni... (s.109)
Dünyayı versem Tanrı’ya, damlasını vermez bana mutluluğun. (s.110)
Artık kimse bilmiyor beni. İzlemiyor yaptıklarımı. Hiçbir tanrının ilgi alanına girmiyorum. İlginç değilim hiçbir güç için. Kurtuluşu olmayan bir ruh gibi. Freni patlamış bir kamyon gibi! Hiç ilginç değil. Yapacak bir şey yok önümden çekilmek dışında. Yokuş bitene kadar. Büyük çarpışmaya kadar. Hızlandıkça ağırlaşan bir kamyon. Bu yüzden dostsuz kaldım. Daha fazla ezmemek için ruhlarını, sevebileceklerimin... (s.111)
Dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa, komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. Ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir! (s.115)
İnanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum! Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çektiği için duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekâsının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz’in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de bir başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağara girişinin örümcek ağıyla kapatılması.(s.115)
İnanırsam bir gün boyun eğerim iyiliğe. Ama matbaadan çıkmış bir kitaba inanmamı beklemek, zekâmla alay etmek dışında benden insanın kötülüğünü de unutmamı beklemek olur. Tanıdığım o iğrenç türü de unutursam bir gün, inanırım elbet yazılanların hepsine..(s.116)
Hiçbir şeyi hak etmediğimi düşünmek uçurum gibi bir aşağılık kompleksi mi? Bilmiyorum.. (s.119)
Her aldığım nefes boğazımı yakıyor... Ben çok zor yaşıyorum. Doğumumdan beri ölüm döşeğindeymişim gibi yaşıyorum... Onun için bir restoranda oturunca masayı kendime doğru çekiyorum, sandalyemi oynatmadan. Çünkü hasta olan benim. Her şey bana göre düzenlenmeli. Ben gitmem. Onlar gelsin! Zaten kimse kimseyi çağırmıyor. Kimse kimseyi kovmuyor... Beynimdeki düşünce tarlasında zıplayarak gezdiğim için pek bir anlamı yok yazdıklarımın...Yalnızlık moda olsun, renklerini ben seçeyim! (s.120)
Belki de yardım istemeliydim bir terapistten. Ruhumu iyileştirecek birinden. Bir bilim adamından. Ne kadar komik olurdu bürosundan kendimi iyi hissederek çıksaydım. Bana verdiği tavsiyelere inanıp uygulamaya çalışsaydım ne kolay olurdu. Bana bir hastalık ismi verip reçete yazsaydı. “Manic depression!” deseydi. Ben, “Hendrix’in bir şarkısı o!” deseydim. Sonra da sekreterin vizite ücretlerini koyduğu masasının çekmecesinden paraları alıp kaçsaydım, sekreter güzelse dudaklarından öpüp... (s.120)
Beni bu dünyada gerçekten seven iki insanı da görmüyorum yıllardır. Konuşmuyorum, mektup yazmıyorum. Fotoğraflarıma bakıyorlar mıdır? Peki ya sesi mi? Hatırlıyorlar mıdır?.. (s.127)
Keşke doğmasaydım... Sadece kötülük ve acı yaydım etrafıma. Bazen hiç tanımadığım insanların, kendiminkini tehlikeye atarak hayatlarını kurtardım. Ama bu kutsal görünen işi bile yapmamı sağlayan tek bir şey vardı. Ne hayatını kurtardığım insanın canına verdiğim değer, ne de bir kahraman olma isteği. Sadece kendi hayatıma değer vermediğim ve çok sıkılıyor olduğum içindi. Benim gözümde eski bir dost farksızdı dünyanın en vahşi canisinden!.. Nasıl herkesi öldürebilirsem, yine herkesin de hayatını kurtarabilirdim canımın pahasına... (s.127)
Belki âşık olmadım hiçbir zaman ve kimseyi sevmedim, ama sonsuz kez seviştim kadınlarla... (s.128)
Ne ölüm, ne de hayat! Hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım... Bütün hayat bir ilüzyon. Benim gibi, Kayra gibi... (s.136)
Yıllar önce ortaya atılmış bir fikir etrafında toplanan, büyük sapkınlıklar içinde birbirleriyle ilişkiler kuran dünya üzerindeki değişik terör örgütlerinden hep nefret ettim. Ve savundukları ne olursa olsun attıkları sloganlarından daima iğrendim. Kalabalık bir terör örgütünü herhangi bir bürokratik düzenden ayırmanın anlamı yok. Hiyerarşi zaten doğada da var. Bir de insanların hayatına sokmaya ne gerek var?(s.140)
Hesabın da, dikişin de tutmadığı bir hayat bu, diye düşünürdüm. Bilmediğim o kadar çok şey vardı ki o zamanlar. Hepsine bokluk deyip geçiyordum. Çözemediğim, beş duyumla algılayamadığım bir şey. Bir bokluk var bu hayatta! Ve söylerken o kadar farkındaydım ki, o bokluğu hiçbir zaman çözemeyeceğimin. O kadar uzaktım ki ne olduğunu anlamaktan. Tanımlayamadığım ama hayatımı çökerten her şeydi bokluk. Bir bokluk var! Ama ne?. (s.142)
İçimde büyük bir nefret var. Herkese yetecek kadar. Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkartacak kadar. Herkesi öldürecek kadar. Dünyanın havasını indirecek kadar! Bunları yazacak kadar... Nereye kadar? Ölene kadar!.. (s.143)
Yıllar önce, okuduğum kitaplardaki, seyrettiğim filmlerdeki yalnız insanlara özenirdim hep. Yalnızlara. Konuşacak kimsesi olmayanlara. Sonra hayat beni buralara getirdi. Tabiî ayaklarımın azımsanamayacak yardımıyla. (s.145)
Yalnızlık kurşun geçirmez. Dostluk, aşk, aile geçirmez. Hiçbir şey geçirmez. Dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz.. Ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. Vücudumun neresinde? Sonra karar veririm. Ruhum, bedenimin bittiği yere kadar.. (s.146)
Nefreti o kadar büyüktü ki, onu görüyor ve duyuyordum. “Yarışalım!” diyordum içimden. “Kim daha çok nefret edecek Kayra’dan! Haydi! Kim daha çok isteyecek Kayra’nın ölmesini?..”(s.152)
“Cehennem” dedim. “Marquis de Sade’ın acıyı övdüğü gün bitti!” (s.154)
“Ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmamak istediğini düşün!” (s.155)
“Hayat. Hayat sensin! O kadar. Büyütülecek bir şey değil.” (s.157)
Doğru diye bir şey var mı? Dünya bir karambol ve kimseye çarpmadan yürümeye çalışmaktansa kollarımı daha da açarak herkesi devirmeyi tercih ediyorum... Delilik bulaşır. Emperyalisttir! Belki bir sanatçı gibi eserlerim yok. Beni yaşatacak kütüphaneler, müzeler yok ama çarptıklarımın hafızaları var! (s.162)
Üçüncü Dünya ülkelerinde rütbe yoktur. Tanrı ve kulları vardır! (s.166)
İnsandan ve bütün canlılardan iğreniyorum. Kendimdense nefret etmekten yoruldum ve bu konuda hiçbir şey hissetmiyorum. (s. 168)
Önce bilgiyle sonra düşünmeyle gelen, insanın kendini üstün görmesi, diğer bütün konuşan yaratıkları ilk bakışta yargılaması belli bir yaşa kadar devam eder. Sonra bir gün fark edilir hiçbir canlının anlaşılabilecek kadar basit olmadığı. İçine kapanık bir çocuğun sınıf arkadaşlarını pompalı tüfekle katlettiğini okursun gazetede. Orta yaşlardaki başarılı mühendisin bir çocuk gibi evinden, ailesinden kaçtığına tanık olursun. Yargılar isabetsiz hale gelir. Çözdüğünü ya da uyanışından yatağına dönüşüne kadar bir gün boyunca neler yaptığını tahmin ettiğini sandığın insanları aslında ne kadar az tanıdığını fark edersin. Ve yıllarca sadece kendini çift hatta daha fazla sayıda hayat sahibi gördüğünden, şaşırırsın bir benzerini başkalarının da yapabilmesine. Hatta senden yüz kitap daha cahillerin aklından geçenleri okuyamadığın için utanırsın kendinden.
Oysa onlara benzememek için hiçbir iş yapmamış, hiçbir inanca ve amaca sahip olmamışsındır. Sadece gözlem ve eleştiri vardır hayatında. Ama on sekiz yaşına kadar son derece normal, başarılı, popüler bir çocukluk geçirerek gelmiş bir gencin kendini asmasına tanık olunca, bir yudum bile yükselememiş olduğunu anlarsın. (s.178-179)
“Seni anlıyorum” demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğinin kokusunu, anormalliğinin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir. (s.179)
Kim bilir belki ben de anlarım kendimi. Anlayabilirim varlığımı. Ya da hepsinden vazgeçtim. Belki bir gün, ben de anlayabilirim suyu, ateşi, toprağı, havayı... Yanlış anlaşılmasın! Ders almak değildir anlamak. Tecrübe asla! Kıyasla da varılmaz bu noktaya. Sadece anladığının farkında olmaktır gereken. (s.179)
Uyuyor. Çırılçıplak. Omzundaki dövmeyi okşuyorum, yara izleriyle dolu parmaklarımla. Ona aşık değilim. Hediye ettiği ölüme aşığım... (s.184)
Özgürleşme adına, “Koyun gibi olma!” sloganları atarlar. “Sürüden ayrıl! Gel bizimkine katıl!” Ama bizde bir de, her koyun kendi bacağından asılıyor. Tek medenî tarafımız da bu... (s.187)
Sen, cehennemin üzerine kurulduğu arsanın hissedarı olacak kadar kötüsün. Şeytan bu yüzden göz yumuyor yaptıklarına ve seni hayatta tutmaya çalışıyor, bütün oynadığın ölüm oyunlarına rağmen. Ölüp de onun yerine göz koymaman için!” (s.188)
Sakat doğmuş bir bebeğin yanına sadece onu beslemek için giden anne babalar gibi. Çamurdan yarattığı
insanoğlunun içinde birinin hâlâ çamur olarak kaldığını görmek korkutuyordu yukarıdakileri. Çamur kadar şekilsiz, yararsız, pis bir yaratık istemiyorlardı ayak altında. Ne de olsa cennet de, cehennem de insanlar içindi. Hâlâ çamur olanlar için değil! Ne Tanrı, ne de şeytan. İkisi de kirletmek istemiyordu elini, beni hükümdarlıklarına sokarak. Belki çözüm olarak, soğumamış çamurumdan birkaç insan yaratıp geri yollamayı düşünüyorlardı. Belki de suyla karıştırıp yok etmeyi. Hakkımda konuştuklarını duyar gibiyim. Tartıştıklarını. Benimle ne yapacaklarını bilemedikleri için sinirlendiklerini. (s.189)
Yerim orası. Şeytan ile Tanrı’nın tam ortasında! Ne yakın, ne uzak. İyilik ile kötülüğün kesiştiği bir nokta yoktur. Yan yana dururlar birbirlerine dokunmadan. Ve dokunmadıkları yerde ben varım. Ne iyiyim, ne kötü. Ne kutsalım, ne şeytanî. İkisine de değmeden oturuyorum. Onlar yokmuş gibi yaşıyorum. (s.189)
Medeniyetten daha kötü bir şey varsa, o da medenî olmaya çalışan bir medeniyetsizlik. (s.206)
Herkes kalp krizi geçirir, benimkisi tıp tarihine geçecek. Beyin krizi! (s.216)
Onu düşünmemin nedeni benimle konuşmamasıydı. Benimle konuşmuyor ya da düşündüklerinin çok azını anlatıyordu. Ben inanamıyordum, bir zamanlar zihnini gerçekten en üst noktasına ulaştırabilmiş olmasına. İnanamıyordum kendini dünyanın en gerçek felsefecisi olarak hissetmesine. İnanmıyordum Kayra’ya ve yalanlarına. Ben sadece kendime inanıyordum. İçimde ağlayan, gülen adamlara. (s.240)
Yatağa uzandım. İlk defa zor uyumak. Gerçekten zor. Benim vicdanım hiç olmadı ki! Ne sızlıyor böyle içimde? Ne engelliyor kendimden geçmemi? Bazıları kolsuz doğar. Ben vicdansız gelmişim dünyaya. Vicdansızım. (s.247)
Sorarlarsa, “Ne iş yaptın bu dünyada?”diye, rahatça verebilirim yanıtını:
“Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...” (s.250)
Sanma ki öldürülmekten korkuyorum. Sadece uykum var. O kadar. Ne beyazlar yok oldu. Ne zenciler
hüküm sürdü. Hiçbir şey değişmedi. Çok inanmıştım tek bir insanın dünyayıaltüst edebileceğine. Çok inanmıştım kendime, Allah’a. Ama olmadı. (s.264)
İnsanın en büyük hatası kendini seyretmemesidir. O kadar çok ilgilenir ki dekorla! Tanıyamaz bir türlü başaktörü. Sadece gözleriyle yolculuk edebilen bir insanın kendine tapması kaçınılmazdır. Sadece fark edebilsin yeter. Gerisi gelir. (s.266)
Tabiî bilmiyorlardı sayısını unuttuğum kadar insanın hayatını mahvettiğimi. Bilmiyorlardı annemi, babamı kahrettiğimi. Bunlar bir yerlerde suç olmalı! Bir yerlerde insanları hapse atıyor olmalılar, başkalarını öldüresiye üzdükleri, derin mutsuzluklara ittikleri için. Belki cinayetlerin değil ama intiharların azmettiricileri oldukları için cezalandırılması gerekir birilerinin. Ama daha keşfedilmediği için, bunu yapmış olanları saptayacak bir makine, kandaki alkole benzemediği için kötülük, bıraktılar beni de. Bilemezlerdi ismimin Kayra ve beni hayatta tutanın ölüm olduğunu...(s.271)
İnsanın karmaşıklığa, sırlara, yalanlara olan bağlılığı, basitlikten vebadan kaçar gibi uzaklaşması son derece anlamsız geliyordu bana. Hayatlarını zorlaştırmak isteyenlerin bu çabalarına verdikleri isimse entrikaydı. (s.273)
Birkaç ay önce kendimi böylesine bir otel odasında bulsaydım, kesinlikle resepsiyona telefon açıp yatağımı kadınlarla doldurmalarını söylerdim... Ama istemiyordum. Hiçbir kadına dokunmak istemiyordum. Ben farkında olmadan yaklaşan zihinsel ölümümün habercilerinden bir tanesiydi bu. Sessiz adımlarla yaklaşan hiçliğin emirlerinden biri. “Kadınlarla yatmaktan vazgeç!..” (s.275)
Doğruları, prensipleri olan insanları hep sevdim. Onlara imrendim. Eğer kendime bu kadar kolay yalan söyleyemiyor olsaydım ben de onlar gibi olurdum. Ama her sabah edindiğim bir doğruyu on iki saat sonra, gecesinde yerle bir ettiğim için ve üstelik bunu yapmama da son derece mantıklı, inandırıcı bahaneler bulabildiğim için sadece stili olan bir adam oldum ben. (s.303)
“Anlamıyorsun beni. Her şey çok farklı olabilirdi eğer sen dürüst olsaydın. Bana baktığında beni gördüğünü bile sanmıyorum.” (s.305)
“Ben seni sevebilecek tek kadınım dünyada. Seni sevebilecek tek kadın! Tabiî anneni saymazsan!” (s.305)
Kendi ölümünü yeterli görmeyip başka birilerinin de yanında gelmesini isteyen, yalnızlıktan sıkılacağını
düşünen bu adamlar bana çok ilginç gelmişlerdi. Gördüğüm en gösterişli intihar tarzıydı. (s.306)
İyi ile kötüyü insanların anlattığı kadarıyla biliyordum. Ama tarifleri benimkilere benzemiyordu. Ne yapacağını bilemeyen, pişmanlık içinde yaşayan birini öldürmemin beni kötüler sınıfına sokacağını düşünmüyordum... (s.307)
Bu kadar kan akmasına gerek kalmazdı eğer birisi çıkıp benimle ölene kadar ilgileneceğini söyleseydi. Biri çıkıp da bana âşık olsaydı... (s.313)
Çok berbat bir adamdım. Bana güvenen birini öldürmek annemi öldürmeme benziyordu. Yapar mıydım anneme de aynısını, diye düşündüm. Yanıt veremedim. Simsiyahtı zihnim. İçeridekiler çoktan uykuya dalmıştı. Ya da böylesine zor bir soruya yanıt vermemek için uyuyor taklidi yapıyorlardı... (s.313)
Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın bana birini üzdüğümde söylediği o sözü.
“Kendini karşındakinin yerine koy.” Ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yani kendimi bulamadım ve beynimin bir parçası boşlukta uçuşan, hayata uzaktan bakan, sadece seyreden bir çift göze dönüştü. Bütün duyguları bilen ama hiçbirini hissetmeyen biri oldu. (s.321)
Sessizlik bazı insanlara çok ağır gelir. Dayanılmayacak kadar ağır. (s.329)
Unutmanın sahibine böylesi güven veren bir silah olduğunu tahmin edemezdim. Hatırlamıyordum on yedinci yaşımı.(s.341)
Sarhoşluk kadınlara çok zalim davranabiliyordu bazen. Hafızanın en karanlık odalarını aydınlatan bir
projektöre dönüşebiliyordu. (s.345)
Kim kimi duymuştu ki zaten, bugüne kadar? Kim kimin çığlığına koşmuştu ki? Komşularının hıçkırıklarını duymazdan gelen insanların kaderinde sessizce ağlamak vardı. Dünyada yardım istenecek kimse yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. (s.345)
Kimse uyandırmasın kimseyi. Herkes mutlu uyurken. En kötü kâbus bile iyidir hayatın kendisinden. (s.346)
“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” Yanılıyor hepsi de. İnsan, hiçbir şeyi değil, her şeyi bildiği için mutsuz. Ben her şeyi biliyorum. Ve bunlar, yürürken dengemi bozacak kadar ağır geliyor. Tek isteğim kurtulmak hepsinden, bütün bilgilerden, bütün düşüncelerden. (s.347)
Hazmetmekten bıktım. Şimdi kusup sızma zamanı...(s.347)
Hayatında ilk kez birine âşık olmuş, o da ruh hastası çıkmış her insan gibi hayal kırıklığı uçurumundan aşağıya yuvarlandı, akşama kadar sessizce... Benim de, ne onu mutlu edebilecek, ne de onun için üzülecek gücüm vardı. Beni ölümsüzlermişçesine seven ailemi terk ettikten sonra bile yüzlerini sadece iki defa rüyamda görmüştüm. Bu küçük kız mı hayat öpücüğü verecekti, olmayan vicdanıma? (s.356)
Keşke hep bu kadar mantıklı yollardan giderek çözseydim sorunlarımı, diye düşündüm. Belki de böyle olmazdım o zaman. Ama hayatım boyunca, belli bir mantık düzeyini de tutturmaya çalışmıştım, ta ki mantıklı yolların da mantıksızlık kavşağına varabildiklerini görene kadar...(s.374)
Neden insanlar yazdıklarını başkalarının da okumasını istiyordu? Neden yazdıklarını defalarca okuyup
kendilerini daha iyi keşfetmeye çalışmak yerine başkalarının kendilerini keşfetmelerini tercih ediyorlardı?
Neden Kinyas düşüncelerini öğrenmemi istemişti? (s.375)
Bir şekilde, bütün acıları gördüğümü, bütün hıçkırık cinslerini duyduğumu düşünüyordum. Sanki, dünyayı bacaklarının arasından çıkarmış bir kadın gibiydim. Her yerini ve her şeyini biliyordum, doğurduğu bebeğini tanıyan bir anne kadar... Her şeyi bildiğim için vasiyetimde tek bir cümle olacaktı: “Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!” (s.379)
Eğer hayatımda bir kadını sevmiş olsaydım, ona yollardım. Onun da beni sevmemesinin bende yarattığı deliliği görmesi için. İnsanî bir intikam duygusuyla. Ama hayır, hiçbir kadın gelmiyordu gözümün önüne. Hiçbir kadının ismi yazılmıyordu zihnimin ekranına...(s.391)
Benimle beraber yaptıklarından, hayatı boyunca yaşadıklarının hepsinden kurtulmak için yazdıklarını bana yollamış bir adama verilecek en zalim ceza olurdu... (s.392)
“Belki hayatımı kurtaramazsın. Ama ölümümü kurtarabilirsin...” (s.393)
“Sahip olduğun gücün ve güzelliğin farkına var! Sen sefalet içinde bir zenginlik yaşayacaksın. en zorudur. Dikkatli ol! Ve ailenle ilişkilerini, mümkün olduğunca mesafeli tut. Zamanında, seni satarak yemek yemeye çalışmış insanları evine sokmamaya özen göster. Birlikte olacağın erkeği, kendinden daha az paraya sahip olanların arasından seç. Belki, bu sana acımasız gelebilir ama sana saygı duymasını sağlayacaktır. Afrika’da para, gösteriş ve saygıyı satın alır. Medeniyet sadece alçak kaldırımlarla olmaz!”(s.394)
“Annem ile babamı bile hiçbir zaman çocukları gibi sevdiğimi sanmıyorum. Nedeni kötü olmam değil. Sadece, sevmek yok duygularımın arasında. Daha doğrusu, sahip olduğum hiçbir duygu kalıcı değil. Daha çok zevk, kızgınlık, iğrenme gibi anlık hisler oldu, bedenimi yönlendirenler. Ama hiçbiri üç günden fazla sürmedi. Belki de, hayat yeterince uzun değildir aşık olabilmek için. Belki bin yıl yaşayacağımı bilseydim, bir karakterim olur ve ona göre birilerini sever, geri kalanlardan nefret ederdim!” (s.398)
Dünyanın en eski mesleği fahişelikse, dünyanın en eski hayal kırıklığı da aşktı... Ben insanları seyrederek
büyümüştüm. Âşık olanlarla, ayrılanlarla, birbirlerinden nefret edenlerle ilgilenmiştim, derslerimden daha çok. Ve bir aralar, kendime kızdığımı da hatırlıyorum. Bir kadını sevemediğim için sinirimden ağladığım geceler de oldu. Ama bir türlü, başka bir insanın varlığını hayatımda vazgeçilmez kılamadım. (s.399)
Beni yaratana duyduğum acı nefret de bencilliğimdendi. “Ben böyleyim!” demek kadar korkunç bir söz yoktu. Ama ben hep öyle söylemiştim, karşımda yaptıklarımın, düşündüklerimin doğru olmadığını söyleyen ve beni seven insanlara. Ben böyleyim. Değişemeyeceğime inanmak o kadar kolaydı ki! Yokuş aşağı inmek kadar zevklisi yoktur. (s.401)
Her zaman için en çok sevdiğim söz, “Hiçbir şey için geç değildir!” cümlesi olmuştur. Bunu kendime
tekrarlayarak, kaçırdığımı tahmin ettiğim vagonların asla bitmeyeceğine inanmaya çalışırdım. Oysa, artık
rahatlıkla diyebilirim ki her şey için çok geç!(s.401)
Unutabilir miydim acaba içimdeki sesleri? Görmezden gelerek yaşayabilir miydim yıllarca, içimdeki Kayra’yı? Bir gece karımın yanından kalkıp, çocuklarımı uyandırmamak için sessizce koridordan geçip kaçar mıydım? (s.403)
Ben, toplumun bana öğütlediği gibi konuşabilecek, yürüyebilecek, para kazanabilecek bir insan olmadığımı anladım. Ben, bir insan olmadığımı anlayabildim... Başka bir tür vardı içimde. O türe boyun eğerek, dediklerini yaptım. Ve o türün ölümünün ancak gerçekleştireceğim şekilde olduğunu da biliyorum...(s.404)
Belki yeterince insanla karşılaşmadım, belki de tesadüfler tanrısı izin vermedi. Ama bana benzeyen biriyle tanışmadım. Çok istiyordum bir zamanlar, cümlelerimin sonunu getirecek bir erkek ya da kadın bulmayı. (s.404)
Hayatın anlamı. Merak edilir, sorulur her yerde. İşte söylüyorum! Hayat, ölene kadar hissedilen
zevklerden, çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. (s.421)
Dönüp bakıyordum geçmişime... Sadece iki renk hatırlıyordum. Kırmızı ve siyah. Kanın beynimi işgal ettiğine kanıt olan kırmızı gözlerim... Ve her cinayetimden sonra unutabilmek için karşımdaki devrilen adamı, başımı çevirdiğim siyah toprak... Kırmızı zevkin, siyah acının rengi. Ben ikisiyle de boyadım zihnimi... Bilmiyorum... Kimse bilmiyor. Ben ne yapıyorum?.. (s.421)
Ben hâlâ içinde siyah ve kırmızının hüküm sürdüğü adamdım... Kendimde duyduğum nefretin seviyesi ölçülse, elbet bir madalya olurdu boynumda. Sadece hâlâ nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı kendime
yakıştıramıyordum... Benim sorunum, hayatı kendime yakıştırmamam oldu. (s.421)
Öldürdüklerime hayat verdim. Kendi kendimi doğurdum. Artık gerçeği biliyorum. Bir yerlerde hayatın ve mutluluğun olduğunu, aşkın kol gezdiğini biliyorum. Ve hepsini bulacağım! Hayatım boyunca yokluğunu hissettiğim bütün insanlığımı, sevgiyi yaşayacağım. Bugüne kadar reddettiğim bütün hediyeleri kabul edeceğim.(s.424)
Değişemeyeceksin. Her gece birileri uyurken, sen gözlerin açık kâbuslar göreceksin. Öldürdüğün insanların yalvarışlarını, nefeslerinin kesilmesini duyacaksın. (s426)
Beni böylesine seven insanların kalpleriyle bu denli kolayca oynayabildiğim için kendi tırnaklarımı sökmeyi istedim. (s.435)
“Yorgun musun?” Bana sorulacak en yerinde soruydu. Evet, diye bağıran bir stadyum dolusu ses duydum içimde. Çok yorgundum. Herkesten çok. Yorgunluğum Tanrı kadardı. (s.438)
Dişlerimiz olduğu için ısırıyoruz.
Bu yüzden bu kadar vahşiyiz...
Gözlerimiz olduğu için hayran kalıyoruz.
Bu yüzden bu kadar âşığız... (s.445)
Öldürdüğüm insanları, seviştiğim kadınları düşünmüyordum. Onlar değildi beni korkutanlar. Daha çok,
okyanusun ritmik sesi ve toprağın kokusu tehdit ediyordu aklımı. Onlardan uzak olmak istiyordum.
Hiçbir gününden pişman değildim yolculuğumun. Ama döndüğüm için pişman olmaktan korkuyordum.
Sürekli bir mücadele vardı zihnimde. (s.459)
Ben... Onu seviyordum. Yaptığım iş buydu... “Bir insanın derisinin yıllar sonra aynı kokması mümkün değil” diyenlere, Efla’yı kaldırıp gösterebilirdim. Sadece kıyafetleri değişmişti. Saçları bile aynıydı. (s.484)
Sadece, insanın kendine acı çektirmesi, başkalarının ona çektirmesinden biraz daha iyi bir duygu
veriyordu. (s.488)
Ben kimseden hoşlanmazdım. Ya âşık olurdum ya da nefret ederdim eskiden, ama şimdi bu orta şekerli lafları da öğreniyordum yavaş yavaş. Hayat, mütevazı duyguların mütevazı sıfatlarda anlatılmasından ibaretti. Sözünü kesmem gerekiyordu. (s.491)
Sevgilim galiba gizli bir lezbiyendi ve kız kardeşimden hoşlanıyordu. (s. 493)
Ölüp dirilmek istiyorum. Defalarca. Normal bir hayatı tutturana kadar! (s.502)
Altı milyarlık bir seks ve şiddet bahçesi. Altı milyarlık bir gaz odası... Gerçekçi olalım! İyi bir gösteriyiz bizi seyredene. Onun için ölüp ölüp doğuyoruz. Gösteri devam etsin diye! (s.507)
İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır.(s.512)
“Salih, sana bir hikâye anlatacağım. Nefreti çok erken yaşta öğrenmiş bir insanın hikâyesi. Dengesini kaybetmiş birinin hikâyesi. Benim hikâyem...” (s.514)
Biliyordum içimde ölmemiş bir insan olduğunu. Ölmeden gömülmüş bir insan olduğumu. Ve çürümüş yerlerimi, sağdan soldan topladığım etlerle yamıyordum. (s.520)
İnsanlara ihtiyacım olduğuna inanmaya başlamıştım. Ve normalliğime giden yolda dev bir adımdı. Başkaları olmadan yaşanmayacağını düşünmek, insanın toplumsal bir hayvan olduğuna emin olmak
büyük bir başarıydı benim için... (s.520)
Çelişkiler, insanı yavaşlatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ve çevremde beni dizginleyecek, mutluluğumu yavaşlatacak hiçbir şey istemiyordum... (s.530)
Utanç vericiydi. Birinin beni, hayatımı mahvetmeme ikna edebilmiş olması korkunçtu! Ve o an içimde bir kızgınlık doğdu. (s.530)
Kayra'ya bütün yazdıklarımı yollamaya karar verdim. İki nedenden dolayı... Birincisi, bana ne büyük gözyaşları döktürdüğünü görüp suçluluk duyması. İkincisiyse seçtiği yolun bir çıkmaz sokak olduğunu anlayıp hayata dönmesi gerektiğini anlaması...(s.530)
bütün romanlarını okudum, şimdi de zamir elimde, kinyas kayra en iyi romanı :)
YanıtlaSilBenim favorim de Kinyas ve Kayra.
SilAdam güzel yazıyor. Yazarın Kinyas ve Kayra ve Zamir kitaplarını okudum. İkisi de güzel. Sevdiğim yazarlardan biridir kendileri:)
YanıtlaSilZamir'i merak ettim şimdi.
SilMerhaba Momentos'un radyo programından geliyorum :) Bloğunuzu takibe aldım ve BLoG LisTeM sayfama ekledim. Bundan sonra sürekli uğrarım :) Bu arada bloğuma çaya beklerim çay bedaveeee :)
YanıtlaSilAh ne sürpriz:) Ben yazarken siz pek yazmıyordunuz, şimdilerde ben ihmal eder oldum burayı ve herkesi de benim gibi düşünüyorum:) Sanırım taa Facebook'tan tanışmıştık sizinle ve sonra burada keşişmişti yolumuz. Şimdilik sevgilerimle:)
YanıtlaSilSelam bay Kafka, Nereden tanıştık hatırlamıyorum ama adın Levent ti yanlış hatırlamıyorsam. Öyle değilse de kusura bakma. Dört kez covit geçirince hafızam reset yedi bir ara :) Gördüğüme sevindim seni, sevgiler :)
SilEvet adım Levent,belki yanılıyorum ama sanırım Facebook'ta çok eskiden sizin bol takipçili bir sayfanız vardı. Ve tabii bir de kişisel sayfanız. O zamanlar bloğunuz yoktu ,sonradan dahil oldunuz ve burada da buluşmuştuk. Ama tümüyle yanılıyor olabilirim:)) Dört kez covid mi ? Bense hiç geçirmedim. Benden de sevgiler.
YanıtlaSilYanılmıyorsun :) Facebook sayfam vardı 95 bin üyesi vardı ama yabancı müzik videolarından dolayı telif yedim. videoları kaldırmak yerine sayfayı kaldırdılar bende bir daha emek harcamak istemedim.
SilMaalesef 4 kez, ki çok dikkat edip hiç maske çıkarmadığın halde.