Saat on ikiyi geçtiğine göre merhaba yeni yaşım. Şaka gibi koskoca kırk yıl ama sorsanız kafa hala yirmilerinde. Ben büyümemeye inat ettikçe hayat ve insanların iki yüzlülükleri sağlam tokat atarak e hadi zahmet olmazsa kendine gel büyü artık, yaşının insanı ol diyor.. Aslında çok uzun bir iç dökme yazısıyla birşeyler yazma niyetiyle oturdum bilgisayar başına ama kafamdaki çöp yığınından doğru kelimeleri seçmeye çalışıyorum, belki sonra devamını getiririm bu yazının belki de hiç yazmam..
Neyse hoşgeldin 40. yaş bakalım ne sürprizlerle ne imtihanlarla geleceksin...
“Çünkü ben bu
dünyanın nasıl bir dünya olduğunu görünce ; üstüme öyle bir hüzün çöktü
ki altında bir çiçek gibi ezildim. Onun için bu masmavi dünyada ne
kokum kaldı ne de rengim. Ben bir defterin iki yaprağı arasında değil
milyonlarca insanın arasında kurutulmuş bir çiçeğim .” -Hakan Günday-
Arada bir kendi kendime çıldırdığım oldu, çıt çıkarmadan. Kimseye duyurmadan. -Ayfer Tunç-
İnsan en az üç kişidir: Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü.. -Emrah Serbes-
İçimdekileri anlatabilecek birini bulsaydım, belki de bu cinayetleri işlemezdim, dedi. Yalnızlıktan bu duruma gelmiş. -Oğuz Atay-
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi,karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu.. -Charles Dickens-
Dışarıdan gamsız bir pezevenk gibi gözüküp iç dünyamda duygusal biri olmak beni mahvetti. -Charles Bukowski-
Pirinç işlemeli bir aynada kırıldı yüzümün diğer yarısı. Herkes uyuyordu. Yüzümün yarısı benim, yüzümün yarısıyla hep yarım öyküler anlatırım. Peki sen, yarım dudaklı bir kadını öpmek ister misin?
-Umay Umay-
Bir insanın bütün varlığı ile, karmakarışık ruhu, esrarı çözülmemiş vücudu, arzuları, itiyatları, ihtirasları, hülasa her şeyi ile size teslim olması, size iltihak etmesi ne muazzam bir şeydir! -Sabahattin Ali-
Eskiden tutkuların vardı ve kötü dedin onlara. Ama şimdi erdemlerin var: onlar senin tutkularından doğdu. -Friedrich Nietzsche-
Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum... -Murathan Mungan-
İzmir gezisi benim açımdan çok ilginç deneyimlere, tesadüflere ve başlangıçlara vesile oldu. Bu yazdıklarımın hepsi birebir yaşanmış ama bazı noktaları değiştirilmiştir.
11 Ağustosta ki şahane bloggerlar buluşmasından sonra tanıdığım ve tanıştığım insanların mutluluğu üzerimde. Ertesi günü haftalar önceden sözleştiğimiz dövmeciye gidiyoruz. Yaptırmayı düşündüğüm iki dövmeyi tek dövmede birleştiriuyoruz. E haliyle oldukça büyük bir iş ortaya çıkıyor, çok su içmediğim için cildimin kuruluğundan iğne zor girdiğinden pek maharetli dövmeci abimiz omuzumdan dirseğime kadar resmen deşerek dövmesini yapıyor. İki ağrı kesici içmeme rağmen, normalden daha fazla derine girilmesi, hem de dövmenin işçiliği ve inceliğinden dolayı canımdan can gidiyor. Sonunda şahane bir işçilik çıkıyor.
Akşam otele dönüyoruz, kolum balon gibi şiş, hem yanıyor hem sızlıyor. Sabah uçak var İzmir'den ayrılacağız. Acıyı kesmek için bir şişe şarabı bitiriyorum. bu arada ben hep Öküzgözü içerdim, ilk kez Chardonnay içtim bayıldım. Sonra otelin restoranına iniyoruz birşeyler atıştırıyoruz. Kapıdan birbirinden kel alaka üç genç kız giriyor. Biri kapıdan girişindeki tavırlarıyla bile hayatımda gördüğüm en itici hatta midemi bulandıran istisna kadınlardan biri. Görsel olarak oldukça güzel olmasına rağmen o mekandaki diğer insanları rahatsız eden davranışları, hatta arsızlığa pişkinliğie varan tavırları. Mekanda oraya sadece yemek yemek için gelen beylere tabir yerindeyse salça olması. Bir insan kendini nasıl alçaltabilir ve bu kadar arsızlaşabilir bu kadarına şahit olmamıştım.Yanlarında ki kızın biri mahcup kafayı eğiyor, yapma etme der gibi bakıyor, diğerinin umurunda değil. Zaten kafam güzel bir de en sinir olduğum şey.
Dik dik bakmışım haspama, bunun üzerine "senin erkeğine bakmıyorum merak etme kızıl, dövmende güzelmiş yeni mi" deyip çat yanıma oturuyor. Eşime bakıyorum tepkisiz, her zaman ki sinir bozucu sakinliği. Dikkatlice bizi izliyor. Diğer masadan o umursamayana telefon geliyor, kalkıp gibiyor. O mahcup şey gözünü bana dikmiş korkuyla bakıyor. (Artık nasıl baktıysam). Sarışın, kıpkırmızılı dekolte elbiseli hoş ama boş iğrenç yaratık bana sorular soruyor, o sinirle ne dediğini duymuyorum bile. Öfkem kötüdür ve gözüm dönerse tanımam kimseyi. Git sabrımı zorlama diyorum, hala arsızlığa devam ediyor. En son kovuyorum, biraz bozuluyor ama hala oturuyor. Yan masada ki kot şortlu kız, yapmaması için uyarıyor ama sarışının umurunda değil. Koltuğa iyice yayılıp" e ne yiyoruz" deyince, yapışmışım boğazına. Elimden zor alıyorlar. Dilim döndüğünce küfür ediyorum, benim çıldırdığımı görünce arkasına bakmadan gitmiş.
Eşim ve personel sakinleştirmeye çalışıyor ama hem alkolün etkisi hem öfke patlaması sakinleşemiyorum. Arkamdan biri sarılıyor, gülerek sakin ol lütfen diyor. Bir an duruyorum o kişiye bakıyorum yirmilerin başında, biraz toplu şen sesli bir kız. İçimden tanımaya çalışıyorum ama hayır tanımıyorum. Durumu anlamaya çalışıyorum, sakince oturuyorum elimi tutuyor alakası olmamasına rağmen özür diliyor. Eşime bakıyorum tanıyor musun diye, o da aynı bakışlarla bana bakıyor. Garip bir şekilde tatlı diliyle sakinleştiriyor beni.
Sağa sola bakıyor tedirgin, gitmesi gerektiğinin farkında ama gitmek istemiyor. O geçen 10 dk boyunca hiç konuşmuyorum ben, sadece o birşeyler söylüyor ve ben durup ona "iyi misin, neyin var?" diyorum. O gülen yüzü bir anda değişiyor. Bir an kalakalıyor, gözleri doluyor. "Nereden anladınız?" diyor. Ona da yemek söylüyoruz başta istemiyor ama eşimle ısrar ediyoruz. Sonra viski içmek istiyor ben şaraba devam ediyorum. Eşim sabah uçuş var erken kalkacağız diye içmiyor. Bir şeyler anlatıyor, konuşurken sürekli temas halinde, "iyi misin sakinleştin mi, onun adına tekrar özür dilerim" vs tarzı şeyler söylüyor. Fazla teması, tanımadığım birinin bana dokunmasını hiç sevmesem de bu durum beni rahatsız etmiyor.
Eski erkek arkadaşından kaçtığını anlatıyor. Yanında geldiği kişileri yolda gördüğünü ve saklanmak için sizinle girebilir miyim dediğini anlatıyor. Birbirimizi sanki yıllardır tanıyoruz gibi rahat ve insana da o hissi veriyor. Sonra derin bir sohbet başlıyor zamanın nasıl geçtiğinin farkında değiliz 12 de restoran kapanıyor, terasa geçiyoruz herkes birşeyler anlatıyor. İçimden bu ne şimdi diyorum üç saat önce gördüğün biriyle sanki kırk yıllık ahbap gibi sohbet ediyoruz ve zerre yabancılık çekmiyorum rahatsızlık duymuyorum.
Eşim "ben yatıyorum size iyi muhabbetler" diyor pes ediyor yatıyor. Onun sesiyle kendime geliyorum, gidişini izliyorum. O sırada kızın "demek sende terazi burcusun?" sözüyle bir kez daha kendime geliyorum. "Evet" diyorum. "Kaç yaşındasın" diyorum, gülerek "söylemiştim ama kafan cidden güzel sanırım, 2001 liyim" diyor. O söyleyince fark ediyorum, elimde ne zaman doldurduğunu hatırlamadığım bir kadeh var. Viski şişesine bakıyorum yarı olmamış, şarap şişesine bakıyorum ikinci şişede bitmiş, sadece elimdeki kadeh var.
Kadehi yana koyuyorum, gözlerimi kısarak ona bakıyorum. Gözlerimi zar zor açtığımdan yadırgamıyor. Saate bakıyorum gece 2 olmuş. Geçen onca zamanda sanki ilk kez karşılaşmışız gibi, direkt yüzüne bakıyorum. O zamana kadar yüzüne çok bakmadığımı fark ediyorum. Baktıysam da hatırlamıyorum. Kendi kendine gülüyor. "Nasıl yapıştın kızın saçına, sana sarılıp çekmesem dövecektin, eşin zor ayırdı saçından" diyor. Şaşkın şaşkın bakıyorum. "Sarı saçlı kırmızı elbilesi o iğrenç kadın mı?" diyorum. "Evet" diye gülüyor. "Hatırlamıyor musun seni çekip aldığımı" diyor, "hayır" diyorum. Gülüyor tüm olayı yeniden anlatıyor, yarısını hatırlıyorum yarısını hatırlamıyorum. "Dövebildim mi o sarı sürtüğü" diyorum, kahkaha atarak "kılpayı kurtuldu" diyor. "Tüh ya içimde kalır şimdi o benim, iki vursaydım bari" diyorum gülüyoruz.
Bileğimde ki isimleri göstererek, "gerçekten hiç yaşını göstermiyorsun, kim der sana üç çocuk doğurmuş diye, bir de bana bak senin yanında çok pofuduk duruyorum" diye gülüyor. Kendisiyle barışık. Telefonumu istiyor, numarasını kaydedip kedini çaldırıyor. Sonra taksi çağırıyorum giderken sanki en yakınından ayrılıyormuş gibi sarılıp gidiyor.
Sabah zor kalkıyorum. Kahvaltıda akşam ki esrarengiz hakkında sohbet ediyoruz, hatırlamadığım şeyleri eşim hatırlatmaya çalışıyor. Sonra İzmir Havaalanına gidiyoruz, tüm işlemlerden geçip kapımızda bekliyoruz, o sırada sevgili Momentos bana getirdiklerimle ilgili ses atıyor, neyin ne olduğunu ne işe yaradığını anlatıyorum. Uykusuzum, başım ağrıyor. Uçak 40 dk rötarla kalkıyor ve sonunda evim evim güzel evim.
Akşam söz verdiğim için bloga yazı yazmaya çalışıyorum, uykusuzluktan Makbule Hoca ile Momentos'u karıştırıyorum. Ama sözümü tutarak yatıyorum. Sabah kaltığımda gelen mesajlara bakıyorum. Bir kız eli kolu alçıda fotoğraf atmış. "Bak eski sevgilim parmaklarımı ve kolumu kırdı" yazıyor. Başta anlamıyorum, eşime gösteriyorum. Eşim "bak inanmamıştın kızın sevgilisinden kaçtığına, günahını aldın" diyor. Sonra telefonda konuşuyoruz, hukuki olarak ne yapması gerektiğini anlatıyorum ama şikayet etmek istemiyor. Sonra ikna ediyorum, ona yapması gereken herşeyi tek tek yazıyorum.
Kızdan iki gün boyunca ses yok, atılan mesajlar tek tık. Sonra gece gelen bir mesaj. "İyi ki o restorana girip seninle karşılaşmışım. Bana hayatımın en büyük iyiliğini yaptın. Bu yaptığını asla unutmayacağım. Sen gerçekten iyi birisin, çok teşekkürler"
Anlam veremiyorum, eşim daha fazla müdahale etmemi istemiyor. Çok uyanık geçinsemde insanlara çabuk kandığımı manüpüle olduğumu düşünüyor eşim. Bana uyarılarda bulunuyor. Sonraki günlerde farklı numaran bir mesaj daha. "Şehrimi değiştim buraya geldiğinde haber et lütfen, herşey için çok teşekkürler, öpüyorum seni deli kadın :) "
Ve eşim dönüp bana soruyor. "Şimdi sen bu kıza iyilik mi yaptın kötülük mü? Ne düşünüyorsun, içinden ne geçiyor?"..
( Bu arada bu anlatım dilide Sevgili Laparagas'ındır :) Ona özendim bende ve güzel oldu, hoş görsün.)
Tammm 7 saat boyunca sohbetler edildi, yemekler yendi, çaylar kahveler, şaraplar içildi, e birazcık kafa güzelleşti ve tahmin ettiğimden çok daha güzel özel bir buluşma oldu. Daha önce tanımadığım tanışmadığım kişilerle tanıştım, tanıştık. Ama en komiği yıllar önce Facebook sonrasında burada sohbet ettiğimiz sevgili blog arkadaşı Bay Kafka Balthus ile aslında bir kaç kez karşılaştığımız hatta konuştuğumuz gerçeğiydi. Tabi ki ikimizde birbirimizin kim olduğunu bilmeden. Görünce aaa o sen miydin😁 Hayat gerçekten çok garip.
Sevgili Momentos için aslında söylenecek o kadar çok şey var ki. Asalet, güven, dostluk, sevgi saygı, yaptığı her işi aşkla yapmak, şahane bir ses tonu ve diksiyon. Bu güven karşılıklı sağlanmasaydı ne bu buluşma olurdu ne de bu dostluklar kurulurdu. Bir koç edasıyla insanları organize etti birleştirdi. Sabrına, azmine hayranım üstadım. Tekrar görüşebilmek ümidiyle.
Sadece C. İnanılmaz pozitif, güler yüzlü, o mimikler aynı anda birçok şey söylüyor insana. Bir şeyi dinlerken konuşurken mimikleriyle gözleriyle yaşıyor o anı. Şahane bir anne, terapist, blog arkadaşı ve çok iyi bir dinleyici yorumcu. Kitap konusunda eşimle ayrı düştüğümüz konularda bana hak vermesi de ayrı bir mutluluk sebebi :) Tanıdığıma çok memnun oldum, olduk ve gelecek yıl Ağustos ta yeniden görüşebilmek ümidiyle, sarılarak ayrıldığımız güzel insan.
Bir Garip Şeyma Daha önce ne blogu ne de kendisi hakkında hiç bir şey bilmeyip saatlerce sohbet edebildiğim güzel insanlardan biri daha. Gözlerinin içi gülüyor, yüzü de aynı Ceren gibi çiçek bahcesi. Mesleğini duyunca bir an olmayan ceketleri ilikledik hazır ol a geçtik :) Benim kafayı bulmam itibariyle çenem düşünce genelde konuşan ben oldum. O yüzden bir daha ki buluşma da Şeyma'nında güzel hikayelerini dinlemek isterim. Güzel dileklerin için teşekkürler. Gözlerinde ki o parıltı ve gülümsemen hiç gitmesin.
Makbule Abalı Makbule hocamı buluşmadan iki gün önce eşimle evinde ziyaret ettik. Ahmet hocamla birbirlerine karşı olan sevgilerine, saygılarına ve birbirlerine karşı kullandıkları o incelikli dile hayran kaldık. Bizi şahane ağırladı, çok güzel hikayeler dinledik. En az kendileri kadar narin iyilik meleği komşuları Pınar hanımla tanıştık. Koro halinde kafa şişiren Ağustos Böceklerini susturmaya çalıştık. Hediyeler alındı verildi, bol bol sarılındı hasret giderildi. Daha nice güzel sağlıklı huzurlu mutlu yıllarınız olsun Ahmet hocamla, eşimde bende öpüyoruz çokça. Tekrar görüşebilmek üzere.
Balthus Sevgili Bay Kafka, yıllarca Facebookta buradan yazışalım sohbet edelim, o yetmezmiş gibi birkaç kez iş yerine gelip senin Bay Kafka olduğunu bilmeden birşeyler sorayım ve 13 yıl sonra birbirimizin kim olduğunu öğrenelim :) Gerçekten garip ama hoş bir tesadüftü. Keşke daha uzun kalabilseydin ama İstanbul'a geldiğimde ziyaretine bu kez blog arkadaşın olarak geleceğim. Ve o yarım kalan "güldüren ölü" hikayesini dinleyeceğim.
Kaplan Diary Güzeller güzeli eşiyle birlikte katıldı. Masanın diğer ucunda olduğu için en az konuşabildiğim blogger oldu. Arada konuşabildiğimiz anlarda gayet keyifliydi. Özellikle o İtalyan'da ki o kilise anılarına hala gülüyoruz. (ama gerçekten komikti) Şahane tatlı bir torunları var. Umarım projelerini istediği şekilde hayata geçirir ve hep birlikte okuruz. Eşine ve kendisine geldikleri için çok teşekkür ediyorum. Yeniden görüşebilmek üzere.
Her şeyi tam anlamıyla algılamak, bir hastalıktır. -Fyodor Dostoyevski-
-Ben, dün akşam mühim bir karar verdim.
-Neye?
-Yaşamaya
-Bu ne demek?
-Gayet sade, kendimi öldürmemeye. -Reşat Nuri Güntekin-
Şimdilerde kendimi ufalanmış, elekten geçirilmiş, fitili kalmamış, toplum dışına itelenmiş görüyorum.
Dışarda benim kafama uymayan apayrı bir toplum, bir alaca karga, bir karakuş soluk alıp veriyor. -Salah Birsel-
O kadar uykum var ki, artık düşünemiyorum; uyku benden o kadar kaçıyor ki, artık bir şey hissedemiyorum. -Fernando Pessoa-
Geçmiştir, bugün de geçer
Zamanla güzelleşir.
Geçmişle bugün arasında
Tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim. -Metin Altıok-
Dünyaların en iyisinde bile ruhun zaman zaman tazelenmeye ihtiyacı vardır. Tıpkı burada, yani Güneybatı'daki kerpiç evler gibi biraz dökülmeye, biraz soyulmaya, biraz yıkanıp arınmaya gereksinim duyar. -Clarissa P. Estes-
Bir şeyler yapıyorum, yürüyorum,konuşuyorum ,yemek yiyorum yani her zaman yaptığım işleri sürdürüyorum ama nasıl anlatsam, bir boşluk duygusu içinde. Sanki içimde derin bir hiçlik var. -Zülfü Livaneli-
Sabit fikirli, saplantılı ya da akıl hastası olduğumu düşünebilirsin. Hatta gerçekten kötü bir insan olduğumu bile düşünebilirsin. Bir insan müsveddesi. Ama ben böyleydim. Ne eksik ne fazla… -Hakan Günday-
Kendimden başka herkese tahammül ediyorum bazen. Kendimle beraber herkesten nefret etmeme rağmen.. -Ali Lidar-
Bir şeylerden kaçar gibisin.Soluk soluğa ama hiçbir şey anlatmayacağına yemin etmiş gibi sakinsin. Gitmek istediğin belli bir yer yok ama kalmak istemediğinden artık eminsin. Sadece biraz olsun herkesin ve her şeyin susmasını istemişsin. Kendini duyabilmek için. -Oğuz Atay-
Kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bir hal aldığımı tasvir edemezsiniz. -Sabahattin Ali-
İçimi titreten bir cümle okudum; "Muhabbet etmeyi çok sevdiğin biriyle artık iki kelime edememek de gurbettir" diyordu.
Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.
Yaşadıklarım, o her biri elmas değerindeki anlar su damlaları gibi kayıp gitti avcumdan. Gerçekliğin sonsuz okyanusundan tek bir deniz kabuğu kaldı geriye. Ona kulağımı dayayarak sonsuz bir şarkıyı sözcüklere dökmeye çalışacağım. Anlayabildiğim, yorumlayabildiğim kadarını elbette.
Çıldırtıcı gücünü, sonuna dek yaşanmayan arzulardan, en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını...
Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.
Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan, hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim. Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş, belki de hiç kazanamamıştım. Bana kalırsa, kişisel tarihimin tek bir teması vardı; hayal kırıklığı. Ağır aile baskısı ve şiddetle dolu geçen çocukluk yıllarım, dünyayı, acı çekenler ve çektirenlerin bulunduğu bir savaş alanı gibi algılamama neden olmuştu ve sanırım haklıydım da.
ölüme hazırlanan yaşlı bir kadın kadar umutsuz ve kırgındım.
insanın bir tutkusunun, işi dışında herhangi bir bağlılığının olmaması, kendi benliğini gözden çıkarmayı, bedenini dışlamayı, duygularının çoğunu bastırmayı öğrenmesi gerekir.
"Burası, en yakın dostunuz kafasına bir silah dayadığında, başınızı çevirip bakacak zamanı, gücü, hatta isteği bile bulamayacağınız bir yerdir." Ben de şöyle eklerdim: "Zaten dostunuz da yoktur."
Kısa zamanda, birbirimizin desteği olmadan, hayatımıza katlanamaz duruma geldik; depresyon kış yağmurları gibi bastırdığında, terk edildiğimizde, aşağılandığımızda, bizi kobra yılanı gibi izleyen intihar düşüncesi kafasını kaldırdığında, hep birbirimizi kurtarıyorduk. Bir yandan cezaevi ya da askerlik arkadaşlıklarına benziyordu ilişkimiz, ancak bu tür dostluklarda görülebilecek fedakarlıkları içeriyordu, ama aynı zamanda ortak geçmişlerin, ortak acıların, ortak ruhların kesişmesiydi. Bazen birbirimizi yansıtan iki ayna oluyorduk, bazen birbirimizi bütünlüyor, bazen de kendi gücümüzün son kırıntılarını ötekine aktararak sağ kalmayı başarıyorduk.
Kurallara sıkı sıkıya bağlı, hep kabızmış izlenimi veren insanların, azıcık kuraldışı ve asi olanları tanımakta olağanüstü bir iç güdüleri vardır.
O anki umutsuzluğumu, o köle ruhlu insanlarla bir arada olmaktan duyduğum utancı anlatmak çok zor.
Acı doluydu söylediği; içtenlikle, hiçbir kızgınlık, yalvarma ya da ima içermeden, dolambaçsızca dile getirilen, eski bir acı. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. İçimdeki taşlar hızla yuvarlanıyorlardı, duygularımın bir kaynaktan fışkırırcasına boşalmalarından korktum.
"bir kitabın kapağına bakarak içindekileri anlayamazsın. "
Hem bilgece bir yönü vardı, hem de şeytanca; ikisi de aynı ölçüde çekiyordu beni. Konuşmayı olabildiğince uzatmak, onu, kendisini anlatmaya ikna etmek, bu gizemli Kabuk Adam'ı çözecek ipuçlarını ele geçirmek istiyordum. Güçlü bir önseziyle biliyordum ki, Kabuk Adam'ın bana öğretebileceği, o zamana değin ıskaladığım çok önemli bir şey vardı; yaşama dair, belki ölüme. Belki de dünyayı, benim için daha tanıdık ve duyarlı kılacak bir gizi biliyordu
"Bir insanı da sadece yüzüne bakarak anlayamadığın gibi. "
"Birisi bana bir şey vermek istediğinde kuşkuya kapılırım." Biraz bıkkınlık, biraz acımayla süzdü beni, söylediğime pişman olmuştum. Zekamı kanıtlamak için söylediğim nice laf gibi gereksiz ve boştu, ruhun kendisinden gelmediği için de yapaydı. "İnsanlara hiç güvenmiyorsun, değil mi?
Geçirdiği bunalımın izlerini, sessizliği ve durgunluğundan çok, ansızın patlattığı yersiz kah kahalarında ve öfke nöbetlerinde seçebiliyordum.
Beni hiç tanımayan, tanımak da istemeyen insanlara açılmak için güçlü bir dürtüye kapılırım zaman zaman, aslında bu bir tür kışkırtma, meydan okumadır. Ama kendi acılarına bile yabancılaşmış bu insanlara, acıdan söz etmenin ne anlamı olabilirdi ki? Yürekleri yerine, tıkır tıkır işleyen, yağb bir makineyi kullananların inandığı, şu "acı çekeni oynama" kavramı, aarun sayısız görünümlerinden biridir bence.
Öylesine Batılılaşmışsın ki, diye geçirdim içimden, sana işkenceden, tecavüzden, intihardan söz etsem burun kıvırırsın, ama parasızlığı geçerli bir mutsuzluk nedeni sayıyorsun.
Yalnızlığa öyle alışmıştım ki bir başkasının ilgisini ancak bir tehdit olarak algılayabiliyordum . Yabani bir hayvanın insan karşısında tedirginliğine benzeyen bir duyguydu bu. İçimdeki ceset uyandırılmaktan korkuyordu. Sesimdeki sertlikten yılmıştı, yumruk yemişçesine bir adım geriledi.
Tanıdığım gerçek bir insan değildi o sanki, düşsel bir yaratık vücut bulmuş ve bu adada karşıma çıkmıştı.
Umutsuzluk içindeydim.
İçine girdiğim yolun dönüşü yoktu.
O benim hem koruyucu kılavuzum, hem de olası celladımdı. Çok gizemli ve derin bir bağdı bu, iki insan arasında olabilecek belki de en giz dolu bağ. Rüzgarın ölümcül aşkları ve nefretleri hatırlatan şiddeti, sabolanmın altında çığlıklar atarak kınlan çakıl taşları, dalgaların tekdüze fısıldamaları, her şey, algılayabildiğim her şey bir uyarı niteliği kazanmıştı.
Zaten ömür boyu hep sahte, cansız bir dünyada, bir hapishanede yaşamıştım, gerçekliklerinden bile emin olmadığım insanlar arasında soluksuz kalmıştım.
"Sana öğretebileceğim çok şey var, senin de bana."
Mutlak güven ve korkunç bir ölüm korkusu arasında gidip gelen bir sarkaç sallanıyordu beynimde. Sonraları onda da, o uzun yürüyüş boyunca, böyle bir sarkacın sallandığını anladım; o da beni öldürmek ile bana .lşık olmak arasında, her an değişen seçimler yapıyordu.
Kendisinden beni öldürmesini isteyebileceğim ve bunu gerçekleştirebilecek tek insan şüphesiz ki Tony idi.
İntihar benim gizli dehlizim, içimde sürekli taşıdığım ve zaman geçtikçe derinleşen kuyumdu. Her insanın, gün gelip de düşüp parçalanmaktan kendini güçlükle alıkoyduğu bir uçurumu vardır.
Psikanaliz, nevroz, varoluşçuluk gibi kavramlarla kafası bulanmamıştı ve aslında son derece basit bir şeyi, bir başkasının korkunç acısını hissedebiliyordu. Bir başka insan için üzülebiliyordu. İkiyüzlü, çok bilmişlerin dünyasında eşi bulunmaz bir duyarlılıktı onunki.
Ayrıntıları anlatmak, öykünün kendisini anlatmak olurdu ve ben henüz buna hazır değildim. Ne kendime, ne başkalarına, gerçeğin kaba, anlamsız bir özetini sunmaktan öteye geçememiştim bugüne kadar. Bu olay çözülmemiş bir kara delik olarak kalmıştı içimde, bir türlü kapanmayan, sürekli kanayan bir yaraydı. Sargılar açılmaya, yara çıplak gün ışığıyla karşılaşmaya hazır değildi ve Tony'nin iyi niyetli ama keskin neşteri gerçekten de tehlikeli olabilirdi. Saklanıyordum, çünkü saklanmam gereken bir şey vardı, ne olduğunu tam olarak bilemediğim, dehşet verici bir şey. Ölüm değildi beni böylesine korkutan, uzun zamandır ölüme az çok hazır sayılırım; ölümü defalarca kışkırttım bugüne dek, kendimi gerekli gereksiz bir yığın tehlikeye attım; ama bu, korktuğum başka şeyler olmadığı anlamına gelmiyor. Ruhun karanlık vadilerinde gizlenmiş hayaletlerin sezilmesiydi bu belki de .
"Bunu hiç anlatma insanlara. Kendini öldürmek istediğini. Anlayamazlar. "
Hayatım boyunca okuduğum yüzlerce kitabı, dinlediğim insanları, anlamaya çalıştığım kavramları düşündüm; fizik, edebiyat, felsefe, tarih . . . Hepsinden geriye kalan tortu, bir avuç kumdan daha fazla değildi. Yirmi beş yıl boyunca, yaşamın özüne ilişkin hiç ama hiçbir şey öğrenmemiştim. Beni, kendimi, temelden ilgilendiren bir soruyla yüzleşmiş miydim gerçekten? Bu çeyrek yüzyılı, tek bir ağacı sabırla izlemeye adasaydım, kesinlikle daha bilge biri olmuştum bugün.
Yüzü öylesine değişti ki, aşılmaması gereken bir sınırı aştığımı, onu en zayıf, savunmasız yerinden vurduğumu anladım.
Yoksuldu, eğitimsizdi, siyahtı, beyaz adamın bitmez tükenmez hırsının ve sözde uygarlığının bir kurbanıydı... Öfkesinin ve acısının boyutlarını, ruhunda açılmış derin çatlakları nasıl kavrayabilirdim ki?
"Ben öyle bir kadın istiyorum ki onunla evreni yeniden kurabileyim. Bir aile, bir ev kurmaktan da öte, bütün dünyayı, si1baştan beraber yaratmalıyız."
Aramızdaki konuşmalar ne kadar kısa ve basit olursa olsun, asla sıradan değildi ve açıklanamaz bir biçimde doyurucuydu.
"Gözlerine bir kez bile bakmam yetti sana güvenmeme . "
Yalnız kalmak, bütün zamanımı kendime ayırmak istiyordum. Çözümleyemediğim, başa çıkamadığım dönüşümler gerçekleşiyordu içimde ve bunların üzerinde düşünecek vakit bile bulamıyordum. Kendi hayatım iplerini koparmış, benden kaçıp gidiyordu.
Benim hayal bile edemeyeceğim acılarla sertleşmiş ama benim çoktan yitirdiğim mutlulukları yaşamış olmalıydılar.
Sonuçta alışmıştım, yalnızlığa, sevgisizliğe, yalnızca kendimiçin var olmaya, en insani tepkilerimin anarşistlikle suçlanmasına alışmıştım. Giderek, karşımdakilerin kafasındaki imgeye daha çok benzemeye başlamıştım. Her geçen gün daha vurdum duymaz davranıyor, daha çok başkaldırıyordum, hiçbir otoriteyi önemsememeyi öğreniyordum.
"Korkmadığını söylediğin şeylerden korktuğuna eminim. İstemediğini söylediğin şeyleri de çok istiyorsun. Umutsuzluk değil seninki, sadece bıkkınlık. Yaşayan herkesin umudu vardır."
"Biliyorum . Seni görür görmez sezdim bunu. İlk karşılaşmamızda, bana doğru yürüdüğün anda anlamıştım. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordun. Sende de var bir şeyler. İstersen dünyanın en tehlikeli kadını olabilirsin . Ama istemiyorsun." İkimiz de karşımızdakinin karanlığını, yabanıllığını sezmiştik demek ki. İçimizdeki ortak uçurumdu bizi bağlayan ve aramızdaki bağın bu kadar güçlü oluşunun nedeni çok derinlerde, ruhun en karanlık diplerinde kurulmuş olmasıydı. Okyanus dipleri kadar derin ve ulaşılmaz.
Sonuçta insan yaşamayı hep sürdürmek zorunda ve bunun için de kendisiyle birlikte yaşamayı öğrenmeli.
Yaşadığım bu duygu, şimdiye kadar duyduklarımın hiçbirine benzemese de, ancak aşk diye adlandırılabilirdi. Tiksinti ve korkudan, aşka doğru ani, bilinçsiz bir sıçrayış yapmıştım . Tırtıl, kelebeğe dönüşmüştü.
Bir kadına değil de hayatın kendisine dokunuyormuş gibiydi.
İçimdeki bütün pisliği kusmak istiyordum: Şiddeti, acıyı, umutsuzluğu, yalnızlığı, tek bir virgül bile atlamadan ortaya dökmek. Geceler, bıçaklar, kürtajlar, ihanetler, çocukluk cehenneminin hayaletleri. Hastalıklı bir sayıklamaydı bu, beni rahatlatacağına daha da huzursuzlaştınyordu.
"Sen," dedi birdenbire, "benim yıllarca birlikte yaşayabileceğim bir kadınsın." Ne söyleyeceğimi bilemedim . Okyanusun ortasındaki bu küçücük adada kurabileceğim hayatın belli belirsiz hayali geçti gözlerimin önünden. Sabahlan okyanusta yüzerek, mercanların arasından kabuk çıkararak, kuytu köşelerde marihuana içerek akıp giden bir hayat. Tropikal günbatımlannda sevişmek, şiir yazmak; giderek incelen, dinçleşen, esmerleşen bedenim; her gece dans etmek; adalılar gibi çömelmeyi, ağaca tırmanmayı, dövüşmeyi öğrenmek, turistlere deniz kabuğu satmak, melez çocuklar doğurmak. . . Geçmişimi, köklerimi, yaldızlı gelecek hesaplarımı yitirmek. Uzun, sıcak günler boyunca unutmak. Ken dimi unutmak ve sonra yeniden bulmak. Şimdiye kadar yaşadığım, daha doğrusu, vitrinden seyrettiğim hayattan ve avuçlarımda tuttuğum kül renkli gelecekten belki çok daha güzel. Ama böyle bir serüvene atılmak, bir başkasının yaşamını ödünç alırcasına kendiminkinden vazgeçmek için çok fazla cesarete gereksinimim vardı. Sahip olabileceğimden çok daha fazlasına.
Cömertliği, benim gibi ne almayı ne de vermeyi doğru dürüst beceremeyen biri için ezici bir yüktü.
Sonuçta biz kadınlar, cinsellik: söz konusu olduğunda umulmadık davranışlar gösterebiliriz ve bu da bedenimizle ilişkilerimizin karmaşıklığından kaynaklanır.
"Cehenneme giden yolun taşlan iyi niyetle döşenmiştir,"
Artık gözlerimin içine hiç bakmıyordu. Olağanüstü bir dostluğun can çekiştiği anlardı bunlar.
Bugün artık biliyorum: Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.
"Ben de kendimi keşfediyordum. Bunun için niye bir başkasına, hele hele bir erkeğe ihtiyacım olsun ki? "
Aramız da gerçekten geçmiş bir konuşmayı defalarca tekrarlıyor, değiştiriyor, ona söyleyemediğim, söylemek için çok geç kaldığım cümleleri kendi kendime mırıldanıyordum. Sabahları uyandığımda ağlamış oluyordum, çünkü hemen her gece, o uzaklardaki adaya dönüyor ve onu arıyordum.
Pek çok kez parmağımla kendi yaramı deştim, size daha fazla inanmak ve sizi daha fazla tanımak için. -Halil Cibran-
Ben ondan mı öğrendim, uzun uzun, açık açık susmayı? Yoksa o mu benden öğrendi? Yoksa her birimiz kendimiz mi keşfettik? -Friedrich Nietzsche-
Yanlış görevlerde bulunan insanlar, sosyal sistem hakkında tehlikeli düşünceler besleme ve mutsuzluklarını başkalarına bulaştırma eğilimi gösterirler. -Aldous Huxley-
Tüm sustukların. Tüm kendine sakladıkların. Tüm anlatmak isteyip anlatamadıkların. Tüm anlatacakların. Tüm anlatmak isteyip vakit bulamadıkların. Tüm anlatmak isteyip sözcük bulamadıkların. Tüm çabaların. Boş, yankısız. -Ferit Edgü-
İnsanın ya kendinden kaçmak ya da kendini bulmak için okuduğunu söylerler. Ben ikisi arasında pek bir fark göremiyorum. Kaçarken kendimizi buluruz. Bulunduğumuz yerde değil, gitmek istediğimiz yerdeyizdir. Sylvia Plath' in ünlü sorusu gibi, " Yok mu zihinden bir çıkış yolu?" -Matt Haig-
Herkes geçecek bu hayattan, Ama gülerek,
Ama severek,
Ama acı çekerek...
Ama herkes geçecek bir şekilde...
Geçerken bıraktıklarınız kalacak sizden geriye .
Güzel şeyler bırakın ... -Oruç Aruoba-
Harese nedir , bilir misin oğlum? Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır ciğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. -Zülfü Livaneli-
Susun! Çünkü bana söyleyeceğiniz her şeyi ya daha önce birileri söyledi ya da bir yerlerde okudum. Nasihat kafa karışıklığına iyi gelir; merhamet acıya, şefkat öfkeye ... Ve ben o kadar çok şey görüp geçirdim ki, ne nasihate ihtiyacım var artık ne merhamete ne de şefkate. Çünkü tahammülüm kalmadı artık.
Çünkü hiçbiri gerçek değil. Gerçek olan tek bir şey var; Şu an burada olmak zorunda olduğum için olmak istediğim yerde olamıyorum ve bir gün burada olmak zorunda kalmadığımda olmak istediğim yerde olacağım. Bedenimle ya da ruhumla. Bilmiyorum. Bir gün olacak ama bu. Anlayabiliyorsanız bunu içinizden anlayın. Anlamıyorsanız da, susun ... -Ali Lidar-
Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, Siz yoktunuz.
Şarkı söyleyormuşum Sokaklarda, Görmüşler. Yere yere bakıyormuşum Yürürken, Duymuşlar. Sonrasını kendileri uydurmuşlar.
Son kadeh içilmiş, Son söz edilmişti. Bir düşünce sardı hepsini.. Bir hatıra, Bir hırs, Bir kıskançlık, Bir yanıltı, Bir kardeşlik, Bir yanlışlık, Bir kin, Bir ümid, Bir şey.. İnsana ait.
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, Birinciliği beyaza verdiler.
Bir kelimeye Bin anlam yüklediğim zaman Sana sesleneceğim.
Seni görünce Aynı anda geçer aklımızdan Aynı düşünce.. Bir duvar gibi aramızdan.
Kendi bahçesinde dal olamayanın biri Girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.
Bana yakın geldin dedi, Sevdi. Bana yakın geldin dedi, Vurdu. Adlarını sordum İnsan dediler.
Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar isteyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia.
Köpek gibi, kanlar içinde Dönüp susabilir misin, Kavgadan, aşkdan, umuddan. Hayvanların en güc’lüsü insan. Çünkü korkmasını da bilir, Kavgadan, aşkdan, umuddan. Sen bilir misin, bilir misin sen Korkmasını, korkuyu, korktuğunu, Söyleyebilir misin korkmadan. Kavgadan, aşkdan, umuddan Dönüp susabilir misin sen.. Sen, hayvanların en güc’lüsü insan!
Yeni sözler demeye geldim yeni seslerle, Bağırmalarla değil, canımdan nefeslerle.. Sana kalacak ne var dersen, anlamı derim; Susmalarında bile bulur seni seslerle.
Ben korkmuyorum sana yönelmekten, Seni yinelemekten, seni yenilemekten, Bir bağlayan, bir ayıran duyuda, Senden gelmekten, sana gelmekten.
Duydukların hep dağların ardından bitti; Daha çok bağırsam, yakından duyulur mu? Uzaklara, daha uzaklara gitsem, de ki gitti, Bir arayan-soran, bir anlayan olur mu?
Kazandıklarım bitti, yitirdiklerim kaldı. Söylediklerim yitti, dinlediklerim kaldı. Bir bilmek ülkesinin düşün-ili’ne vardım; Öğrettiklerim gitti, öğrendiklerim kaldı.
Önce hepsini yazdım, sonra hepsini çizdim. Yazıp çizdiklerimden çıktı kara bir resim. Baktım, orada, bir-bir duruyor sevdiklerim. Bakıyorlar ardından, yazıp çizdiklerimin, O, yazarken ya da çizerken bilmediğim.. Bilmeden yazdıklarım, bilmeden çizdiklerim. Beni çizdi sonunda, yazıp da çizdiklerim. Bana gülüyor şimdi, yitip-yitirdiklerim.. Çizilmemiş olanlar, yazmayıp bildiklerim. Ah “bilip ettiklerim, bilmeyip ettiklerim.”
Sizin için yola çıkmış bir şarkı, Düşünülmüş gözleriniz üstüne. İçin-için yaratılmış bir şarkı, Bırakılmış yollarınız üstüne. Sizsiz sizi yaşanılmış bir şarkı. Seslerini uzağınız derledi, Sözlerini kulağınız derledi, Anlamını dudağınız derledi, Sizsiz size uzanılmış bir şarkı; Özlemini kucağınız derledi.
Bir kadın gördüm, Onun doğurduğunu gördüm, Uyuttuğunu gördüm, Büyüttüğünü gördüm, Yorulduğunu gördüm, Üzüldüğünü gördüm.. Bir kadın gördüm.
Unutmayı öğrendim, unutmayı unuttum, Unutmaya giden unutmayı öğrendim. Bir yalan hazırladım, ilk başkasından duydum, Yüzüme susanlardan konuşmayı öğrendim.
Zamanın, ateşin ve ölümün Boyası beyaz. Aşkın, yalanın, kinin rengini Kırmızı yaz. Düşlerin, sevi’nin ve saygının giysilerini Maviye boya. Yoksulluğun, umutsuzluğun ve ayrılık gömleğini Kara çiz.
Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür; Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
Yalnız kaldınız sanırsınız, Biliyorum. Yalnız bırakılmışsınız, Biliyorum Ötesi yok.
Ötesi var: Yalnızlık Müziğin bile seni dinlemesidir. Yalnızlık İnsanın kendine mektup yazması Ve dönüp-dönüp onu okuması Yalnızlığın da ötesidir.
İNSANIN HER SANİYE insan olduğunu hatırlaması iyi değil. Kendi üzerine eğilmek zaten kötü; saplantılı bir işgüzarlıkla türün üzerine eğilmek ise daha beter: İçebakıştaki keyfi sefilliklere nesnel bir zemin ve felsefi bir haklılık atfetmek bu. Benliğimizi ezip öğüttükçe, bir kaprise kurban olduğumuzu düşünmekten medet umarız; bütün benlikler bitmek bilmez bir geviş getirmenin merkezi haline gelir gelmez, bir dolambaç üzerinden kendi durumumuzdaki mahzurları umumileşmiş buluruz; kendi kazamız evren düzeyinde geçerli durum, kaide mertebesine erişir.
Önce var olmanın ham gerçeğindeki anormalliği, sonra özgül durumumuzdakini idrak ederiz: İnsan olma şaşkınlığından önce, olma şaşkınlığı gelir. Mamafih şaşakaldıklarımızın ilk verisini halimizdeki uygunsuzluk oluşturuyor olmalı: İnsan olmak, sadece olmaktan daha az doğal. İçgüdüsel olarak hissederiz bunu; nesnelerin mutlu mesut uykusuyla özdeşleşmek için kendimizden yüz çevirdiğimiz her seferinde alınan o haz da buradan gelir. Kendinin karşısına dikilip, hiçbir şeye, garabetimize bile denk gelmediğimizde gerçekten kendimiz oluruz ancak. Bizi bunaltan lanet, yüzünü bilgi ağacına doğru dönmesinden hayli önce ilk atamıza da yük olmaktaydı zaten. Kendinden hoşnut değildi, bilincinde olmadan gıpta ettiği Tann'dan ise hiç hoşnut değildi; yıkımının failinden ziyade yardımcısı olan ayarıcının marifetleri sayesinde varacaktı bu bilince.
"Bahçedeki bütün ağaçlardan yiyebilirsin, ama iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yemeyeceksin; zira ondan yediğin gün, kesinlikle öleceksin.
Psikologluğu daha iyi olan yılan kazanmıştır. Kaldı ki, insanın tek hedefi ölmekti
Hayli izafi bir huzur ve güvenlik, doğru; zira düşüşün öyküsü, soyumuzun başlatıcısının Adem'in ortasındayken bir rahatsızlık duymuş olması gerektiğini sezdirebilir bize; böyle olmasa, şeytana bu kadar kolay uymasını nasıl açıklardık? Uymuş mudur? Kendi kaşınmıştır daha ziyade. O mutlu olma beceriksizliği; hepimize miras kalan, o mutluluğu taşıyamama hali zaten görülmekteydi onda.
Yaratıcı'nın bize pay ettiği cehalet yeteneği'ne bir sadakatsizlikle başlamış bir kariyerden başka ne beklenir? Bilgi tarafından zamana itilince, aynı anda bir kader bahşolunmuştur bize. Zira kader ancak cennetin dışında olur.
Eğer insanın içinde en ufak bir ebediyet istidadı olsaydı, bilinmeyene, yeniye, tahlil iştahının getirdiği yıkımlara doğru koşmak yerine, yakınlığı içindeyken inkişaf ettiği Tann'yla yetinirdi. Ondan azat olmaya, kopmaya heves etti ve umduğunun da ötesinde becerdi bu işi. Cennetin birliğini bozduktan sonra, yeryüzünün de birliğini bozarak onun tanzimini ve anonimliğini yıkacak bir parçalanma nedeni getirdi. Kuşkusuz önceden de ölüyordu, ama ilk ayırt edilmezlik içinde bir tamama eriş olan ölüm, onun şimdi verdiği anlama da sahip değildi, onarılmazlığın sıfatlarıyla da yüklü değildi.
Bir yırtıcı kedi, gerçek olan kuvvetine hiçbir şey katma ihtiyacı duymadığından, alet kullanacak kadar alçalmaz. İnsan her konuda anormal bir hayvan olduğu, kendini sürdürüp varlığını perçinleyecek kadar yetenekli olmadığı, dinçlikten değil de noksanlıktan şedit, zayıf bir konumdaysanız gözünüzün yaşına bakmayan, bizzat intibakızlığı nedeniyle saldırgan olduğu için, bünyesi varoluş mücadelesinin icaplarını karşılayabilse gerçekleştiremeyeceği, hatta tahayyül bile edemeyeceği bir başarının yollarını aramak zorunda kalmıştır. Her şeyi abartmasının, mübalağanın onda hayati bir ihtiyaç olmasının nedeni, en baştan ekseni ve dizgini kaymış olduğundan, kendini olan'a sabitleyememesidir; dönüştürmek ve aşmak istemeksizin gerçeği saptayamaması ve ona katlanamamasıdır. İncelikten, doğumla gelen o yaşam ilminden yoksundur, dolaysız olanın içindeki mutlağı ayırt etmekte beceriksizdir; tabiatın bütünü içinde, bir olay gibi, bir sapma, bir sapkın mezhep, bir oyunbozan, bir zirzop, her şeyi, korkusunu bile karmaşıklaştıran bir gafil gibi belirir - korkusu vahim bir hal alarak kendinden korkmaya dönmüştür; bir tanrıyı bile yıldırabilecek bir mukadderata maruz kalan, muazzamın cazibesine kapılmış geberiğin yazgısı karşısında duyulan dehşete. Ayrıcalığı trajiklik olduğu içindir ki, Yaratıcı'sından uzun ömürlü olacağını hissetmemek elinde değildir; gururu buradan gelir, ürküntüsüde; paniğini yok edivermek, kendisiyle karşılaşmamak için o kendinden kaçma ve üretme ihtiyacı bir de.
Tanrı kendisinin "olan" olduğunu ileri sürebilmişse, tamamen zıddındaki insan, "olmayan" diye tanımlayabilirdi kendini. Ve tam da o eksiklik, o varoluş noksanlığı, tepki olarak çalım satmaya başlamasına yol açarak meydan okumaya ya da yırtıcılığa teşvik eder onu.
Vaktiyle her şeyden istifade ediyorduk, bilinç hariç; şimdi bilince malikken, onun tarafından hırpalanırken ve gözümüze başlangıçtaki masumiyetin tam aksi ucu gibi görünürken, ne onu üstlenmeyi ne de ondan yüz çevirmeyi becerebiliyoruz. Herhangi bir yerde kendimizdekinden fazla gerçeklik bulmak, yanlış yola sapmış ve düşüşe müstahak olduğumuzu teslim etmektir.
Cennetteki her şeye rağmen heveskarlığı bitmeyen insan, oradan kovulur kovulmaz heveskarlığı kesmiştir: Becerebileceğine asla inanılmayacak bir ciddiyet ve sebatla, derhal yeryüzünün fethine girişmemiş midir? Mamafih içinde ve üzerinde, humma aralarında kendini gösteren, yeryüzü harici gerçekdışı bir şey taşır. Bulanıklık ve ikirciklik sayesinde, hem buralıdır hem değildir. Yoklukları esnasında, koşuşturmasının yavaşladığı ya da askıda kaldığı anlarda onu gözlemlediğimiz vakit, sadece ilk vatanının değil, o kadar sabırsızlıkla ve dört gözle beklediği o sürgünün de içine etmiş olmanın pişmanlığıyla çileden çıktığını görmez miyiz bakışında? Göstermeliklerle cebelleşen bir gölge; kendini yürürken gören, istikametini ya da nedenini ayırt etmeksizin hareketlerini seyre dalan bir uyurgezer.
Bir canavarın başka bir canavarın üzerine tüm ağırlığıyla çökmesi, canavarlığı iki misline çıkarmaktadır: Cisimleştirdiği fikre varıncaya kadar insanı unutmak, her tedavi usulünün önşartını oluşturmalıdır. Çare varlıktadır, varlıklarda değil; zira varlıkların dertleriyle temas içinde hiç kimse iyileşmez.
İnsanlık bu kadar uzun süre mutlağa bağlanmışsa, kendi içinde bir sağlık kaynağı bulamadığındandır. Aşkınlığın tedavi edici meziyetleri vardır: Kendini hangi kılıkta sunarsa sunsun, bir tann, iyileşmeye doğru bir adım anlamına gelir. Şeytan bile bizim için hemcinslerimizden daha etkili bir başvuru merciidir. Bizi aşan bir kuvvete yalvararak ya da onu yerden yere vurarak duadan ve küfürden bilaistihza yararlanabildiğimiz zaman, daha sağlıklıydık.Kendimize mahkOm kılınmamızla birlikte dengesizliğimiz arttı. Kendine olan saplantıdan kurtulmaktan daha acil bir zaruret yoktur. Peki ama bir sakat, bizzat özündeki zaaf olan sakatlığı yokmuş gibi davranabilir mi? Devasızlık merte besine terfi etmişizdir; elemli maddeyiz, uluyan teniz, çığlıkların kemirdiği kemikleriz; bizzat sessizliklerimiz ise boğuk hıçkırıklardan ibaret.
Kusursuz bir kişiyle karşılaşmış olmakla övünebilecek kimse yoktur; oysa hem iyilik hem kötülük bakımından her cinsten aşırılarla düşüp kalkarız: meczuplar, çilekeşler, peygamberler, bazen de azizler... Bir itaatsizlik ve reddediş fiiliyle doğduğumuzdan, ilgisizliğe pek hazırlanmamıştık. Akabinde bilgi gelerek bizi iyiden iyiye uygunsuz kıldı. Bilgi aleyhinde sızlanılabilecek tek şey, yaşamaya yardım etmemiş olmasıdır. Ama işlevi gerçekten bu mudur ki? Sinsi maksatlarımızı doğrulasın, güç ve yadsıma düşlerimizi kolaylaştırsın diye dönmemiş miyizdir ona doğru?
Birbiriyle bağdaşmaz ve çelişik düzenlere bağlıdır insan; türümüzün eşsiz tarafı ise adeta alemlerin dışında yer almasıdır. Dışsal olarak her şeyimiz hayvanı andırıp hiçbir ilahi veçhemiz olmasa da, ilahiyat bizim halimizi zoolojiden daha iyi açıklar. Tanrı bir anormalliktir, hayvan ise değildir; bizim de Tanrı gibi tipimiz saptanamaz; indirgenemediklerimizle var oluruz. Şeylerin kıyısında kaldıkça, her şeyin kıyısında olanı daha çok anlarız; hatta belki de yalnız onu iyi anlarız. . . Durumu hoşumuza gider ve büyüler bizi; yüce olan anormalliği ise, bizimkinin ideal dışavurumu, tamama ermesi gibi görünür bize. Mamafih onunla ilişkilerimiz kanşıktır: İkirciksiz ya da art düşüncesiz seveme diğimizden, sorgularız onu, sorularımızla bunaltırız.
Tann'nın, dünyanın ve kendinin kıyısında, her zaman kıyıda! Bu paradoksu daha iyi hissettikçe, aklını buna takıp alınyazımıza bağlanan bariz olamayışı algıladıkça, daha da insanlaşılır; zira insan olunabilmesi inanılmaz bir şeydir... - elimizde bin tane çehre olup hiçbiri olunmaması, her an kimlik değiştirip yine de düşükleşmeden vazgeçilmemesi. Gerçekle aran bozulmuşken, kendinle aran bozulmuşken, kendine ve başkalarına nasıl güvenirsin?
Bir fiyasko üstadının eseri olan insan, akamete uğramıştır kuşkusuz, fakat usta işi bir akamettir bu. Vasatlığı bile olağan üstüdür, ondan nefret edildiği zaman bile itibarı yerindedir.
Değerlendirmelerimize ayağımız dolanmış bir halde, ekmek ve sudan vazgeçebilip iyilik ve kötülükten vazgeçemezken, kökenimizi nasıl yeniden bulmalı? Varlıkla doğrudan bağlara hala nasıl sahip olmalı? Ona karşı günah işlemişizdir; yolumuzu şaşırmamızın sonucu olan tarihin anlamını ise ancak onu uzun bir kefaret, soluk soluğa bir pişmanlık, adımlarımıza inanmaksızın üstün çıktığımız bir yarış telakki edersek anlarız. Zamandan daha hızlıyız, hem sahtekarlığını hem yapmacıklarını taklit ederek aşarız onu.
Tanrı'yla akrabalığımızdan ötürü, O'na yabancı muamelesi yapmak yakışıksız olurdu; üstelik bizim yalnızlığımız, daha mütevazı bir ölçekte de olsa, onunkini çağrıştırmak.tayken. Fakat bu yalnızlık ne kadar mütevazı olursa olsun, yine de az ezmez bizi; hele üzerimize bir ceza gibi çöküp tahammül edilmesi maharet ve doğaüstü yetenekler isterken - yaratılış olayı ayn tutulursa her zaman her şeyden kopuk olmuş olanın yanına değil de nereye sığınalım?
Başlangıcımızın hakkını verememiş olduğumuzdan, geleceğe doğru koşar, kaçarız. Hırsımız ve çılgınlığımız, hatırasının tasallutuna uğramamamızın imkansız olduğu o hakiki masumiyeti teğet geçmiş olmamızın pişmanlığından gelmez mi?
İnsanın kendi durumundan feragat etmeye ya da onu yeni bir gözle değerlendirmeye hazır olmaması, bilginin ve iktidarın nihai derslerini henüz çıkannamış olmasındandır. Kendi anınında geleceğine, Tann'yı yakalayıp geçmenin elinde olduğuna kanaat getirmiştir ve -hasetle- evrim fikrine bağlanır; sanki ilerleme olgusu onu ille de en yüksek mükemmeliyet derecesine taşımak zorundaymış gibi. Başka olmayı isteye isteye, sonunda hiçbir şey olmaz; hiçbir şey değildir artık. Evrilir kuşkusuz; ama kendine karşı, onu harap eden bir kannaşıklığa doğru ve kendi aleyhine evrilir. Oluş ve ilerleme görünürde komşu, gerçekte ayn mefhumlardır. Her şey değişir elbette, ama asla değilse de nadiren iyiye doğru olur bu.
Mademki Adem'den beri tasarladığımız ve giriştiğimiz her şey ya şaibeli ya tehlikeli ya yararsız, ne yapmalı? Türle ilişiğimi kesmeli? Asıl insan olduğuna pişman olunduğu vakit insan olunduğunu unutmak olur bu. Bu pişmanlık sizi bir ele geçirdiğinde ise, onu geçiştirmenin yolu yoktur: Hava kadar kaçınılmaz ve o kadar ağır hale gelir... Çoğu insan farkında olmadan, bunu düşünmeden soluk alır elbette; soluklan bir gün kesilirse, mesele haline gelen havanın onlara nasıl her an musallat olacağım göreceklerdir.
İnancınızı bir başkasına benimsetmeye mi çalışıyorsunuz? Hiçbir zaman onun selamete ermesi için olmayacaktır bu; onu sizin gibi dert çekmeye mecbur bırakmak içindir, aynı badirelerle karşılaşıp aynı sabırsızlığı yaşaması içindir. Sabahlara kadar uyumuyor, dua ediyor ve endişelere mi gark oluyorsunuz? Bari öteki de aynısını yaşasın, iç çeksin, inildesin, sizinle aynı işkenceler ortasında çırpınsın diyedir. Müsamahasızlık, şöyle veya böyle istemiş olduktan bir azabın umumileştiğini ve kurumlaştığını görme temennisinden ibaret bir imanları olan harap ruhlann işidir. Başkasının mutluluğu, hiçbir zaman bir eylem saiki ya da ilkesi olmamış olduğundan, ancak vicdanını rahatlatmak ya da soylu bahaneler uydurmak için zikredilir.
Kimse kimseyi kurtarmaz; zira ancak kendi kendimizi kurtarabiliriz ve ancak göz kamaştırmak isteğiyle saçıp savurduğumuz mutsuzluğu kanaat kılığına iyice sokabildiğimizde beceririz bunu. Büründüğü görünümler ne kadar muteber olursa olsun, inanç yayıcılığı yine de sonuçları bakımından bariz bir saldırganlıktan bile beter olan şaibeli bir cömertlikten türer. Lakin, kabullendiği disipline de, razı olduğu boyunduruğa da tek başına tahammül edebilen hiç kimse yoktur.
"Sırf birilerinin bizi okuduğu düşüncesi, aklımızı kaçırmamıza yeter."
Geleceğimiz daraldıkça, bizi yıkanın içine yuvarlanırız. Uyuşturucumuz uygarlıktır; onunla öyle zehirlenmişizdir ki, ona olan bağlılığımız, kendinden geçme ve tiksinme karışımı olan bir iptila hadisesinin özelliklerini arz eder. Olduğu haliyle, işimizi bitirecektir, bu hususta hiç şüphe yoktur; bundan vazgeçip azat olmaya gelince, yapamayız bunu, bugün her zamankinden az. Bizi bundan kurtarmak için kim yetişirdi imdadımıza?
Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine doğru yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kurulur.
İhtiyaçlarımızın kaynağı olan arzularımız, içimizde sabit bir endişeye yol açar; onun ürpertisi, tabiat tayken kısa süreli bir tehlike önünde duyulan ürpertiden başka türlü katlanılmazdır. Duraklamalı titremeyiz artık; amansızca titreriz. Korkunun kaygıya dönüşmesiyle ne kazanmışızdır? Anlık bir panik ile yaygın ve sürekli bir diğer panik arasında gidip gelmeye kim dayanabilir? Böbürlendiğimiz güvenlik, tüm anlarımızı, hem şimdi hem geleceğinkileri zehirleyen kesintisiz bir çarpıntıyı gizler; kimi anlan vuku bulmamış, kimilerini de kavranılmaz kılmaktadır. Arzularımız dehşet konularımızla iç içe geçtiğinden, bunu hiç hissetmem diyene ne mutlu! Daha bunlardan birini hisseder hissetmez, o da bir başkasını doğurur; sağlıksız olduğu kadar acınası bir sürekliliktir bu.
Görünüşlerin hizmetindeki her arzu, özümüzün dışına bir adım attırarak bizi yeni bir nesneye çiviler ve ufkumuzu sınırlar. Mamafih, ne kadar azarsa, içinden yayıldığı o marazi susuzluğu tefrik etmemize o kadar imkan verir. Tabii olmaktan mı çıkıyordur? Biz uygarlaşmışlann haline mi bağlıdır? Temelden bulaşıktır, cevherimize varıncaya kadar bozup kirletir bizi. Derin zorunluluklanmıza eklenen, bizi biçimsizleştiren ve lüzumsuz yere ket vuran her şey kusurdur. Buna mukabil, uygarlığımızın aktığı yönün aksinde yaşamaya teşvik eden her şey, bizi gidişatı bozup sabote etmeye çağıran her şey, erdemdir.
Tabiatın bizi bolca donattığı kaba ama eninde sonunda katlanılabilir çilelerle yetinebilecekken, ona tahammül etmek ve yol açtığı ince çilelerle karşı karşıya kalmak zorunda olmanın tesellisini bulamayız.
Arzulardan kopabilecek durumda olsaydık, aynı anda kaderden de kopardık; varlıklardan, şeylerden ve kendimizden üstün olup, kendimizi dünyayla karıştırmaya da ayak direyince, kimliğimizi feda ederek, bir anonimlik ve feragat alıştırmasından ayrılmaz olan özgürlüğe erişirdik.
Hıristiyanlık bizi hezeyan içinde kimseler haline getirerek, istemeye istemeye -şimdi kurbanı olduğu- bir uygarlığı doğurmaya hazırlıyordu : Aşın ihtiyaçlar, aşın talepler yaratmamış mıdır bu bizde?
Evreni ne kadar egemenliğimiz altına alsak ve sahiplensek de, zamanın hakkından gelmediğimiz müddetçe köle kalacağız.
Uygarlık şeylere nasıl el koyacağımızı öğretir, oysa onları elimizden çıkarma sanatında yol göstermelidir bize; zira yoksunlaşma çıraklığı etmeden özgürlük de olmaz "hakiki yaşam" da.
Biri ya da bir şey olmakla kendini kısıtlarsa kimse azat olamaz. Sahip olduğumuz ya da ürettiğimiz her şey, varlığımızın üzerine eklenen ya da ondan doğan her şey, tabiatımızı bozar ya da boğar bizi. Hiçbir işe girişmeden potansiyellikte ve etkilenmezlikte sebat etmek varken, bizzat varlığımıza varoluşu iliştirmiş olmak nasıl bir hata ve nasıl bir yaradır! En büyük yara olan doğma derdini hiç kimse üzerinden atamaz. Oysa bir gün iyileşmek umuduyla hayatı kabullenir ve badirelerine katlanırız. Yıllar geçer, yara kalır.
Geleceğin üzerine eğilip donakalmış nice filozofumuz, anların elinden kayıp gittiğini hissederek artık bunu aklına getirmemeye çabalayan -ama aklı hala orada kalan- bir insanlığın yorumcularıdır aslında. Sistemleri eninde sonunda o takıntının ve adeta daldan dala gidişatının görüntüsünü sunar.
Kendini akıl yürütmelerinde sürüklenmeye bırakan kim olursa olsun, aklını kullandığını unutur; doğurgan bir düşüncenin, hatta düpedüz düşüncenin koşulu da bu unutuştur.
Aklın sonunda kendi dayanaklarını biçtiği ve kendi kendini kemirdiği süreç anlaşılmak isteniyorsa, kendi kendini yok eden kavramsal özlü bir ilke göz önüne getirmek gerekir. Kesinliğin imkansızlığını ilan etmekle yetinmeyip, fikrini bile dışlar akıl; hatta daha da ileri gidip her tür barizlik biçimini reddedecektir; zira barizlikler koptuğu varlıktan ileri gelir; bu kopuş ise şüpheyi doğurur, tanımlar ve pekiştirir.
Her kim ki düşüncesinin dengesine önem verir, özle ilgili batıl inançlara el atmaktan sakınacaktır. Burada zihin için hayati bir gereklilik vardır; bunu bir tek kuşkucu es geçer - muhafaza edecek hiçbir şeyi olmadığından, kesinliklerin sürmesi için elzem sırlara da yasaklara da riayet etmez o. Derdi de kesinliklerdir zaten ! Kendine yakıştırdığı görev, bunları eşeleyip kökenlerini faş ederek lekelemek; üzerinde temellendikleri ve en ufak incelemeyle bir varsayım ya da yanılsamadan farksız olduğu ortaya çıkan veriyi teşhis etmektir. İnsanların çekingenlik ya da tembellik yüzünden sorgulamalarına ve kaygılanmalarına tayin ettikleri bir sınırdan başka bir şey görmediği esrara da fazla yüz vermeyecektir. Her yerde olduğu gibi burada da bu anti-fanatiğin hoşgörüsüzce peşinden koştuğu, dokunulmazlığın yıkımıdır.
Kendi ölçümüzü koymamıza engel olan, içimizdeki şüpheci'dir; sorgulama ve ret yeteneklerimizi istismar ettikten sonra, bize zihin açıklığı angaryasını dayatarak sürmenaja uğratan, tüketen ve hüsranlanmızın eline bırakan odur. Her şüphe, kuvvetlerimizle orantısızdır bir anlamda. Bizim kuvvetlerimizle mi sadece? Acı çeken bir tann. . . görülmüştür bu, normaldir; şüphe duyan bir tanrı ise bizim kadar sefildir.
Bir devrin süresi bittiğinde, her şeyi görüp geçirmiş bir zihin, kaba insanlara nasip olan, mümküne yatırım yapıp bunun içinde yan gelerek yatma talihi dışında neyi düşleyebilir? Artık takılmadığı şüpheleri savunmaktan, ya da aşağıladığı nevzuhur dogmalara katılmaktan aciz olduğundan, içgüdünün reddedilemez tezahüratını zihnin yüce kendini çekişiyle alkışlar
Dogmatik bir zihni olan iblis, maksatlarına erişmek için bazen savaş hilesi yaparak kuşkuculuğun yollarını kullanır; hiçbir şeyi benimsemediğine inandırmak ister, şüphe ediyormuş gibi yapar ve fırsat bulursa, şüphenin yardımcılığına soyunur. Onu tanımasına rağmen, yine de asla buna teşne olmaz; o kadar da çekinir ki, onu kurbanlarına telkin mi edeceği, yoksa ceza olarak mı çarptıracağından emin bile değildir.
Dengemizin önündeki büyük engel, hüzün, yaygın bir benimsemezlik halidir; kendinden emin olmayan bir olumsuzlamadır; üstelik tasvip ya da şüphe hallerine bürünmeye elverişsizdir. Sakat taraflarımızı rahatlatır hüzün; inkardan bezerek aniden uğraşsızlaşan bir iblisin sakatlıklarını ise daha da rahatlatır. Kötülüğe inanmayı kesip iyilikle sözleşmeye hiç yanaşmayınca, bütün düşmüşlerin en ateşlisi kendini, vazifeden ve imandan mahrum, zarar vermekten aciz, kaostan tepesi atmış, kinayenin tesellileri olmaksızın reddedilmiş görür. Hüznün metruk bir cehennemi akla getirmesi, içinde feragat etmeye hazır, köpürtülmüş ve tefekküre yönelik, kendine karşı olmasa da önüne her gelene karşı işlemeye isyan eden bir kötülükten bir şeyler olmasındandır. Oluşun tutkusunu kaldırır; öfkesini içe atmaya, kendini yiyip bitirmeye, kendini tahrip ederek sakinleşmeye mecbur eder onu.
Kesinlik yeryüzüne yerleşse ve bütün zihinlerdeki merak ve endişe izlerini tamamen ortadan kaldırsa, alnına kuşkuculuk yazılmış olan için hiçbir şey değişmezdi. Kuşkuculuğun gerekçelerini tek tek yerle bir ettiğinizde bile, konumunda bir değişikliğe yol açmaz bu. Onu oradan çıkartmak için, derinlemesine silkelemek için, kararsızlıklara doymazlığına, şaşakalmaya susamışlığına yüklenmek gerekir: Onun aradığı hakikat değil, sonu olmayan sorgulamadır.
Bağımlı olmak, kullaşmak, herkes için büyük iştir. Kuşkucunun reddettiği de tam budur. Hizmet eder etmez seçim yapılmış olduğu için kurtulunduğunu bilir oysaki; her seçim ise bulanıklığa, lanete, sonsuza bir meydan okumadır. İnsanların dayanak noktalarına ihtiyaçları vardır; her ne pahasına olursa olsun, hatta hakikat hilafına kesinlik isterler. Kesinlik dinçleştirici olduğundan ve yalanlığını bile bile onsuz yapamadıklarından, onu elde etme çabalarından hiçbir kuruntu alıkoyamayacaktır onları.
Şüpheyle kurulan uzun süreli bir yakınlık sonrasında, gururun özel bir biçimine gelirsiniz: Ötekilerden yetenekli olduğunuza inanmazsınız, sadece onlardan daha az safdil olduğunuza inanırsınız. Şunun veya bunun sizinkileri gölgede bırakacak yetenek ya da bilgilerle donanmış olduğunu bilseniz bile, hiçbir şeyi değiştirmez bu; esasa elverişsiz olup nafileliğe batmış biri muamelesi yaparsınız ona. Adını bile koyamadığınız sayısız badireler mi atlatmış? Varlıklar ve şeyler üzerine sahip olduğunuz o yegane büyük tecrübenin hayli berisinde kalakalmış görünecektir yine de size.
Anlamsız olduğumuz duygusuna kapıldıkça, ötekileri de bir o kadar hor görürüz; kendi hiçliğimizin barizliğiyle aydınlandı ğımızda ise, var olmayı bile keserler. Başkalarına ancak kendimizde keşfettiğimiz kadar gerçeklik isnat edebiliriz. Artık kendimiz hakkında kendimizi kandırmamız imkansız olduğu zaman, hemcinslerimizin varoluşunu kurtarabilme'nin tek yolu olan o asgari körlüğü ve cömertliği gösteremez hale geliriz. Basiretin bu derecesinde, onlara dair kuruntumuz kalmadığından, hükümsüzlüklerini göremeyecek durumda kuklalarla bir tutarız onları . O zaman söylediklerini ve yaptıklarını nasıl kaale alalım?
ŞAYET HER BİRİMİZ bütün tasarılarına ve fiiliyatına ilham kaynağı olan en gizli arzusunu itiraf etseydi, şunu söyleyecekti: "Methedilmek istiyorum." Hiçbiri itirafa razı olmayacaktır, zira toplum tarafından reddedilmişlerin ve talihi yaver gidenlerin eşit bir yoğunlukta acısını çektikleri bir yalnızlık ve güvensizlikle beliriveren bu kadar acınası ve bu kadar aşağılayıcı bir zaafını ilan etmek, iğrenç bir iş yapmaktan daha yüz kızartıcıdır. Hiç kimse olduğundan da yaptığından da emin değildir. Meziyetlerimizle ne kadar dolduruşa gelirsek gelelim, endişe kemirir içimizi ve onu aşmak için aldatılmaya, nereden ve kimden gelirse gelsin onay görmeye razıyızdır.
Zafer arzusu sizi terk mi ediyor? Onunla birlikte, sizi dürtükleyip üretmeye, kendinizi gerçekleştirmeye, kendinizden çıkmaya iten o ıstıraplar da çekip gider. Bunlar ortadan kaybolduğunda, ne iseniz onunla yetineceksiniz, sınırlarınızın içine döneceksiniz; üstünlük ve ölçüsüzlük isteği yenilip yıkılmış olacak. Yılanın hükümdarlığından çıkınca, eski iğvadan, sizi diğer mahluklardan ayırt eden lekeden hiçbir izi korumayacaksınız artık. Hfila insan olduğunuz kesin mi? Bilinçli bir bitki olursunuz en fazla.
Görünürde herkes kendinden memnundur; gerçekte ise hiç kimse. Öyleyse iyilikseverlik icabı dostları ve düşmanları, istisnasız tüm fanileri övmek ve onların bütün saçmalıklarına eyvallah demek mi gerekecektir? Kendinden duyulan şüphe varlıkları o derece ezer ki buna çare olarak birbirini gözünde büyütmek ve mahcubiyet çekmeden methetmek için iki bedbaht arasındaki örtülü anlaşmayı, aşkı icat etmişlerdir. Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur; biraz normal kaldığımız müddetçe, her ikisine karşı da hassasızdır; buna gönlümüz elvermiyorsa, hemcinslerimiz arasında daha ne arıyoruz?
Dünyanın dışına en ufak sıçrayış, kendimizi gerçekleştirme, aşma ve ötekileri ezme irademizi aksatır. Meleğin bahtsızlığı, zafere erişmek için çırpınmak zorunda olmamasından gelir: Zaferin içinde doğmuştur, orada aylakça yayılmıştır, özü birdir onunla. Daha ne istesin? Kendine arzular icat etme kaynağı bile yoktur onda. Üretmek ile var olmak iç içe ise, onun durumundan daha gerçekdışı ve hazin bir şey pek yoktur. Alınyazınızda bu yokken ilgisiz rolü yapmak tehlikelidir: Bir eserin tamamına erdirilmesi için elzem olan, sizi zenginleştirecek bir sürü kusuru yitirirsiniz. Yaşlı insanı soymak, kendimizi öz kaynağımızdan yoksun bırakmaktır, bile isteye saflık çıkmazına dalmaktır. Geçmişimizin, çirkefimizin, hem yakın tarihli hem kökendeki yozlaşmamızın katkısı olmaksızın, ruh boş gezer. Selametini feda etmeyenin vay haline !
Mademki yapılan büyük, önemli ve benzeri görülmemiş her şey zafer arzusundan çıkıyor, bu arzu zayıfladığında ya da söndüğünde ve ötekilerin gözünde önemli olmayı istemiş olmanın utancını duyduğumuzda ne olur? Buralara nasıl gelebildiğimizi anlamak için, içgüdülerimizin hakikaten etkisiz hale geldiği o anlara bir bakalım. Hata hayattayızdır, fakat artık pek umurumuzda değildir: İlginç olmaktan uzak bir tespit; hakikat, yalan - birbiriyle eş değerde, hiçbir şeyi kapsamayan öylesine sözcükler. . . Olan, olmayan - görünüşler arasında hiyerarşi kurma zahmetine hala girildiği o safhayı aştığımızda, bu nasıl bilinir? İhtiyaçlarımız, arzularımız bize paraleldir; düşlerimizi ise artık biz düşlemiyoruzdur, içimizde başka biri yerimize düşlüyordur. Bizzat korku bile bizim korkumuz değildir artık.
Adımızın güneşin etrafına kazınmasını temenni ettikten sonra, öteki uca düşer ve adımızın her taraftan silinip ilelebet yok olması için dilekler tutarız. Kendimizi göstermedeki sabır sızlığımız hiçbir sınır tanımamıştı ya, silinmek için sabırsızlığımız da tanımayacaktır. Feragat iradesini kahramanlık mertebesine vardırarak, karanlığımızın büyümesinde, geçişimizin en ufak izini ve soluğumuzun en ufak hatırasını yok etmede kullanırız enerjimizi. Kim olursa olsun bize bağlanandan, bize güvenenden veya bizden bir şey bekleyenden nefret ederiz. Ötekilere hala verebildiğimiz tek taviz onları hayal kırıklığına uğratmaktır.
Silinmeyi fazla gözümüzde büyüttüğümüz ve modemlerin en azından o silik, "Bütün yaşamım boyunca rahatı, çıkarı, mutluluğu, her şeyi yazgım için feda ettim" sözüne horgörüyle baktığımız zaman - hayli tatmin de duyarak bunun tam zıddındaki külyutmazın öfkesini getiririz gözümüzün önüne; hiçbir iz bırakmamak için, girişimlerini tek bir hedefe yöneltir o: Kimliğini ortadan kaldırmak, benliğini buharlaştırmak. Fark edilmeden geçip gitme arzusu o kadar şiddetlidir ki Anlamsızlığı sistem, tanrısallık mertebesine çıkartır ve önünde diz çöker. Artık hiç kimse için var olmamak, hiç yaşamamış gibi yaşamak, olayı de etmek, hiçbir andan da yerden de kendine paye çıkarmamak, kulluktan ilelebet kurtarmak kendini! Özgür olmak, bir kader arayışından azat olmaktır; hem seçilmişlerden hem de lanetlenmişlerden olmaktan vazgeçmektir; özgür olmak, kendini hiçbir şey olmamaya alıştırmaktır.
Kendini Tanrı tarafından tanınıyor zannetmek, onun yakınlığını ve methiyelerini aramak, onunkiler dışında tüm oylan hor görmek - ne kendini beğenmişlik ve ne kuvvet! İyileri gibi kötü eğilimlerimizi de sadece din tamamen tatmin eder.
Kendimizle ne kadar dolu olursak olalım, tedirgin bir ekşimişlik içinde yaşarız; bunun elinden ancak, taşlar bile bir merhamet dalgasına kapılarak bizi pohpohlamaya karar verse kurtulabilirdik. Sessizlikte inat ettikleri müddetçe, ıstırap içinde de belenmekten, saframızı yutkunmaktan başka şey yapamayız.
Cennet insanın olmadığı yerdir. Bunun bilincine vardıkça, Adem'in davranışını daha az mazur görürüz: Hayvanlarla çevriliyken, daha ne dileyebilirdi ki? Çehrelerimize kayıtlı o rezil lanetle her an karşı karşıya gelmek zorunda olmama mutluluğunun değerini nasıl bilmemiştir? Huzur ancak soyumuzun tükenmeye yüz tutmasından sonra tasarlanabilir olduğundan, o zamana kadar, ıvır zıvır için kendimize eziyet etmeyi keselim; bakışlarımızı başka yere, hiç kimsenin zapturaptı altında olmayan kısma çevirelim. Şeyler üzerine görüş açımızı, en gizli yalnızlığımızla yüz yüze gelerek, gerçekliğin ancak en derinlerimizde olduğunu ve artakalan her şeyin yanılgı olduğunu keşfettiğimiz vakit değiştiririz.
Övgünün ve kınamanın bize erişemediğinin zannedildiği ve artık hiç kimsenin gözünde iyi ya da kötü izlenim bırakmaya önem atfedilmediği vakit nasıl bir ferahlama hissedilir! Baskı anlarıyla kesilen tuhaf ferahlık, rahatsızlıkla beraber gelen kurtuluş...
Yetersizliklerimiz belirginleştikçe zaferin vurguları artar ve bizi çeker; içimizdeki boşluk çağırmaktadır onu; cevap vermediği zaman ise, onun yedeğini, ünü kabulleniriz. Buna heves ettiğimiz ölçüde, çözülmez olanın içinde çırpınırız.
HANGİ MEZİYEITE olursa olsun, afiyeti yerinde biri daima hayal kırıklığına uğratır. Söylediklerine en ufak itibar göstermek, bu sözlerde bahane ya da cambazlıklardan başka şey görmek imkansızdır. Laflarımıza tek başına muayyen bir derinlik veren korkunçluk tecrübesine malik değildir o; bela tahayyülü de yoktur; o tahayyül olmaksızın, ayrık varlıklar olan o hastalarla hiç kimse iletişim kuramaz; o tahayyülde olunsa afiyetin kaçmaya başlayacağı da doğrudur.
Rahatsızlıklarımızdan yana bilinç arttıkça, kendimizi özgür hissetmemiz gerekirdi. Bunun tersi olur. Sakatlıklarımız biriktikçe, çılgınlıklarının her biri bir sekteyle eş değerde olan bedenimizin merhametine kalırız.
Her birimiz geçmiş dertlerimizin ürünüyüz; endişeli olduğumuzda da gelecektekilerin... İnsan olma hastalığının muğlaklığına ve belirsizliğine, birçok belirgin başkası eklenir; tüm bunlar bize, yaşamın mutlak bir emniyetsizlik hali olduğunu, büs bütün geçici olduğunu, kazai cinsten bir varoluşu temsil ettiğini haber verir. Ama yaşam bir kaza ise, birey de kazanın daniskasıdır o zaman. İyileşmek diye bir şey yoktur; daha doğrusu, "iyileşmiş" olduğumuz tüm hastalıkları içimizde taşırız, bizi asla bırakmaz bu hastalıklar. Devasız olsalar da olmasalar da, acının yaygın bir tahassüse dönüşmemesi için hazır ve nazırdırlar: Onu güçlendirir, düzenler, kurala bağlarlar. .
Acı olmasa, Yeraltından Notlar'ın yazarının iyi gördüğü gibi, vicdan da olmazdı. Ve bütün canlıları etkileyen acı, vicdanın sadece insana mahsus olmadığını varsayma imkanı veren yegane göstergedir. Bir hayvana eziyet ederseniz, bakışındaki ifadeyi izlerseniz, bir anlığına onu kendi halinin üzerine sıçratan bir şimşek çakışı algılarsınız. Ne olursa olsun, acı duyar duymaz, bize doğru bir adım atar, bize erişmeye çabalar. Ve onun derdi sürdükçe ona en ufağından da olsa bir derece vicdan göstermememiz imkansızdır.
İyilik ve kötülüklerin dağıtımında hiçbir ahlaki lüzum da yoktur, hakkaniyet de yoktur. Buna sinirlenip Eyüb'ün abartılarına mı düşelim? Acıya isyan etmek nafiledir. Öte yandan, tevekkül artık kabul görmemektedir: Çilelerimizi pohpohlamayı ve güzelleştirmeyi reddetmez mi o? Cezasız kalınmadan cehennemin şiirselliğine halel getirilemez. Güncel olmadığı gibi, aynı zamanda mahkumdur da: Zayıflıklarımızın hiçbirine karşılık veremeyen bir meziyettir bu.
Mutsuzluk dünyaya tahassüs yoluyla sızdığına göre, duyularımızı yok etmek ve ilahi bir irade yitimine kendimizi bırakmak daha iyi olurdu. İştahlarımızın dağılıp gidişini hesaba kattığımız vakit ne doygunluktur ne genleşmedir o! Müphem şekil de kendini düşünen iç huzuru, bu geviş getirmeye hasım her ufuktan, onu hiçbir şey hissetmemenin yumuşaklığından kopartabilecek her şeyden yüz çevirir. Zevklerden de acılardan da aynı şekilde tiksindiğimiz ve bundan bıkkınlık derecesinde bezdiğimiz zaman, düşlediğimiz, bir başka tahassüs değildir; namevcut görünecek derecede ayırt edilmez izlenimlerden oluşan yavaşlatılmış bir yaşamdır. O zaman en ufak heyecan bir saçmalık belirtisinden ibaret olur ve bir heyecan duyar duymaz imdat diye bağırma noktasında teyakkuza geçeriz.
Dertlerimizi alt etmekten aciz olduğumuza göre, onları işlemeye teşne olmak düşer hissemize. Bu teşnelik, acı çekmemenin üzerine şehvet tanımayan eskilere saçmalığın dik filası gibi görünürdü. Onlar kadar makul olmayan bizler, çırpınmanın manevi ilerleme belirtisi telakki edildiği yirmi asır sonunda farklı hükme varırız bu hususta. Acayip, perişan ve yüz buruşturan bir Kurtarıcı'ya alışkın olan bizler, kadim tanrıların laubaliliğinden, ya da nebati bir saadete dalmış bir Buda'nın tebessümünden tat almaktan acizizdir. Nirvana, etraflıca düşünülürse, bitkilerin özündeki sırra vakıf görünmüyor mudur? Ancak bizimkine zıt bir varlık biçimini model alarak ereriz selamete.
Acı çekmeyi sevmek yersiz olarak kendini sevmektir, ne isek ondan hiçbir şeyi yitirmemeyi istemektir, kendi sakatlıklarının tadını çıkarmaktır. Sakatlıklarımızın üzerine eğildikçe, "İnsan nasıl mümkün oldu?" sorusunu kendimize soradurmaktan hoşlanırız. İnsanın ortaya çıkıvermesindeki sorumlu etkenlerin dökümünde, hastalık başta gelir. Ama onun hakikaten ortaya çıkabilmesi için, kendi dertlerine başka yerlerden dertlerin katılması gerekmiştir; çünkü bilinç, türümüzün, bütün türlerin maruz kaldığı aksiliklerin ve badirelerin, baş döndürücü sayıda gecikmiş ya da frenlenmiş dürtülerin taçlanrnasıdır. İnsan ise, bu sonsuz badirelerden istifade ettikten sonra, elinden geldiğince onları haklı göstermeye ve anlamlandırmaya uğraşır. "Boş yere değillermiş, sizinkilerden daha çeşitli ve daha tahammül edilmez olan benim badirelerimi hazırlayıp haber verdiler," der, kendininkiler kadar müstesna ıstıraplara erişemeyen canlı varlıkların hepsine, teselli niyetine...
TABİAT YALNIZCA ölümü akla getirmekten muaf tuttuklarına cömert davranmıştır. Ötekileri ise, iyileşme yollan sunmadan, hatta bunu telkin bile etmeden, korkuların en eskisi ve en kemirgenine havale etmiştir. Ölmek normalse de, ölümün üzerinde fazla durmak ya da her vesileyle onu düşünmek normal değildir. Zihnini ondan hiç çevirmeyen kişi, bencilliğini ve tafracılığını ispat etmiş olur; başkalarının onun hakkındaki izlenimleri uyarınca yaşadığından, bir gün artık hiçbir şey olmama fikrini kabullenemez; unutuluş her anki kabusu olduğundan, saldırgan ve geçimsizdir, hırçınlığını ve kaba davranışlarını ortalığa dökmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Ölümden çekinmekte bir zarafetsizlik yok mudur?
Tolstoy'un bunalımı ve "dine dönüş"ü, yeteneklerinin tükenmesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamanın mantığı yoktur. İvan İlyiç'in Ölümü, Efendi ile Uşağı, Sergi Baba, Şeytan gibi son dönem eserlerinde pörsümüş bir dehada görülmeyecek bir yoğunluk ve derinlik vardır. Tolstoy'da bir pörsüme olmamış, sadece ilgi merkezi değişmiştir. Hfila varlıkların dışsal yaşamı üzerine eğilmeyi itici bulduğundan, onları ancak o zamana kadar içinde yaşadıkları kurgulardan kopmaya sevk oldukları bir bunalıma düştükleri andan itibaren nazarıdikkate almak istiyordu.
Dirilik intihara bir engel teşkil etmez pek: İzlediği istikamete ya da onda iz bırakanlara bağlıdır her şey. Tolstoy da zaten kendini yok etmeye iten kuvvetin daha önce onu hayata bağlayana benzer olduğunu saptar; şu farkla ki, diye ekler, şimdi ters yönde vuku bulmaktadır.
Varlığın boşluklarının idrakine düşkün olmak, zihin açıklığı ifratından kendi yıkımına koşmak, çökmek ve mahvolmak... bunun imtiyazı kansızlık çekenlerde değildir; kuvvetli bünyeler, kendileriyle biraz çatışma haline girerlerse, başka türlü bir alınganlık gösterirler buna; tüm ateşliliklerini ve tüm çılgınlıklarını katarlar buna; bir ceza gibi telakki etmek gereken bunalımlara maruz kalan da onlardır, zira enerjilerini birbirini yemeye hasretmeleri normal değildir. Kariyerlerinin doruğuna mı varmışlar? Çözülmez soruların ağırlığı altında ezilecek, ya da görünüşte aptalca ama aslında özle ilgili bir baş dönmesine yem olacaklardır; kargaşaya kapılıp sersemleşene kadar "Ne lüzumu var?" veya "Ya sonra peki?" diye kendine tekrarlayan Tolstoy'u ele geçiren baş dönmesi gibi.
Nefretle kurtuluş olmaz ve hem kendinden hem her şeyden tiksinirken nasıl ölümün aşıldığı, "bittiği" o mıntıkaya sıçrama yapılabileceği pek görülmez. Dünyadan ve kendinden nefret etmek, hem dünyaya hem kendine fazla itibar etmektir, her ikisinden de azat olmaktan aciz hale gelmektir. Bilhassa kendinden nefret, çok büyük bir yanılsamaya tanıklık etmektedir. Kendinden nefret ettiği için, Tolstoy yalan içinde yaşamaya son verdiğini zannediyordu. Oysa insan, kendini feragate hasretmediği takdirde (ki bunu yapmaktan acizdi o) ancak yalan söyleyerek ve kendine yalan söyleyerek yaşayabilir.
Bilgi eksiği sayesinde yaşarız ancak. Bilir bilmez, artık hiç bir şeyle uyuşmayız. Cehalet içinde kaldığımız müddetçe, görünüşler çoğalarak onları sevmemizi ve onlardan nefret etmemizi, onlarla didişmemizi sağlayan bozulmazlığı bir nebze muhafaza ederler. Fantazmalarla nasıl boy ölçüşelim? Fantazmalar, yanılgımızı anladıktan sonra artık öz mertebesine terfi ettiremediğimizde görünüşlerin dönüştükleri haldir. Bilgi, daha doğrusu uyanış, görünüşlerle aramızda maalesef çatışma olmayan bir boşluğa yol açar; öyle olsaydı her şey daha iyi olurdu; hayır, bütün çatışmaların kalkmasıdır o; trajikliğin menhus feshidir.
Ruh uyandığında kudretlerinden yoksun kalır ve en ufak bir yaratıcı süreci bile ne başlatabilir ne destekleyebilir. Kurtuluş ilhamın tam karşı ucunda olduğundan, kendini buna hasretmek, bir yazar için, istifayla, hatta intiharla eşdeğerdir. Şayet üretmek istiyorsa, iyi ve kötü eğilimlerini, bilhassa kötüleri izlemelidir; bunlardan kurtulursa, kendinden uzaklaşır: Çileleridir şansları. Onun için yeteneklerini heba etmenin en emin yolu, kendini başarının ve başarısızlığın, hazzın ve zahmetin, yaşamın ve ölümün üzerine yerleştirmektir.
Sadece içinde ya da dışında mükemmeliyetsizliğe aç bir tanrı, sadece perişan bir tanrı yaratılışı hayal edip hayata geçirebilirdi; sadece bu kadar yatıştınlmamış bir varlık bu tür bir ameliyata cüret edebilirdi. Kısırlık etkenleri arasında bilgeliğin başta gelmesi, bizi dünyayla ve kendimizle barıştırmaya uğraşmasındandır; hırslarımız ve yeteneklerimiz üzerine çökebilecek en büyük beladır; uslulaştırır onları, öldürdüğünü bile söyleye biliriz; neyse ki ürkütücü olan vasıflarımızın derinliğine zulmederek sırlarımıza halel getirir; bizi baltalar, batını, bütün kusurlarımızı tehlikeye atar. Arzularımıza suikastta bulunarak bağlılık ve tutkularımızı aşağılayıp bastırdık mı? Bizi buna yüreklendirenlere lanet okuyacağızdır; en başta da, içimizdeki bilgeye, hiçbir pişmanlığı ortadan kaldırmadan her şeyimizi tedavi etme suçunu işleyen amansız düşmanımıza... Eskiden kendini kaptırmış olduğu şeylere can atanın şaşkınlığı sınırsızdır ve bunun üstesinden gelememenin tesellisini bulamadığından, sükunet zehriyle geberir. Bütün arzuların boşluğu bir kere idrak edilince, bunları yeniden duyup kendini art düşüncesiz olarak bunların eline bırakmak için insanüstü bir bulanıklaşma çabası gerekir, azizlik gerekir.
İçimizde bir deli vardı, bilge onu kovmuştur. Gerçek ile yanılsama arasındaki, görünüşler için onca yıkıcı o ayrımcılığı olur olmaz yerde işe katmadan bize onları kabullendiren, sahip olduğumuz en kıymetli şey, deliyle beraber gitmiştir. O deli burada oldukça, çekinecek hiçbir şeyimiz yoktu; keza görünüşler de, kesintisiz mucizeyle, gözlerimizin önünde başkalaşarak şeylere dönüşmekteydi. Deli ortadan kaybolunca, görünüşler de sınıf düşer ve ilkel içeriksizliklerine dönerler. Varoluşa tuz biber katmıştır deli; varoluş olmuştur. Şimdi ise, ilgiye değer hiçbir şey, hiçbir dayanak noktası kalmamıştır. Asıl baş dönmesi, delilik yokluğudur. Kendini gerçekleştirmek, çokluğun sarhoşluğuna hasretmektir kendini. Bir'de hiçbir şeyin önemi yoktur, Bir'in kendisinden başka. Öyleyse kırıp dağıtalım onu; eğer ilgisizliğin büyüleyiciliğinden kurtulmakta ısrarcı isek, eğer içimizdeki ya da dışımızdaki yeknesaklığın son bulmasını istiyorsak. Dünya yüzeyinde gıdıklayıcı olan her şey, orada ilginç diye nitelediğimiz her şey, sarhoşluğun ve cehaletin meyvesidir. Daha biz ayılır ayılmaz, her tarafta saplanıp kalmışlık ve perişanlık ayırt ederiz ancak
Doğuştan gelen bir zaaf sonradan edinilmiş bir meziyete yeğlenir olduğundan, kendini kabullenmeyenler karşısında ister istemez bir rahatsızlık hissederiz; keşişin, peygamberin, insancılın, zar zor harcama yapan cimrinin, tevekkül edemeyen hırslının, gönül okşamayı beceremeyen küstahın, bilgeyi de hariç tutmaksızın kendini gözetleyen herkesin, kendini denetleyip mecburiyetler koyan ve asla kendi olmayan insanın karşısında... Sonradan edinilmiş meziyet yabancı cisimdir; ne başkalarında ne kendimizde hoşlanırız bundan: Benlik karşısındaki bir zaferdir peşimize takılan; bizi bunaltan ve bundan övünme payı çıkardığımızda bile ıstırap veren bir başarı. Herkes ne ise onunla yetinse: Kendini iyileştirmeyi istemek, azap ve bela düşkünlüğü değil midir?
Sonuçları ağır olan bir kararsızlık, bizi baskılayan bir kusurdur bu; oysa bir patlama, kabaca komikleşerek bile bitse, yatıştırmış olurdu bizi. Elzem olduğu kadar zahmet de isteyen öfke, saplantılara yem olmamızı engeller ve ciddi komplikasyonlar riskinden esirger: Bizi cinnetten koruyan bir cinnet krizidir bu. Ona, onun düzenli tezahürüne bel bağlayabildiğimiz müddetçe, dengemiz temin edilmiş olur - aynı şekilde utancımız da. Manevi ilerleme için bir engel olmasını rahatlıkla kabul ederiz; ama yazar için (mademki burada onun durumunu da göz önüne alıyoruz) mizaç dalgalanmalarına hakim olmak iyi değildir, hatta tehlikelidir. Elinden geldiğince idare etmelidir onları; aksi takdirde cezası edebi ölümdür.
Öfkelenince, yaşadığımızı hissederiz; o maalesef uzun sürmediğinden, fazla aptalca, fazla soyut, hem sıcaklığı hem soluğu olmayan ve en ufak ferahlama sağlamaktan aciz horgörüden her halükarda daha fazla kaynak sunan -gıybetten iftiraya- yan ürünleriyle yetinmek gerekir; bundan yüz çevrildiğinde, başkalarını karalamanın şehveti keşfedilir hayranlıkla. Nihayet onlarla aynı düzeydeyizdir, mücadele veriyoruzdur, yalnız değilizdir.
Hakkımızda edilen kem sözün de, bize yapılan kötülük gibi ancak bizi yaralıyorsa, kırbaçlayıp uyandırıyorsa değeri vardır. Buna duyarsız olma talihsizliğine mi uğradık? Y ıkıeı bir yaralanmazlık haline düşeriz, insanlardan gelen darbelerin ve hatta bahtımızın darbe lerinin fıtratında olan imtiyazları yitiririz (iftirayı aşan, ölümüde zahmetsizce aşacaktır). Hakkımızda ileri sürülenler bizi hiç bir şekilde etkilemiyorsa, dışarıdan gelecek onaylardan ayrılmaz bir vazifeyle kendini tüketmek niye? Mutlak bir özerkliğin ürünü olan bir eser tasarlanır mı? Kendini yaralanmaz kılmak, ortak yaşamda duyulan hislerin neredeyse tamamına kendini kapatmaktır. Yalnızlığın sırlarına vakıf oldukça, kalemi elden daha çok bırakmayı dileriz. Başkaları artık umurunuzda değilse, hiç kimse düşman olmaya layık değilse, neden ve kimden konuşulur? Görüşlere tepki vermeyi kesmek, bizi teyakkuza geçirmesi gereken bir belirtidir; reflekslerimizin hilafına edinilmiş ve bizi gözü oyuk bir ilahın jeste değer hiçbir şey bulmadığı için artık kımıldamamaktan memnun duruşuna sokan meşum bir üstünlüktür. Bunun tam zıddında, var olduğunu hissetmek, açıktan açığa ölümlü olana gönlünü kaptırmaktır, manasızlığa ibadet etmektir, boşluğun bağrında kendi kendini tahriş ededurmaktır, hiçliğin içinde küsedurmaktır.
bizi canımızdan bezdiren sakatlıkların koskoca bir kısmı, bütün o bulanık, sinsi, izi sürülmez dertler, hiddetlerimizi ya da kederlerimizi dışavurmama mecburiyetimizden gelir. Ve de kendimizi en kadim içgüdülerimize koyvermeme mecburiyetinden...
İnsan kendini uyuşukluk içindeyken öldürmez; kendine karşı bir hiddet buhranıyla yapar bunu (Ajax tipik intiharcı olarak kalır hep); şöyle tanımlanabilecek bir duygunun azmasıyla: "Kendi kendimi hüsrana uğratmaya daha fazla dayanamam." Konusu olduğumuz bir hüsranın en derinine yapılan bu en üst sıçramayı ancak seyrek aralıklarla sezsek bile, üzerimizdeki ta sallutu sürer; kendimizi öldürmemeye kesinkes karar vermiş olsak bile. Bunca yıl boyunca kendimize el kaldırmayacağımız hususunda bizi temin eden bir "ses" olmuşsa da, yaş ilerledikçe daha az duyulabilmektedir. Böylelikle, gittikçe biz, şimşek gibi çakan bazı sessizliklerin insafına kalırız.
Kendini öldüren kişi, başkalarını da öldürebileceğini, o dürtüyü hissettiğini, fakat bunu kendine karşı yönelttiğini kanıtlamaktadır. Kurnaz bir havası olması ise, alttan alta, kendisinden nefretinin dönemeçlerini izlediğinden ve önce doğumunu gözden geçirip hızla ona lanet okuduktan sonra, can vereceği darbeyi haince bir zalimlikle uzun uzun kurduğundandır. Kötülüğün kökü kazınmak isteniyorsa aslında doğuma yüklenmek gerekir. Bundan ikrah getirmek akla yatkındır, oysaki zor ve alışılmamıştır. Ölümün karşısına, başa gelmesi gerekenin karşısına dikiliriz. Başka türden tamiri imkansız bir olay olan doğumu ise kenarda tutarız, pek uğraşmayız onunla: Her birimize dünyanın ilk anı kadar uzak görünür geçmişinde. Ancak kendini ortadan kaldırmayı aklından geçiren gider oraya kadar; üremenin adlandırılamayan mekanizmasını unutmayı becerememektedir adeta; geriye dönük tiksintisiyle ise içinden çıktığı tohumu hiçe saymaya çalışmaktadır.
İSTEDİGİM KADAR anlara yapışayım, anlar sıvışıyor: Bana hasmane davranmayan, tanımazdan gelmeyen ve benimle düşüp kalkmayı reddettiğini bildirmeyen tek bir an yok. Hepsi yanaşılmaz olan bu anlar birbiri ardına, tecridimi ve yenilgimi ilan ediyorlar. Ancak kendimizi onlar tarafından taşınır ve korunur hissedersek harekete geçebiliyoruz. Bizi yüzüstü bıraktıkları zaman, ister büyük ister alelade bir işe kalkışmak. için elzem dayanağın eksikliğini çekiyoruz. Hiçbir yerde zemin kalmayınca yoksunlaşarak., alışılmamış bir belaya çatıyoruz: Zaman hakkı olmama belasına.
Miadı geçmişlikler istifliyorum, durmak.sızın onlardan imal ediyorum ve kendi müddetini doldurmasına fırsat vermeden şimdi'yi o uçuruma atıyorum. Yaşamak, mümkünün sihrine maruz kalmaktır; ama bizzat mümkünün içinde, gelecek olan miadı geçmiş idrak edildiği vak.it, her şey potansiyel geçmişe dönüşür ve artık ne şimdi ne gelecek olur. Benim her bir anda ayırt ettiğim, o anın soluksuzlaşıp hırıltıya dönüşmesi; bir başka ana geçişi değil. Ölü zaman işliyor, oluşun boğulmasında debeleniyorum
Başkaları zamana düşer, bense zamandan düştüm. Zamanın üzerinde yükselen ebediyetin yerini, onun aşağısında kalan öteki ebediyet alır; o kısır mıntıkada artık ancak tek bir arzu duyulur: Tekrar zamanla bütünleşmek, her ne pahasına olursa olsun ona yükselmek, yerleşilen bir yuva yanılsaması için ondan bir parseli sahiplenmek. Ama zaman kapalıdır, ama zaman erişilmezdir: Bu negatif ebediyet, bu kötü ebediyet de zamana nüfuz etmenin imkansızlığından ibarettir zaten.
Zaman kanımdan çekildi; birbirine destek olur ve birlikte akarlardı; şimdi donup kalmışlarken, artık hiçbir şeyin olmamasına şaşmak mı gerek? Tekrar ilerlemeye koyulsalar, yalnız onlar beni tekrar canlılar sınıfına sokar ve içinde kokuştuğum şu alt-ebediyetten tahliye ederlerdi. Ama ne ister ne de yapabilirler bunu. Efsunlanmışlar herhalde: Kımıldamayacaklardır artık, donup kalmışlardır. Damarlarıma sızabilen hiçbir an yok. Yüz yıllar sürecek bir kutup kanı! Soluk alan her şey, varlık rengindeki her şey, zamanı bilinmeyecek kadar eskinin içinde dağılıp gidiyor. Şeylerin usaresini vaktiyle hakikaten tatmış mıydım? Nasıl bir çeşnisi vardı? Bana erişilmez ve yavan geliyor şimdi. Gıyabında doygunluk bu.
Zamanı hissetmiyorsam da, ona herkesten uzak olsam da, buna mukabil bilirim, durmadan gözlemlerim onu: Bilincimin merkezini işgal eder. Bizzat bunu yaratanın aklını buna takıp o kadar düşünmüş olduğuna nasıl inanılır? Bunu yarattığı doğruysa da, Tann bir mesele haline getirip üzerine düşünmediği için, derinlemesine bilemezdi onu. Ama benim kanaatim o ki, sadece bundan saplantılarımın maddesini oluşturmak maksadıyla kaydınlmışım zamandan. Bende uyandırdığı nostaljiye minnettarım doğrusu.
Vaktiyle onun içinde yaşamış olduğum varsayılsa bile, hangi zamandı ve onun tabiatını ne yolla tasavvur edeyim? Aşinası olduğu zaman artık bana yabancı, hafızamdan firarda, ömrümün bir parçası değil artık. Ve o zamana tekrar yerleşmek yerine hakiki ebediyete ayak basmanın benim için daha zahmetsiz olacağını sanıyorum. Zaman'da olmuş ve artık orada olamayanın vay haline! (Düşmüşlüğün dibi: Zamanla nasıl oynaşabilmişim? Halbuki selametimi daima onun dışında tasarlamış; hep onun son istihkaklarını kullanma noktasında olduğu, içeriden kemirilip özünden vurulduğu için de süre noksanlığı çektiği kesinliğiyle yaşamıştım.)
Doğasını bozmamamı imkansız kılacak kadar fazla arzuladım zamanı; onu dünyadan tecrit ettim, başka her tür gerçeklikten bağımsız bir gerçeklik haline getirdim onu; yalnız bir evren, yedekte bir mutlak: Tüm farz ettikleriyle ve tüm sürükledikleriyle zaman bağlantısını kesen tuhaf ameliye; figüranın başrol oyuncusuna dönüşmesi, istismara açık kaçınılmaz terfi. Beni cezbetmeyi başarmış olduğunu inkar edemem. Ama benim bir gün ona olan saplantımdan basirete geçeceğimi, bunun ona yönelik tehdit olarak getireceği her şeyle birlikte öngörmemiş ol duğu da bir vakıadır.
Zihnin onun derinliğini yoklamadaki ısrarına direnemeyecek bir yapıdadır. Bu ısrarla yoğunluğu ortadan kalkar, dokusu tarazlanır ve onu çözene sadece lime lime parçalarla yetinmek kalır. Bilinmek değil yaşanmak için yapılmış olmasındandır bu;onu irdelemek, yoklamak, alçaltmaktır, eşyaya dönüştürmektir. Buna kim yeltenirse, kendi benliğine de bu şekilde muamele edecektir sonunda. Her tahlil biçimi bir hürmetsizlik olduğundan, bu davranışa girmek edepsizcedir. Depreştirmek için sırlarımıza indiğimiz ölçüde, müşkülattan rahatsızlığa, rahatsızlıktan da dehşete geçeriz. Kendini tanımanın bedeli her zaman çok yüksektir. Düpedüz bilginin de keza. İnsan bunun dibine ulaştığında, yaşamaya tenezzül etmeyecektir artık. İzah edilmiş bir evrende, hiçbir şeyin bir anlamı olmayacaktır, delilik hariç. Etraflıca tetkik ettiğimiz bir şey, önemini yitirir. Aynı şekilde, birine nüfuz mu ettik? Onun için en iyisi ortadan kaybolmaktır. Tepkiden ziyade edepten; bütün canlıların maske gibi taşıdığı gerçekdışılığı gizleme arzusundan... O maskeyi çıkarıp almak, mahvetmektir onları, kendini mahvetmektir. Bilgi Ağacı'nın altında fazla oyalanmak yaramaz.
Var olduğunu bilmeyen her varlıkta, bilinçten masun her yaşam biçiminde kutsal bir şey vardır. Bitkiye hiçbir zaman imrenmemiş kişi insanlık faciasını ıskalamıştır.
Hep kendi kendine, kendinin önünde, aynı 'nın huzurunda kalındığında, insan kendini özgür zannedebilir. Hem alınyazısı hem tasallut olan bu kimlik bizi kusurlarımıza zincirler, geriye çeker ve bizi yeninin, zamanın dışına fırlatır. Ve buradan fırlatıldığımızda, geleceği hatırlarız, artık koşmayız oraya.
Özgürlüğün sadece serabı gerçektir; o olmasa, hayat pek uygulanabilir, hatta kavranabilir olmazdı. Bizi özgür olduğumuza inanmaya teşvik eden, genel olarak bunun gerekliliği, özel olarak da kösteklerimiz konusundaki bilincimizdir; bilinç mesafe icap ettirir ve her mesafe içimizde bir özerklik ve üstünlük duygusuna yol açar; bu duygunun ancak öznel bir değer taşıdığını ise belirtmeye bile gerek yoktur. Ölüm bilinci ölüm fıkrini ne bakımdan yumuşatıyor ya da zuhurunu geciktiriyor? Ölümlü olduğunu bilmek, aslında iki defa, yok, ölmemiz gerektiğini bildiğimiz her defada ölmektir.
Zamanın içinde kaldığımız müddetçe, rekabete girmeye niyetlendiğimiz hemcinslerimiz vardır; oradan çıkar çıkmaz, yapabildikleri ya da bizim hakkımızda düşünebildikleri artık pek ırgalamaz bizi; çünkü onlardan ve kendimizden o kadar kopmuşuzdur ki bir eser üretmek ya da sadece bunu aklından geçirmek bile fuzuli ya da yakışıksız görünür bize.
İnsan tanrıların karşısına dikilir ve hayalet vasıflarını tanıyarak inkar eder onları; zamanın altına fırlatıldığında ise kendini onlardan o kadar uzakta bulacaktır ki, bunun fıkrini bile koruyamayacaktır. Bu unutuşun cezası olarak da, tam düşmüşlüğü tecrübe edecektir. Olduğundan fazlasını olmak isteyen kişinin azalacağı kesindir. Gerilimin dengesizliğinin akabinde, az çok kısa bir sürede, bırakıvermişliğin ve terk etmişliğin gerilimi gelecektir. Bu simetri bir kez ortaya koyuldu mu, daha ileri gitmek ve düşmüşlükteki esrarı kabullenmek gerekir. Düşmüş kişinin rateyle hiç alakası yoktur; tabiatüstü bir şekilde çarpılmış biri fikrini çağrıştırır daha ziyade; meşum bir güç onun üzerine çullanmış ve melekelerini ele geçirmiştir adeta.
İrade eksikliği bir hastalık ise, bizzat iradede bir başka hastalıktır, daha beteridir: İnsanın talihsizliklerinin tümü, onun noksanlıklarından ziyade ifratından gelir. Fakat içinde bulunduğu durumda zaten fazlasını istiyorsa, bir de insanüstülük mertebesine erişse ne olurdu? Kuşkusuz paramparça olur ve kendi üzerine çökerdi. Ve çöküşle mi yıkımla mı vardığı en nihayetinde önemsiz vadeye, aşağıdaki ebediyete girmek için muazzam bir yol sapmasıyla zamandan düşmeye sürüklenirdi.