İNSANIN HER SANİYE insan olduğunu hatırlaması iyi değil. Kendi üzerine eğilmek zaten kötü; saplantılı bir işgüzarlıkla türün üzerine eğilmek ise daha beter: İçebakıştaki keyfi sefilliklere nesnel bir zemin ve felsefi bir haklılık atfetmek bu. Benliğimizi ezip öğüttükçe, bir kaprise kurban olduğumuzu düşünmekten medet umarız; bütün benlikler bitmek bilmez bir geviş getirmenin merkezi haline gelir gelmez, bir dolambaç üzerinden kendi durumumuzdaki mahzurları umumileşmiş buluruz; kendi kazamız evren düzeyinde geçerli durum, kaide mertebesine erişir.
Önce var olmanın ham gerçeğindeki anormalliği, sonra özgül durumumuzdakini idrak ederiz: İnsan olma şaşkınlığından önce, olma şaşkınlığı gelir. Mamafih şaşakaldıklarımızın ilk verisini halimizdeki uygunsuzluk oluşturuyor olmalı: İnsan olmak, sadece olmaktan daha az doğal. İçgüdüsel olarak hissederiz bunu; nesnelerin mutlu mesut uykusuyla özdeşleşmek için kendimizden yüz çevirdiğimiz her seferinde alınan o haz da buradan gelir. Kendinin karşısına dikilip, hiçbir şeye, garabetimize bile denk gelmediğimizde gerçekten kendimiz oluruz ancak. Bizi bunaltan lanet, yüzünü bilgi ağacına doğru dönmesinden hayli önce ilk atamıza da yük olmaktaydı zaten. Kendinden hoşnut değildi, bilincinde olmadan gıpta ettiği Tann'dan ise hiç hoşnut değildi; yıkımının failinden ziyade yardımcısı olan ayarıcının marifetleri sayesinde varacaktı bu bilince.
"Bahçedeki bütün ağaçlardan yiyebilirsin, ama iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yemeyeceksin; zira ondan yediğin gün, kesinlikle öleceksin.
Psikologluğu daha iyi olan yılan kazanmıştır. Kaldı ki, insanın tek hedefi ölmekti
Hayli izafi bir huzur ve güvenlik, doğru; zira düşüşün öyküsü, soyumuzun başlatıcısının Adem'in ortasındayken bir rahatsızlık duymuş olması gerektiğini sezdirebilir bize; böyle olmasa, şeytana bu kadar kolay uymasını nasıl açıklardık? Uymuş mudur? Kendi kaşınmıştır daha ziyade. O mutlu olma beceriksizliği; hepimize miras kalan, o mutluluğu taşıyamama hali zaten görülmekteydi onda.
Yaratıcı'nın bize pay ettiği cehalet yeteneği'ne bir sadakatsizlikle başlamış bir kariyerden başka ne beklenir? Bilgi tarafından zamana itilince, aynı anda bir kader bahşolunmuştur bize. Zira kader ancak cennetin dışında olur.
Eğer insanın içinde en ufak bir ebediyet istidadı olsaydı, bilinmeyene, yeniye, tahlil iştahının getirdiği yıkımlara doğru koşmak yerine, yakınlığı içindeyken inkişaf ettiği Tann'yla yetinirdi. Ondan azat olmaya, kopmaya heves etti ve umduğunun da ötesinde becerdi bu işi. Cennetin birliğini bozduktan sonra, yeryüzünün de birliğini bozarak onun tanzimini ve anonimliğini yıkacak bir parçalanma nedeni getirdi. Kuşkusuz önceden de ölüyordu, ama ilk ayırt edilmezlik içinde bir tamama eriş olan ölüm, onun şimdi verdiği anlama da sahip değildi, onarılmazlığın sıfatlarıyla da yüklü değildi.
Bir yırtıcı kedi, gerçek olan kuvvetine hiçbir şey katma ihtiyacı duymadığından, alet kullanacak kadar alçalmaz. İnsan her konuda anormal bir hayvan olduğu, kendini sürdürüp varlığını perçinleyecek kadar yetenekli olmadığı, dinçlikten değil de noksanlıktan şedit, zayıf bir konumdaysanız gözünüzün yaşına bakmayan, bizzat intibakızlığı nedeniyle saldırgan olduğu için, bünyesi varoluş mücadelesinin icaplarını karşılayabilse gerçekleştiremeyeceği, hatta tahayyül bile edemeyeceği bir başarının yollarını aramak zorunda kalmıştır. Her şeyi abartmasının, mübalağanın onda hayati bir ihtiyaç olmasının nedeni, en baştan ekseni ve dizgini kaymış olduğundan, kendini olan'a sabitleyememesidir; dönüştürmek ve aşmak istemeksizin gerçeği saptayamaması ve ona katlanamamasıdır. İncelikten, doğumla gelen o yaşam ilminden yoksundur, dolaysız olanın içindeki mutlağı ayırt etmekte beceriksizdir; tabiatın bütünü içinde, bir olay gibi, bir sapma, bir sapkın mezhep, bir oyunbozan, bir zirzop, her şeyi, korkusunu bile karmaşıklaştıran bir gafil gibi belirir - korkusu vahim bir hal alarak kendinden korkmaya dönmüştür; bir tanrıyı bile yıldırabilecek bir mukadderata maruz kalan, muazzamın cazibesine kapılmış geberiğin yazgısı karşısında duyulan dehşete. Ayrıcalığı trajiklik olduğu içindir ki, Yaratıcı'sından uzun ömürlü olacağını hissetmemek elinde değildir; gururu buradan gelir, ürküntüsüde; paniğini yok edivermek, kendisiyle karşılaşmamak için o kendinden kaçma ve üretme ihtiyacı bir de.
Tanrı kendisinin "olan" olduğunu ileri sürebilmişse, tamamen zıddındaki insan, "olmayan" diye tanımlayabilirdi kendini. Ve tam da o eksiklik, o varoluş noksanlığı, tepki olarak çalım satmaya başlamasına yol açarak meydan okumaya ya da yırtıcılığa teşvik eder onu.
Vaktiyle her şeyden istifade ediyorduk, bilinç hariç; şimdi bilince malikken, onun tarafından hırpalanırken ve gözümüze başlangıçtaki masumiyetin tam aksi ucu gibi görünürken, ne onu üstlenmeyi ne de ondan yüz çevirmeyi becerebiliyoruz. Herhangi bir yerde kendimizdekinden fazla gerçeklik bulmak, yanlış yola sapmış ve düşüşe müstahak olduğumuzu teslim etmektir.
Cennetteki her şeye rağmen heveskarlığı bitmeyen insan, oradan kovulur kovulmaz heveskarlığı kesmiştir: Becerebileceğine asla inanılmayacak bir ciddiyet ve sebatla, derhal yeryüzünün fethine girişmemiş midir? Mamafih içinde ve üzerinde, humma aralarında kendini gösteren, yeryüzü harici gerçekdışı bir şey taşır. Bulanıklık ve ikirciklik sayesinde, hem buralıdır hem değildir. Yoklukları esnasında, koşuşturmasının yavaşladığı ya da askıda kaldığı anlarda onu gözlemlediğimiz vakit, sadece ilk vatanının değil, o kadar sabırsızlıkla ve dört gözle beklediği o sürgünün de içine etmiş olmanın pişmanlığıyla çileden çıktığını görmez miyiz bakışında? Göstermeliklerle cebelleşen bir gölge; kendini yürürken gören, istikametini ya da nedenini ayırt etmeksizin hareketlerini seyre dalan bir uyurgezer.
Bir canavarın başka bir canavarın üzerine tüm ağırlığıyla çökmesi, canavarlığı iki misline çıkarmaktadır: Cisimleştirdiği fikre varıncaya kadar insanı unutmak, her tedavi usulünün önşartını oluşturmalıdır. Çare
varlıktadır, varlıklarda değil; zira varlıkların dertleriyle temas içinde hiç kimse iyileşmez.
İnsanlık bu kadar uzun süre mutlağa bağlanmışsa, kendi içinde bir sağlık kaynağı bulamadığındandır. Aşkınlığın tedavi edici meziyetleri vardır: Kendini hangi kılıkta sunarsa sunsun, bir tann, iyileşmeye doğru bir adım anlamına gelir. Şeytan bile bizim için hemcinslerimizden daha etkili bir başvuru merciidir.
Bizi aşan bir kuvvete yalvararak ya da onu yerden yere vurarak duadan ve küfürden bilaistihza yararlanabildiğimiz zaman, daha sağlıklıydık. Kendimize mahkOm kılınmamızla birlikte dengesizliğimiz arttı. Kendine olan saplantıdan kurtulmaktan daha acil bir zaruret yoktur. Peki ama bir sakat, bizzat özündeki zaaf olan sakatlığı yokmuş gibi davranabilir mi? Devasızlık merte besine terfi etmişizdir; elemli maddeyiz, uluyan teniz, çığlıkların kemirdiği kemikleriz; bizzat sessizliklerimiz ise boğuk hıçkırıklardan ibaret.
Kusursuz bir kişiyle karşılaşmış olmakla övünebilecek kimse yoktur; oysa hem iyilik hem kötülük bakımından her cinsten aşırılarla düşüp kalkarız: meczuplar, çilekeşler, peygamberler, bazen de azizler... Bir itaatsizlik ve reddediş fiiliyle doğduğumuzdan, ilgisizliğe pek hazırlanmamıştık. Akabinde bilgi gelerek bizi iyiden iyiye uygunsuz kıldı. Bilgi aleyhinde sızlanılabilecek tek şey, yaşamaya yardım etmemiş olmasıdır. Ama işlevi gerçekten bu mudur ki? Sinsi maksatlarımızı doğrulasın, güç ve yadsıma düşlerimizi kolaylaştırsın diye dönmemiş miyizdir ona doğru?
Birbiriyle bağdaşmaz ve çelişik düzenlere bağlıdır insan; türümüzün eşsiz tarafı ise adeta alemlerin dışında yer almasıdır. Dışsal olarak her şeyimiz hayvanı andırıp hiçbir ilahi veçhemiz olmasa da, ilahiyat bizim halimizi zoolojiden daha iyi açıklar. Tanrı bir anormalliktir, hayvan ise değildir; bizim de Tanrı gibi
tipimiz saptanamaz; indirgenemediklerimizle var oluruz. Şeylerin kıyısında kaldıkça, her şeyin kıyısında olanı daha çok anlarız; hatta belki de yalnız onu iyi anlarız. . . Durumu hoşumuza gider ve büyüler bizi; yüce olan anormalliği ise, bizimkinin ideal dışavurumu, tamama ermesi gibi görünür bize. Mamafih onunla ilişkilerimiz kanşıktır: İkirciksiz ya da art düşüncesiz seveme diğimizden, sorgularız onu, sorularımızla bunaltırız.
Tann'nın, dünyanın ve kendinin kıyısında, her zaman kıyıda! Bu paradoksu daha iyi hissettikçe, aklını buna takıp alınyazımıza bağlanan bariz olamayışı algıladıkça, daha da insanlaşılır; zira insan olunabilmesi inanılmaz bir şeydir... - elimizde bin tane çehre olup hiçbiri olunmaması, her an kimlik değiştirip yine de düşükleşmeden vazgeçilmemesi. Gerçekle aran bozulmuşken, kendinle aran bozulmuşken, kendine ve başkalarına nasıl güvenirsin?
Bir fiyasko üstadının eseri olan insan, akamete uğramıştır kuşkusuz, fakat usta işi bir akamettir bu. Vasatlığı bile olağan üstüdür, ondan nefret edildiği zaman bile itibarı yerindedir.
Değerlendirmelerimize ayağımız dolanmış bir halde, ekmek ve sudan vazgeçebilip iyilik ve kötülükten vazgeçemezken, kökenimizi nasıl yeniden bulmalı? Varlıkla doğrudan bağlara hala nasıl sahip olmalı? Ona karşı günah işlemişizdir; yolumuzu şaşırmamızın sonucu olan tarihin anlamını ise ancak onu uzun bir
kefaret, soluk soluğa bir pişmanlık, adımlarımıza inanmaksızın üstün çıktığımız bir yarış telakki edersek anlarız. Zamandan daha hızlıyız, hem sahtekarlığını hem yapmacıklarını taklit ederek aşarız onu.
Tanrı'yla akrabalığımızdan ötürü, O'na yabancı muamelesi yapmak yakışıksız olurdu; üstelik bizim yalnızlığımız, daha mütevazı bir ölçekte de olsa, onunkini çağrıştırmak.tayken. Fakat bu yalnızlık ne kadar mütevazı olursa olsun, yine de az ezmez bizi; hele üzerimize bir ceza gibi çöküp tahammül edilmesi maharet ve doğaüstü yetenekler isterken - yaratılış olayı ayn tutulursa her zaman her şeyden kopuk olmuş olanın yanına değil de nereye sığınalım?
Başlangıcımızın hakkını verememiş olduğumuzdan, geleceğe doğru koşar, kaçarız. Hırsımız ve çılgınlığımız, hatırasının tasallutuna uğramamamızın imkansız olduğu o hakiki masumiyeti teğet geçmiş olmamızın pişmanlığından gelmez mi?
İnsanın kendi durumundan feragat etmeye ya da onu yeni bir gözle değerlendirmeye hazır olmaması, bilginin ve iktidarın nihai derslerini henüz çıkannamış olmasındandır. Kendi anınında geleceğine, Tann'yı yakalayıp geçmenin elinde olduğuna kanaat getirmiştir ve -hasetle- evrim fikrine bağlanır; sanki ilerleme olgusu onu ille de en yüksek mükemmeliyet derecesine taşımak zorundaymış gibi. Başka olmayı isteye isteye, sonunda hiçbir şey olmaz; hiçbir şey değildir artık. Evrilir kuşkusuz; ama kendine karşı, onu harap eden bir kannaşıklığa doğru ve kendi aleyhine evrilir. Oluş ve ilerleme görünürde komşu, gerçekte ayn mefhumlardır. Her şey değişir elbette, ama asla değilse de nadiren iyiye doğru olur bu.
Mademki Adem'den beri tasarladığımız ve giriştiğimiz her şey ya şaibeli ya tehlikeli ya yararsız, ne yapmalı? Türle ilişiğimi kesmeli? Asıl insan olduğuna pişman olunduğu vakit insan olunduğunu unutmak olur bu. Bu pişmanlık sizi bir ele geçirdiğinde ise, onu geçiştirmenin yolu yoktur: Hava kadar kaçınılmaz ve o kadar ağır hale gelir... Çoğu insan farkında olmadan, bunu düşünmeden soluk alır elbette; soluklan bir gün kesilirse, mesele haline gelen havanın onlara nasıl her an musallat olacağım göreceklerdir.
İnancınızı bir başkasına benimsetmeye mi çalışıyorsunuz? Hiçbir zaman onun selamete ermesi için olmayacaktır bu; onu sizin gibi dert çekmeye mecbur bırakmak içindir, aynı badirelerle karşılaşıp aynı sabırsızlığı yaşaması içindir. Sabahlara kadar uyumuyor, dua ediyor ve endişelere mi gark oluyorsunuz?
Bari öteki de aynısını yaşasın, iç çeksin, inildesin, sizinle aynı işkenceler ortasında çırpınsın diyedir. Müsamahasızlık, şöyle veya böyle istemiş olduktan bir azabın umumileştiğini ve kurumlaştığını görme temennisinden ibaret bir imanları olan harap ruhlann işidir. Başkasının mutluluğu, hiçbir zaman bir eylem saiki ya da ilkesi olmamış olduğundan, ancak vicdanını rahatlatmak ya da soylu bahaneler uydurmak için zikredilir.
Kimse kimseyi kurtarmaz; zira ancak kendi kendimizi kurtarabiliriz ve ancak göz kamaştırmak isteğiyle saçıp savurduğumuz mutsuzluğu kanaat kılığına iyice sokabildiğimizde beceririz bunu. Büründüğü görünümler ne kadar muteber olursa olsun, inanç yayıcılığı yine de sonuçları bakımından bariz bir saldırganlıktan bile beter olan şaibeli bir cömertlikten türer. Lakin, kabullendiği disipline de, razı olduğu boyunduruğa da tek başına tahammül edebilen hiç kimse yoktur.
"Sırf birilerinin bizi okuduğu düşüncesi, aklımızı kaçırmamıza yeter."
Geleceğimiz daraldıkça, bizi yıkanın içine yuvarlanırız. Uyuşturucumuz uygarlıktır; onunla öyle zehirlenmişizdir ki, ona olan bağlılığımız, kendinden geçme ve tiksinme karışımı olan bir iptila hadisesinin özelliklerini arz eder. Olduğu haliyle, işimizi bitirecektir, bu hususta hiç şüphe yoktur; bundan vazgeçip azat olmaya gelince, yapamayız bunu, bugün her zamankinden az. Bizi bundan kurtarmak için kim yetişirdi imdadımıza?
Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine doğru yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kurulur.
İhtiyaçlarımızın kaynağı olan arzularımız, içimizde sabit bir endişeye yol açar; onun ürpertisi, tabiat
tayken kısa süreli bir tehlike önünde duyulan ürpertiden başka türlü katlanılmazdır. Duraklamalı titremeyiz artık; amansızca titreriz. Korkunun kaygıya dönüşmesiyle ne kazanmışızdır? Anlık bir panik ile yaygın ve sürekli bir diğer panik arasında gidip gelmeye kim dayanabilir? Böbürlendiğimiz güvenlik, tüm anlarımızı, hem şimdi hem geleceğinkileri zehirleyen kesintisiz bir çarpıntıyı gizler; kimi anlan vuku bulmamış, kimilerini de kavranılmaz kılmaktadır. Arzularımız dehşet konularımızla iç içe geçtiğinden, bunu hiç hissetmem diyene ne mutlu! Daha bunlardan birini hisseder hissetmez, o da bir başkasını doğurur; sağlıksız olduğu kadar acınası bir sürekliliktir bu.
Görünüşlerin hizmetindeki her arzu, özümüzün dışına bir adım attırarak bizi yeni bir nesneye çiviler ve ufkumuzu sınırlar. Mamafih, ne kadar azarsa, içinden yayıldığı o marazi susuzluğu tefrik etmemize o kadar imkan verir. Tabii olmaktan mı çıkıyordur? Biz uygarlaşmışlann haline mi bağlıdır? Temelden bulaşıktır, cevherimize varıncaya kadar bozup kirletir bizi. Derin zorunluluklanmıza eklenen, bizi biçimsizleştiren ve lüzumsuz yere ket vuran her şey kusurdur. Buna mukabil, uygarlığımızın aktığı yönün aksinde yaşamaya teşvik eden her şey, bizi gidişatı bozup sabote etmeye çağıran her şey, erdemdir.
Tabiatın bizi bolca donattığı kaba ama eninde sonunda katlanılabilir çilelerle yetinebilecekken, ona tahammül etmek ve yol açtığı ince çilelerle karşı karşıya kalmak zorunda olmanın tesellisini bulamayız.
Arzulardan kopabilecek durumda olsaydık, aynı anda kaderden de kopardık; varlıklardan, şeylerden ve kendimizden üstün olup, kendimizi dünyayla karıştırmaya da ayak direyince, kimliğimizi feda ederek, bir anonimlik ve feragat alıştırmasından ayrılmaz olan özgürlüğe erişirdik.
Hıristiyanlık bizi hezeyan içinde kimseler haline getirerek, istemeye istemeye -şimdi kurbanı olduğu- bir uygarlığı doğurmaya hazırlıyordu : Aşın ihtiyaçlar, aşın talepler yaratmamış mıdır bu bizde?
Evreni ne kadar egemenliğimiz altına alsak ve sahiplensek de, zamanın hakkından gelmediğimiz müddetçe köle kalacağız.
Uygarlık şeylere nasıl el koyacağımızı öğretir, oysa onları elimizden çıkarma sanatında yol göstermelidir bize; zira yoksunlaşma çıraklığı etmeden özgürlük de olmaz "hakiki yaşam" da.
Biri ya da bir şey olmakla kendini kısıtlarsa kimse azat olamaz. Sahip olduğumuz ya da ürettiğimiz her şey, varlığımızın üzerine eklenen ya da ondan doğan her şey, tabiatımızı bozar ya da boğar bizi. Hiçbir işe girişmeden potansiyellikte ve etkilenmezlikte sebat etmek varken, bizzat varlığımıza varoluşu iliştirmiş olmak nasıl bir hata ve nasıl bir yaradır! En büyük yara olan doğma derdini hiç kimse üzerinden atamaz. Oysa bir gün iyileşmek umuduyla hayatı kabullenir ve badirelerine katlanırız. Yıllar geçer, yara kalır.
Geleceğin üzerine eğilip donakalmış nice filozofumuz, anların elinden kayıp gittiğini hissederek artık bunu aklına getirmemeye çabalayan -ama aklı hala orada kalan- bir insanlığın yorumcularıdır aslında. Sistemleri eninde sonunda o takıntının ve adeta daldan dala gidişatının görüntüsünü sunar.
Kendini akıl yürütmelerinde sürüklenmeye bırakan kim olursa olsun, aklını kullandığını unutur; doğurgan bir düşüncenin, hatta düpedüz düşüncenin koşulu da bu unutuştur.
Aklın sonunda kendi dayanaklarını biçtiği ve kendi kendini kemirdiği süreç anlaşılmak isteniyorsa, kendi kendini yok eden kavramsal özlü bir ilke göz önüne getirmek gerekir. Kesinliğin imkansızlığını ilan etmekle yetinmeyip, fikrini bile dışlar akıl; hatta daha da ileri gidip her tür barizlik biçimini reddedecektir;
zira barizlikler koptuğu varlıktan ileri gelir; bu kopuş ise şüpheyi doğurur, tanımlar ve pekiştirir.
Her kim ki düşüncesinin dengesine önem verir, özle ilgili batıl inançlara el atmaktan sakınacaktır. Burada zihin için hayati bir gereklilik vardır; bunu bir tek kuşkucu es geçer - muhafaza edecek hiçbir şeyi olmadığından, kesinliklerin sürmesi için elzem sırlara da yasaklara da riayet etmez o. Derdi de kesinliklerdir zaten ! Kendine yakıştırdığı görev, bunları eşeleyip kökenlerini faş ederek lekelemek; üzerinde temellendikleri ve en ufak incelemeyle bir varsayım ya da yanılsamadan farksız olduğu ortaya çıkan veriyi teşhis etmektir. İnsanların çekingenlik ya da tembellik yüzünden sorgulamalarına ve kaygılanmalarına tayin ettikleri bir sınırdan başka bir şey görmediği esrara da fazla yüz vermeyecektir. Her yerde olduğu gibi burada da bu anti-fanatiğin hoşgörüsüzce peşinden koştuğu, dokunulmazlığın yıkımıdır.
Kendi ölçümüzü koymamıza engel olan, içimizdeki şüpheci'dir; sorgulama ve ret yeteneklerimizi istismar ettikten sonra, bize zihin açıklığı angaryasını dayatarak sürmenaja uğratan, tüketen ve hüsranlanmızın eline bırakan odur. Her şüphe, kuvvetlerimizle orantısızdır bir anlamda. Bizim kuvvetlerimizle mi sadece? Acı çeken bir tann. . . görülmüştür bu, normaldir; şüphe duyan bir tanrı ise bizim kadar sefildir.
Bir devrin süresi bittiğinde, her şeyi görüp geçirmiş bir zihin, kaba insanlara nasip olan, mümküne yatırım yapıp bunun içinde yan gelerek yatma talihi dışında neyi düşleyebilir? Artık takılmadığı şüpheleri savunmaktan, ya da aşağıladığı nevzuhur dogmalara katılmaktan aciz olduğundan, içgüdünün reddedilemez tezahüratını zihnin yüce kendini çekişiyle alkışlar
Dogmatik bir zihni olan iblis, maksatlarına erişmek için bazen savaş hilesi yaparak kuşkuculuğun yollarını kullanır; hiçbir şeyi benimsemediğine inandırmak ister, şüphe ediyormuş gibi yapar ve fırsat bulursa, şüphenin yardımcılığına soyunur. Onu tanımasına rağmen, yine de asla buna teşne olmaz; o kadar da
çekinir ki, onu kurbanlarına telkin mi edeceği, yoksa ceza olarak mı çarptıracağından emin bile değildir.
Dengemizin önündeki büyük engel, hüzün, yaygın bir benimsemezlik halidir; kendinden emin olmayan bir olumsuzlamadır; üstelik tasvip ya da şüphe hallerine bürünmeye elverişsizdir. Sakat taraflarımızı rahatlatır hüzün; inkardan bezerek aniden uğraşsızlaşan bir iblisin sakatlıklarını ise daha da rahatlatır. Kötülüğe inanmayı kesip iyilikle sözleşmeye hiç yanaşmayınca, bütün düşmüşlerin en ateşlisi kendini, vazifeden ve imandan mahrum, zarar vermekten aciz, kaostan tepesi atmış, kinayenin tesellileri olmaksızın reddedilmiş görür. Hüznün metruk bir cehennemi akla getirmesi, içinde feragat etmeye hazır, köpürtülmüş ve tefekküre yönelik, kendine karşı olmasa da önüne her gelene karşı işlemeye isyan eden bir kötülükten bir şeyler olmasındandır. Oluşun tutkusunu kaldırır; öfkesini içe atmaya, kendini yiyip bitirmeye, kendini tahrip ederek sakinleşmeye mecbur eder onu.
Kesinlik yeryüzüne yerleşse ve bütün zihinlerdeki merak ve endişe izlerini tamamen ortadan kaldırsa, alnına kuşkuculuk yazılmış olan için hiçbir şey değişmezdi. Kuşkuculuğun gerekçelerini tek tek yerle bir ettiğinizde bile, konumunda bir değişikliğe yol açmaz bu. Onu oradan çıkartmak için, derinlemesine
silkelemek için, kararsızlıklara doymazlığına, şaşakalmaya susamışlığına yüklenmek gerekir: Onun aradığı hakikat değil, sonu olmayan sorgulamadır.
Bağımlı olmak, kullaşmak, herkes için büyük iştir. Kuşkucunun reddettiği de tam budur. Hizmet eder etmez seçim yapılmış olduğu için kurtulunduğunu bilir oysaki; her seçim ise bulanıklığa, lanete, sonsuza bir meydan okumadır. İnsanların dayanak noktalarına ihtiyaçları vardır; her ne pahasına olursa olsun, hatta hakikat hilafına kesinlik isterler. Kesinlik dinçleştirici olduğundan ve yalanlığını bile bile onsuz yapamadıklarından, onu elde etme çabalarından hiçbir kuruntu alıkoyamayacaktır onları.
Şüpheyle kurulan uzun süreli bir yakınlık sonrasında, gururun özel bir biçimine gelirsiniz: Ötekilerden yetenekli olduğunuza inanmazsınız, sadece onlardan daha az safdil olduğunuza inanırsınız. Şunun veya bunun sizinkileri gölgede bırakacak yetenek ya da bilgilerle donanmış olduğunu bilseniz bile, hiçbir şeyi değiştirmez bu; esasa elverişsiz olup nafileliğe batmış biri muamelesi yaparsınız ona. Adını bile koyamadığınız sayısız badireler mi atlatmış? Varlıklar ve şeyler üzerine sahip olduğunuz o yegane büyük tecrübenin hayli berisinde kalakalmış görünecektir yine de size.
Anlamsız olduğumuz duygusuna kapıldıkça, ötekileri de bir o kadar hor görürüz; kendi hiçliğimizin barizliğiyle aydınlandı ğımızda ise, var olmayı bile keserler. Başkalarına ancak kendimizde keşfettiğimiz kadar gerçeklik isnat edebiliriz. Artık kendimiz hakkında kendimizi kandırmamız imkansız olduğu zaman, hemcinslerimizin varoluşunu kurtarabilme'nin tek yolu olan o asgari körlüğü ve cömertliği gösteremez hale geliriz. Basiretin bu derecesinde, onlara dair kuruntumuz kalmadığından, hükümsüzlüklerini göremeyecek durumda kuklalarla bir tutarız onları . O zaman söylediklerini ve yaptıklarını nasıl kaale alalım?
ŞAYET HER BİRİMİZ bütün tasarılarına ve fiiliyatına ilham kaynağı olan en gizli arzusunu itiraf etseydi, şunu söyleyecekti: "Methedilmek istiyorum." Hiçbiri itirafa razı olmayacaktır, zira toplum tarafından reddedilmişlerin ve talihi yaver gidenlerin eşit bir yoğunlukta acısını çektikleri bir yalnızlık ve güvensizlikle beliriveren bu kadar acınası ve bu kadar aşağılayıcı bir zaafını ilan etmek, iğrenç bir iş yapmaktan daha yüz kızartıcıdır.
Hiç kimse olduğundan da yaptığından da emin değildir. Meziyetlerimizle ne kadar dolduruşa gelirsek gelelim, endişe kemirir içimizi ve onu aşmak için aldatılmaya, nereden ve kimden gelirse gelsin onay görmeye razıyızdır.
Zafer arzusu sizi terk mi ediyor? Onunla birlikte, sizi dürtükleyip üretmeye, kendinizi gerçekleştirmeye, kendinizden çıkmaya iten o ıstıraplar da çekip gider. Bunlar ortadan kaybolduğunda, ne iseniz onunla yetineceksiniz, sınırlarınızın içine döneceksiniz; üstünlük ve ölçüsüzlük isteği yenilip yıkılmış olacak. Yılanın hükümdarlığından çıkınca, eski iğvadan, sizi diğer mahluklardan ayırt eden lekeden hiçbir izi korumayacaksınız artık. Hfila insan olduğunuz kesin mi? Bilinçli bir bitki olursunuz en fazla.
Görünürde herkes kendinden memnundur; gerçekte ise hiç kimse. Öyleyse iyilikseverlik icabı dostları ve düşmanları, istisnasız tüm fanileri övmek ve onların bütün saçmalıklarına eyvallah demek mi gerekecektir? Kendinden duyulan şüphe varlıkları o derece ezer ki buna çare olarak birbirini gözünde büyütmek ve mahcubiyet çekmeden methetmek için iki bedbaht arasındaki örtülü anlaşmayı, aşkı icat etmişlerdir. Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur; biraz normal kaldığımız müddetçe, her ikisine karşı da hassasızdır; buna gönlümüz elvermiyorsa, hemcinslerimiz arasında daha ne arıyoruz?
Dünyanın dışına en ufak sıçrayış, kendimizi gerçekleştirme, aşma ve ötekileri ezme irademizi aksatır. Meleğin bahtsızlığı, zafere erişmek için çırpınmak zorunda olmamasından gelir: Zaferin içinde doğmuştur, orada aylakça yayılmıştır, özü birdir onunla. Daha ne istesin? Kendine arzular icat etme kaynağı bile
yoktur onda. Üretmek ile var olmak iç içe ise, onun durumundan daha gerçekdışı ve hazin bir şey pek yoktur.
Alınyazınızda bu yokken ilgisiz rolü yapmak tehlikelidir: Bir eserin tamamına erdirilmesi için elzem olan, sizi zenginleştirecek bir sürü kusuru yitirirsiniz. Yaşlı insanı soymak, kendimizi öz kaynağımızdan yoksun bırakmaktır, bile isteye saflık çıkmazına dalmaktır. Geçmişimizin, çirkefimizin, hem yakın tarihli hem kökendeki yozlaşmamızın katkısı olmaksızın, ruh boş gezer. Selametini feda etmeyenin vay haline !
Mademki yapılan büyük, önemli ve benzeri görülmemiş her şey zafer arzusundan çıkıyor, bu arzu zayıfladığında ya da söndüğünde ve ötekilerin gözünde önemli olmayı istemiş olmanın utancını duyduğumuzda ne olur? Buralara nasıl gelebildiğimizi anlamak için, içgüdülerimizin hakikaten etkisiz hale geldiği o anlara bir bakalım. Hata hayattayızdır, fakat artık pek umurumuzda değildir: İlginç olmaktan uzak bir tespit; hakikat, yalan - birbiriyle eş değerde, hiçbir şeyi kapsamayan öylesine sözcükler. . . Olan, olmayan - görünüşler arasında hiyerarşi kurma zahmetine hala girildiği o safhayı aştığımızda, bu nasıl bilinir? İhtiyaçlarımız, arzularımız bize paraleldir; düşlerimizi ise artık biz düşlemiyoruzdur, içimizde başka biri yerimize düşlüyordur. Bizzat korku bile bizim korkumuz değildir artık.
Adımızın güneşin etrafına kazınmasını temenni ettikten sonra, öteki uca düşer ve adımızın her taraftan silinip ilelebet yok olması için dilekler tutarız. Kendimizi göstermedeki sabır sızlığımız hiçbir sınır tanımamıştı ya, silinmek için sabırsızlığımız da tanımayacaktır. Feragat iradesini kahramanlık mertebesine vardırarak, karanlığımızın büyümesinde, geçişimizin en ufak izini ve soluğumuzun en ufak hatırasını yok etmede kullanırız enerjimizi. Kim olursa olsun bize bağlanandan, bize güvenenden veya bizden bir şey bekleyenden nefret ederiz. Ötekilere hala verebildiğimiz tek taviz onları hayal kırıklığına uğratmaktır.
Silinmeyi fazla gözümüzde büyüttüğümüz ve modemlerin en azından o silik, "Bütün yaşamım boyunca rahatı, çıkarı, mutluluğu, her şeyi yazgım için feda ettim" sözüne horgörüyle baktığımız zaman - hayli tatmin de duyarak bunun tam zıddındaki külyutmazın öfkesini getiririz gözümüzün önüne; hiçbir iz bırakmamak için, girişimlerini tek bir hedefe yöneltir o: Kimliğini ortadan kaldırmak, benliğini buharlaştırmak. Fark edilmeden geçip gitme arzusu o kadar şiddetlidir ki Anlamsızlığı sistem, tanrısallık mertebesine çıkartır ve önünde diz çöker. Artık hiç kimse için var olmamak, hiç yaşamamış gibi yaşamak, olayı de etmek, hiçbir andan da yerden de kendine paye çıkarmamak, kulluktan ilelebet kurtarmak kendini! Özgür olmak, bir kader arayışından azat olmaktır; hem seçilmişlerden hem de lanetlenmişlerden olmaktan vazgeçmektir; özgür olmak, kendini hiçbir şey olmamaya alıştırmaktır.
Kendini Tanrı tarafından tanınıyor zannetmek, onun yakınlığını ve methiyelerini aramak, onunkiler dışında tüm oylan hor görmek - ne kendini beğenmişlik ve ne kuvvet! İyileri gibi kötü eğilimlerimizi de sadece din tamamen tatmin eder.
Kendimizle ne kadar dolu olursak olalım, tedirgin bir ekşimişlik içinde yaşarız; bunun elinden ancak, taşlar bile bir merhamet dalgasına kapılarak bizi pohpohlamaya karar verse kurtulabilirdik. Sessizlikte inat ettikleri müddetçe, ıstırap içinde de belenmekten, saframızı yutkunmaktan başka şey yapamayız.
Cennet insanın olmadığı yerdir. Bunun bilincine vardıkça, Adem'in davranışını daha az mazur görürüz: Hayvanlarla çevriliyken, daha ne dileyebilirdi ki? Çehrelerimize kayıtlı o rezil lanetle her an karşı karşıya
gelmek zorunda olmama mutluluğunun değerini nasıl bilmemiştir? Huzur ancak soyumuzun tükenmeye yüz tutmasından sonra tasarlanabilir olduğundan, o zamana kadar, ıvır zıvır için kendimize eziyet etmeyi keselim; bakışlarımızı başka yere, hiç kimsenin zapturaptı altında olmayan kısma çevirelim. Şeyler üzerine görüş açımızı, en gizli yalnızlığımızla yüz yüze gelerek, gerçekliğin ancak en derinlerimizde olduğunu ve artakalan her şeyin yanılgı olduğunu keşfettiğimiz vakit değiştiririz.
Övgünün ve kınamanın bize erişemediğinin zannedildiği ve artık hiç kimsenin gözünde iyi ya da kötü izlenim bırakmaya önem atfedilmediği vakit nasıl bir ferahlama hissedilir! Baskı anlarıyla kesilen tuhaf ferahlık, rahatsızlıkla beraber gelen kurtuluş...
Yetersizliklerimiz belirginleştikçe zaferin vurguları artar ve bizi çeker; içimizdeki boşluk çağırmaktadır onu; cevap vermediği zaman ise, onun yedeğini, ünü kabulleniriz. Buna heves ettiğimiz ölçüde, çözülmez olanın içinde çırpınırız.
HANGİ MEZİYEITE olursa olsun, afiyeti yerinde biri daima hayal kırıklığına uğratır. Söylediklerine en ufak itibar göstermek, bu sözlerde bahane ya da cambazlıklardan başka şey görmek imkansızdır. Laflarımıza tek başına muayyen bir derinlik veren korkunçluk tecrübesine malik değildir o; bela tahayyülü de yoktur; o tahayyül olmaksızın, ayrık varlıklar olan o hastalarla hiç kimse iletişim kuramaz; o tahayyülde olunsa afiyetin kaçmaya başlayacağı da doğrudur.
Rahatsızlıklarımızdan yana bilinç arttıkça, kendimizi özgür hissetmemiz gerekirdi. Bunun tersi olur. Sakatlıklarımız biriktikçe, çılgınlıklarının her biri bir sekteyle eş değerde olan bedenimizin merhametine kalırız.
Her birimiz geçmiş dertlerimizin ürünüyüz; endişeli olduğumuzda da gelecektekilerin... İnsan olma hastalığının muğlaklığına ve belirsizliğine, birçok belirgin başkası eklenir; tüm bunlar bize, yaşamın mutlak bir emniyetsizlik hali olduğunu, büs bütün geçici olduğunu, kazai cinsten bir varoluşu temsil ettiğini haber verir. Ama yaşam bir kaza ise, birey de kazanın daniskasıdır o zaman.
İyileşmek diye bir şey yoktur; daha doğrusu, "iyileşmiş" olduğumuz tüm hastalıkları içimizde taşırız, bizi asla bırakmaz bu hastalıklar. Devasız olsalar da olmasalar da, acının yaygın bir tahassüse dönüşmemesi için hazır ve nazırdırlar: Onu güçlendirir, düzenler, kurala bağlarlar. .
Acı olmasa, Yeraltından Notlar'ın yazarının iyi gördüğü gibi, vicdan da olmazdı. Ve bütün canlıları etkileyen acı, vicdanın sadece insana mahsus olmadığını varsayma imkanı veren yegane göstergedir. Bir hayvana eziyet ederseniz, bakışındaki ifadeyi izlerseniz, bir anlığına onu kendi halinin üzerine sıçratan bir
şimşek çakışı algılarsınız. Ne olursa olsun, acı duyar duymaz, bize doğru bir adım atar, bize erişmeye çabalar. Ve onun derdi sürdükçe ona en ufağından da olsa bir derece vicdan göstermememiz imkansızdır.
İyilik ve kötülüklerin dağıtımında hiçbir ahlaki lüzum da yoktur, hakkaniyet de yoktur. Buna sinirlenip Eyüb'ün abartılarına mı düşelim? Acıya isyan etmek nafiledir. Öte yandan, tevekkül artık kabul görmemektedir: Çilelerimizi pohpohlamayı ve güzelleştirmeyi reddetmez mi o? Cezasız kalınmadan cehennemin şiirselliğine halel getirilemez. Güncel olmadığı gibi, aynı zamanda mahkumdur da: Zayıflıklarımızın hiçbirine karşılık veremeyen bir meziyettir bu.
Mutsuzluk dünyaya tahassüs yoluyla sızdığına göre, duyularımızı yok etmek ve ilahi bir irade yitimine kendimizi bırakmak daha iyi olurdu. İştahlarımızın dağılıp gidişini hesaba kattığımız vakit ne doygunluktur ne genleşmedir o! Müphem şekil de kendini düşünen iç huzuru, bu geviş getirmeye hasım her ufuktan, onu hiçbir şey hissetmemenin yumuşaklığından kopartabilecek her şeyden yüz çevirir. Zevklerden de acılardan da aynı şekilde tiksindiğimiz ve bundan bıkkınlık derecesinde bezdiğimiz zaman, düşlediğimiz, bir başka tahassüs değildir; namevcut görünecek derecede ayırt edilmez izlenimlerden oluşan yavaşlatılmış bir yaşamdır. O zaman en ufak heyecan bir saçmalık belirtisinden ibaret olur ve bir heyecan duyar duymaz imdat diye bağırma noktasında teyakkuza geçeriz.
Dertlerimizi alt etmekten aciz olduğumuza göre, onları işlemeye teşne olmak düşer hissemize. Bu teşnelik, acı çekmemenin üzerine şehvet tanımayan eskilere saçmalığın dik filası gibi görünürdü. Onlar kadar makul olmayan bizler, çırpınmanın manevi ilerleme belirtisi telakki edildiği yirmi asır sonunda farklı
hükme varırız bu hususta. Acayip, perişan ve yüz buruşturan bir Kurtarıcı'ya alışkın olan bizler, kadim tanrıların laubaliliğinden, ya da nebati bir saadete dalmış bir Buda'nın tebessümünden tat almaktan acizizdir. Nirvana, etraflıca düşünülürse, bitkilerin özündeki sırra vakıf görünmüyor mudur? Ancak bizimkine zıt bir varlık biçimini model alarak ereriz selamete.
Acı çekmeyi sevmek yersiz olarak kendini sevmektir, ne isek ondan hiçbir şeyi yitirmemeyi istemektir, kendi sakatlıklarının tadını çıkarmaktır. Sakatlıklarımızın üzerine eğildikçe, "İnsan nasıl mümkün oldu?" sorusunu kendimize soradurmaktan hoşlanırız. İnsanın ortaya çıkıvermesindeki sorumlu etkenlerin dökümünde, hastalık başta gelir. Ama onun hakikaten ortaya çıkabilmesi için, kendi dertlerine başka yerlerden dertlerin katılması gerekmiştir; çünkü bilinç, türümüzün, bütün türlerin maruz kaldığı aksiliklerin ve badirelerin, baş döndürücü sayıda gecikmiş ya da frenlenmiş dürtülerin taçlanrnasıdır. İnsan ise, bu sonsuz badirelerden istifade ettikten sonra, elinden geldiğince onları haklı göstermeye ve anlamlandırmaya uğraşır. "Boş yere değillermiş, sizinkilerden daha çeşitli ve daha tahammül edilmez olan benim badirelerimi hazırlayıp haber verdiler," der, kendininkiler kadar müstesna ıstıraplara erişemeyen canlı varlıkların hepsine, teselli niyetine...
TABİAT YALNIZCA ölümü akla getirmekten muaf tuttuklarına cömert davranmıştır. Ötekileri ise, iyileşme yollan sunmadan, hatta bunu telkin bile etmeden, korkuların en eskisi ve en kemirgenine havale etmiştir. Ölmek normalse de, ölümün üzerinde fazla durmak ya da her vesileyle onu düşünmek normal değildir. Zihnini ondan hiç çevirmeyen kişi, bencilliğini ve tafracılığını ispat etmiş olur; başkalarının onun hakkındaki izlenimleri uyarınca yaşadığından, bir gün artık hiçbir şey olmama fikrini kabullenemez; unutuluş her anki kabusu olduğundan, saldırgan ve geçimsizdir, hırçınlığını ve kaba davranışlarını ortalığa dökmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Ölümden çekinmekte bir zarafetsizlik yok mudur?
Tolstoy'un bunalımı ve "dine dönüş"ü, yeteneklerinin tükenmesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamanın mantığı yoktur. İvan İlyiç'in Ölümü, Efendi ile Uşağı, Sergi Baba, Şeytan gibi son dönem eserlerinde pörsümüş bir dehada görülmeyecek bir yoğunluk ve derinlik vardır. Tolstoy'da bir pörsüme
olmamış, sadece ilgi merkezi değişmiştir. Hfila varlıkların dışsal yaşamı üzerine eğilmeyi itici bulduğundan, onları ancak o zamana kadar içinde yaşadıkları kurgulardan kopmaya sevk oldukları bir bunalıma düştükleri andan itibaren nazarıdikkate almak istiyordu.
Dirilik intihara bir engel teşkil etmez pek: İzlediği istikamete ya da onda iz bırakanlara bağlıdır her şey. Tolstoy da zaten kendini yok etmeye iten kuvvetin daha önce onu hayata bağlayana benzer olduğunu saptar; şu farkla ki, diye ekler, şimdi ters yönde vuku bulmaktadır.
Varlığın boşluklarının idrakine düşkün olmak, zihin açıklığı ifratından kendi yıkımına koşmak, çökmek ve mahvolmak... bunun imtiyazı kansızlık çekenlerde değildir; kuvvetli bünyeler, kendileriyle biraz çatışma haline girerlerse, başka türlü bir alınganlık gösterirler buna; tüm ateşliliklerini ve tüm çılgınlıklarını
katarlar buna; bir ceza gibi telakki etmek gereken bunalımlara maruz kalan da onlardır, zira enerjilerini birbirini yemeye hasretmeleri normal değildir. Kariyerlerinin doruğuna mı varmışlar? Çözülmez soruların ağırlığı altında ezilecek, ya da görünüşte aptalca ama aslında özle ilgili bir baş dönmesine yem olacaklardır; kargaşaya kapılıp sersemleşene kadar "Ne lüzumu var?" veya "Ya sonra peki?" diye kendine tekrarlayan Tolstoy'u ele geçiren baş dönmesi gibi.
Nefretle kurtuluş olmaz ve hem kendinden hem her şeyden tiksinirken nasıl ölümün aşıldığı, "bittiği" o mıntıkaya sıçrama yapılabileceği pek görülmez. Dünyadan ve kendinden nefret etmek, hem dünyaya hem kendine fazla itibar etmektir, her ikisinden de azat olmaktan aciz hale gelmektir. Bilhassa kendinden nefret, çok büyük bir yanılsamaya tanıklık etmektedir. Kendinden nefret ettiği için, Tolstoy yalan içinde yaşamaya son verdiğini zannediyordu. Oysa insan, kendini feragate hasretmediği takdirde (ki bunu yapmaktan acizdi o) ancak yalan söyleyerek ve kendine yalan söyleyerek yaşayabilir.
Bilgi eksiği sayesinde yaşarız ancak. Bilir bilmez, artık hiç bir şeyle uyuşmayız. Cehalet içinde kaldığımız müddetçe, görünüşler çoğalarak onları sevmemizi ve onlardan nefret etmemizi, onlarla didişmemizi sağlayan bozulmazlığı bir nebze muhafaza ederler. Fantazmalarla nasıl boy ölçüşelim? Fantazmalar, yanılgımızı anladıktan sonra artık öz mertebesine terfi ettiremediğimizde görünüşlerin dönüştükleri haldir. Bilgi, daha doğrusu uyanış, görünüşlerle aramızda maalesef çatışma olmayan bir boşluğa yol açar; öyle olsaydı her şey daha iyi olurdu; hayır, bütün çatışmaların kalkmasıdır o; trajikliğin menhus feshidir.
Ruh uyandığında kudretlerinden yoksun kalır ve en ufak bir yaratıcı süreci bile ne başlatabilir ne destekleyebilir. Kurtuluş ilhamın tam karşı ucunda olduğundan, kendini buna hasretmek, bir yazar için, istifayla, hatta intiharla eşdeğerdir. Şayet üretmek istiyorsa, iyi ve kötü eğilimlerini, bilhassa kötüleri izlemelidir; bunlardan kurtulursa, kendinden uzaklaşır: Çileleridir şansları. Onun için yeteneklerini heba etmenin en emin yolu, kendini başarının ve başarısızlığın, hazzın ve zahmetin, yaşamın ve ölümün üzerine yerleştirmektir.
Sadece içinde ya da dışında mükemmeliyetsizliğe aç bir tanrı, sadece perişan bir tanrı yaratılışı hayal edip hayata geçirebilirdi; sadece bu kadar yatıştınlmamış bir varlık bu tür bir ameliyata cüret edebilirdi. Kısırlık etkenleri arasında bilgeliğin başta gelmesi, bizi dünyayla ve kendimizle barıştırmaya uğraşmasındandır; hırslarımız ve yeteneklerimiz üzerine çökebilecek en büyük beladır; uslulaştırır onları, öldürdüğünü bile söyleye biliriz; neyse ki ürkütücü olan vasıflarımızın derinliğine zulmederek sırlarımıza halel getirir; bizi baltalar, batını, bütün kusurlarımızı tehlikeye atar.
Arzularımıza suikastta bulunarak bağlılık ve tutkularımızı aşağılayıp bastırdık mı? Bizi buna yüreklendirenlere lanet okuyacağızdır; en başta da, içimizdeki bilgeye, hiçbir pişmanlığı ortadan kaldırmadan her şeyimizi tedavi etme suçunu işleyen amansız düşmanımıza... Eskiden kendini kaptırmış olduğu şeylere can atanın şaşkınlığı sınırsızdır ve bunun üstesinden gelememenin tesellisini bulamadığından, sükunet zehriyle geberir. Bütün arzuların boşluğu bir kere idrak edilince, bunları yeniden duyup kendini art düşüncesiz olarak bunların eline bırakmak için insanüstü bir bulanıklaşma çabası gerekir, azizlik gerekir.
İçimizde bir deli vardı, bilge onu kovmuştur. Gerçek ile yanılsama arasındaki, görünüşler için onca yıkıcı o ayrımcılığı olur olmaz yerde işe katmadan bize onları kabullendiren, sahip olduğumuz en kıymetli şey, deliyle beraber gitmiştir. O deli burada oldukça, çekinecek hiçbir şeyimiz yoktu; keza görünüşler de, kesintisiz mucizeyle, gözlerimizin önünde başkalaşarak şeylere dönüşmekteydi. Deli ortadan kaybolunca, görünüşler de sınıf düşer ve ilkel içeriksizliklerine dönerler. Varoluşa tuz biber katmıştır deli; varoluş olmuştur. Şimdi ise, ilgiye değer hiçbir şey, hiçbir dayanak noktası kalmamıştır. Asıl baş dönmesi, delilik yokluğudur.
Kendini gerçekleştirmek, çokluğun sarhoşluğuna hasretmektir kendini. Bir'de hiçbir şeyin önemi yoktur, Bir'in kendisinden başka. Öyleyse kırıp dağıtalım onu; eğer ilgisizliğin büyüleyiciliğinden kurtulmakta ısrarcı isek, eğer içimizdeki ya da dışımızdaki yeknesaklığın son bulmasını istiyorsak. Dünya yüzeyinde gıdıklayıcı olan her şey, orada ilginç diye nitelediğimiz her şey, sarhoşluğun ve cehaletin meyvesidir. Daha biz ayılır ayılmaz, her tarafta saplanıp kalmışlık ve perişanlık ayırt ederiz ancak
Doğuştan gelen bir zaaf sonradan edinilmiş bir meziyete yeğlenir olduğundan, kendini kabullenmeyenler
karşısında ister istemez bir rahatsızlık hissederiz; keşişin, peygamberin, insancılın, zar zor harcama yapan cimrinin, tevekkül edemeyen hırslının, gönül okşamayı beceremeyen küstahın, bilgeyi de hariç tutmaksızın kendini gözetleyen herkesin, kendini denetleyip mecburiyetler koyan ve asla kendi olmayan insanın karşısında... Sonradan edinilmiş meziyet yabancı cisimdir; ne başkalarında ne kendimizde hoşlanırız bundan: Benlik karşısındaki bir zaferdir peşimize takılan; bizi bunaltan ve bundan övünme payı çıkardığımızda bile ıstırap veren bir başarı. Herkes ne ise onunla yetinse: Kendini iyileştirmeyi istemek, azap ve bela düşkünlüğü değil midir?
Sonuçları ağır olan bir kararsızlık, bizi baskılayan bir kusurdur bu; oysa bir patlama, kabaca komikleşerek bile bitse, yatıştırmış olurdu bizi. Elzem olduğu kadar zahmet de isteyen öfke, saplantılara yem olmamızı engeller ve ciddi komplikasyonlar riskinden esirger: Bizi cinnetten koruyan bir cinnet krizidir bu. Ona,
onun düzenli tezahürüne bel bağlayabildiğimiz müddetçe, dengemiz temin edilmiş olur - aynı şekilde utancımız da. Manevi ilerleme için bir engel olmasını rahatlıkla kabul ederiz; ama yazar için (mademki burada onun durumunu da göz önüne alıyoruz) mizaç dalgalanmalarına hakim olmak iyi değildir, hatta
tehlikelidir. Elinden geldiğince idare etmelidir onları; aksi takdirde cezası edebi ölümdür.
Öfkelenince, yaşadığımızı hissederiz; o maalesef uzun sürmediğinden, fazla aptalca, fazla soyut, hem sıcaklığı hem soluğu olmayan ve en ufak ferahlama sağlamaktan aciz horgörüden her halükarda daha fazla kaynak sunan -gıybetten iftiraya- yan ürünleriyle yetinmek gerekir; bundan yüz çevrildiğinde, başkalarını karalamanın şehveti keşfedilir hayranlıkla. Nihayet onlarla aynı düzeydeyizdir, mücadele veriyoruzdur, yalnız değilizdir.
Hakkımızda edilen kem sözün de, bize yapılan kötülük gibi ancak bizi yaralıyorsa, kırbaçlayıp uyandırıyorsa değeri vardır. Buna duyarsız olma talihsizliğine mi uğradık? Y ıkıeı bir yaralanmazlık haline düşeriz, insanlardan gelen darbelerin ve hatta bahtımızın darbe lerinin fıtratında olan imtiyazları yitiririz (iftirayı aşan, ölümüde zahmetsizce aşacaktır). Hakkımızda ileri sürülenler bizi hiç bir şekilde etkilemiyorsa, dışarıdan gelecek onaylardan ayrılmaz bir vazifeyle kendini tüketmek niye? Mutlak bir özerkliğin ürünü olan bir eser tasarlanır mı? Kendini yaralanmaz kılmak, ortak yaşamda duyulan hislerin neredeyse tamamına kendini kapatmaktır. Yalnızlığın sırlarına vakıf oldukça, kalemi elden daha çok bırakmayı dileriz. Başkaları artık umurunuzda değilse, hiç kimse düşman olmaya layık değilse, neden ve kimden konuşulur? Görüşlere tepki vermeyi kesmek, bizi teyakkuza geçirmesi gereken bir belirtidir; reflekslerimizin hilafına edinilmiş ve bizi gözü oyuk bir ilahın jeste değer hiçbir şey bulmadığı için artık kımıldamamaktan memnun duruşuna sokan meşum bir üstünlüktür. Bunun tam zıddında, var olduğunu hissetmek, açıktan açığa ölümlü olana gönlünü kaptırmaktır, manasızlığa ibadet etmektir, boşluğun bağrında kendi kendini tahriş ededurmaktır, hiçliğin içinde küsedurmaktır.
bizi canımızdan bezdiren sakatlıkların koskoca bir kısmı, bütün o bulanık, sinsi, izi sürülmez dertler, hiddetlerimizi ya da kederlerimizi dışavurmama mecburiyetimizden gelir. Ve de kendimizi en kadim
içgüdülerimize koyvermeme mecburiyetinden...
İnsan kendini uyuşukluk içindeyken öldürmez; kendine karşı bir hiddet buhranıyla yapar bunu (Ajax tipik intiharcı olarak kalır hep); şöyle tanımlanabilecek bir duygunun azmasıyla: "Kendi kendimi hüsrana uğratmaya daha fazla dayanamam." Konusu olduğumuz bir hüsranın en derinine yapılan bu en üst
sıçramayı ancak seyrek aralıklarla sezsek bile, üzerimizdeki ta sallutu sürer; kendimizi öldürmemeye kesinkes karar vermiş olsak bile. Bunca yıl boyunca kendimize el kaldırmayacağımız hususunda bizi temin eden bir "ses" olmuşsa da, yaş ilerledikçe daha az duyulabilmektedir. Böylelikle, gittikçe biz, şimşek gibi çakan bazı sessizliklerin insafına kalırız.
Kendini öldüren kişi, başkalarını da öldürebileceğini, o dürtüyü hissettiğini, fakat bunu kendine karşı yönelttiğini kanıtlamaktadır. Kurnaz bir havası olması ise, alttan alta, kendisinden nefretinin dönemeçlerini izlediğinden ve önce doğumunu gözden geçirip hızla ona lanet okuduktan sonra, can vereceği darbeyi haince bir zalimlikle uzun uzun kurduğundandır. Kötülüğün kökü kazınmak isteniyorsa aslında doğuma yüklenmek gerekir. Bundan ikrah getirmek akla yatkındır, oysaki zor ve alışılmamıştır. Ölümün karşısına, başa gelmesi gerekenin karşısına dikiliriz. Başka türden tamiri imkansız bir olay olan doğumu ise kenarda tutarız, pek uğraşmayız onunla: Her birimize dünyanın ilk anı kadar uzak görünür geçmişinde. Ancak kendini ortadan kaldırmayı aklından geçiren gider oraya kadar; üremenin adlandırılamayan mekanizmasını unutmayı becerememektedir adeta; geriye dönük tiksintisiyle ise içinden çıktığı tohumu hiçe saymaya çalışmaktadır.
İSTEDİGİM KADAR anlara yapışayım, anlar sıvışıyor: Bana hasmane davranmayan, tanımazdan gelmeyen ve benimle düşüp kalkmayı reddettiğini bildirmeyen tek bir an yok. Hepsi yanaşılmaz olan bu anlar birbiri ardına, tecridimi ve yenilgimi ilan ediyorlar. Ancak kendimizi onlar tarafından taşınır ve korunur hissedersek harekete geçebiliyoruz. Bizi yüzüstü bıraktıkları zaman, ister büyük ister alelade bir işe kalkışmak. için elzem dayanağın eksikliğini çekiyoruz. Hiçbir yerde zemin kalmayınca yoksunlaşarak., alışılmamış bir belaya çatıyoruz: Zaman hakkı olmama belasına.
Miadı geçmişlikler istifliyorum, durmak.sızın onlardan imal ediyorum ve kendi müddetini doldurmasına fırsat vermeden şimdi'yi o uçuruma atıyorum. Yaşamak, mümkünün sihrine maruz kalmaktır; ama bizzat mümkünün içinde, gelecek olan miadı geçmiş idrak edildiği vak.it, her şey potansiyel geçmişe dönüşür ve
artık ne şimdi ne gelecek olur. Benim her bir anda ayırt ettiğim, o anın soluksuzlaşıp hırıltıya dönüşmesi; bir başka ana geçişi değil. Ölü zaman işliyor, oluşun boğulmasında debeleniyorum
Başkaları zamana düşer, bense zamandan düştüm. Zamanın üzerinde yükselen ebediyetin yerini, onun aşağısında kalan öteki ebediyet alır; o kısır mıntıkada artık ancak tek bir arzu duyulur: Tekrar zamanla bütünleşmek, her ne pahasına olursa olsun ona yükselmek, yerleşilen bir yuva yanılsaması için ondan bir
parseli sahiplenmek. Ama zaman kapalıdır, ama zaman erişilmezdir: Bu negatif ebediyet, bu kötü ebediyet de zamana nüfuz etmenin imkansızlığından ibarettir zaten.
Zaman kanımdan çekildi; birbirine destek olur ve birlikte akarlardı; şimdi donup kalmışlarken, artık hiçbir şeyin olmamasına şaşmak mı gerek? Tekrar ilerlemeye koyulsalar, yalnız onlar beni tekrar canlılar sınıfına sokar ve içinde kokuştuğum şu alt-ebediyetten tahliye ederlerdi. Ama ne ister ne de yapabilirler bunu. Efsunlanmışlar herhalde: Kımıldamayacaklardır artık, donup kalmışlardır. Damarlarıma sızabilen hiçbir an yok. Yüz yıllar sürecek bir kutup kanı! Soluk alan her şey, varlık rengindeki her şey, zamanı bilinmeyecek kadar eskinin içinde dağılıp gidiyor. Şeylerin usaresini vaktiyle hakikaten tatmış mıydım? Nasıl bir çeşnisi vardı? Bana erişilmez ve yavan geliyor şimdi. Gıyabında doygunluk bu.
Zamanı hissetmiyorsam da, ona herkesten uzak olsam da, buna mukabil bilirim, durmadan gözlemlerim onu: Bilincimin merkezini işgal eder. Bizzat bunu yaratanın aklını buna takıp o kadar düşünmüş olduğuna nasıl inanılır? Bunu yarattığı doğruysa da, Tann bir mesele haline getirip üzerine düşünmediği için, derinlemesine bilemezdi onu. Ama benim kanaatim o ki, sadece bundan saplantılarımın maddesini oluşturmak maksadıyla kaydınlmışım zamandan. Bende uyandırdığı nostaljiye minnettarım doğrusu.
Vaktiyle onun içinde yaşamış olduğum varsayılsa bile, hangi zamandı ve onun tabiatını ne yolla tasavvur edeyim? Aşinası olduğu zaman artık bana yabancı, hafızamdan firarda, ömrümün bir parçası değil artık. Ve o zamana tekrar yerleşmek yerine hakiki ebediyete ayak basmanın benim için daha zahmetsiz olacağını sanıyorum. Zaman'da olmuş ve artık orada olamayanın vay haline! (Düşmüşlüğün dibi: Zamanla nasıl oynaşabilmişim? Halbuki selametimi daima onun dışında tasarlamış; hep onun son istihkaklarını kullanma noktasında olduğu, içeriden kemirilip özünden vurulduğu için de süre noksanlığı çektiği kesinliğiyle yaşamıştım.)
Doğasını bozmamamı imkansız kılacak kadar fazla arzuladım zamanı; onu dünyadan tecrit ettim, başka her tür gerçeklikten bağımsız bir gerçeklik haline getirdim onu; yalnız bir evren, yedekte bir mutlak: Tüm farz ettikleriyle ve tüm sürükledikleriyle zaman bağlantısını kesen tuhaf ameliye; figüranın başrol oyuncusuna dönüşmesi, istismara açık kaçınılmaz terfi. Beni cezbetmeyi başarmış olduğunu inkar edemem. Ama benim bir gün ona olan saplantımdan basirete geçeceğimi, bunun ona yönelik tehdit olarak getireceği her şeyle birlikte öngörmemiş ol duğu da bir vakıadır.
Zihnin onun derinliğini yoklamadaki ısrarına direnemeyecek bir yapıdadır. Bu ısrarla yoğunluğu ortadan kalkar, dokusu tarazlanır ve onu çözene sadece lime lime parçalarla yetinmek kalır. Bilinmek değil yaşanmak için yapılmış olmasındandır bu;onu irdelemek, yoklamak, alçaltmaktır, eşyaya dönüştürmektir.
Buna kim yeltenirse, kendi benliğine de bu şekilde muamele edecektir sonunda. Her tahlil biçimi bir hürmetsizlik olduğundan, bu davranışa girmek edepsizcedir. Depreştirmek için sırlarımıza indiğimiz ölçüde, müşkülattan rahatsızlığa, rahatsızlıktan da dehşete geçeriz. Kendini tanımanın bedeli her zaman çok yüksektir. Düpedüz bilginin de keza. İnsan bunun dibine ulaştığında, yaşamaya tenezzül etmeyecektir artık. İzah edilmiş bir evrende, hiçbir şeyin bir anlamı olmayacaktır, delilik hariç. Etraflıca tetkik ettiğimiz bir şey, önemini yitirir. Aynı şekilde, birine nüfuz mu ettik? Onun için en iyisi ortadan kaybolmaktır.
Tepkiden ziyade edepten; bütün canlıların maske gibi taşıdığı gerçekdışılığı gizleme arzusundan... O maskeyi çıkarıp almak, mahvetmektir onları, kendini mahvetmektir. Bilgi Ağacı'nın altında fazla oyalanmak yaramaz.
Var olduğunu bilmeyen her varlıkta, bilinçten masun her yaşam biçiminde kutsal bir şey vardır. Bitkiye hiçbir zaman imrenmemiş kişi insanlık faciasını ıskalamıştır.
Hep kendi kendine, kendinin önünde, aynı 'nın huzurunda kalındığında, insan kendini özgür zannedebilir. Hem alınyazısı hem tasallut olan bu kimlik bizi kusurlarımıza zincirler, geriye çeker ve bizi yeninin, zamanın dışına fırlatır. Ve buradan fırlatıldığımızda, geleceği hatırlarız, artık koşmayız oraya.
Özgürlüğün sadece serabı gerçektir; o olmasa, hayat pek uygulanabilir, hatta kavranabilir olmazdı. Bizi özgür olduğumuza inanmaya teşvik eden, genel olarak bunun gerekliliği, özel olarak da kösteklerimiz konusundaki bilincimizdir; bilinç mesafe icap ettirir ve her mesafe içimizde bir özerklik ve üstünlük duygusuna yol açar; bu duygunun ancak öznel bir değer taşıdığını ise belirtmeye bile gerek yoktur. Ölüm bilinci ölüm fıkrini ne bakımdan yumuşatıyor ya da zuhurunu geciktiriyor? Ölümlü olduğunu bilmek, aslında iki defa, yok, ölmemiz gerektiğini bildiğimiz her defada ölmektir.
Zamanın içinde kaldığımız müddetçe, rekabete girmeye niyetlendiğimiz hemcinslerimiz vardır; oradan çıkar çıkmaz, yapabildikleri ya da bizim hakkımızda düşünebildikleri artık pek ırgalamaz bizi; çünkü onlardan ve kendimizden o kadar kopmuşuzdur ki bir eser üretmek ya da sadece bunu aklından geçirmek
bile fuzuli ya da yakışıksız görünür bize.
İnsan tanrıların karşısına dikilir ve hayalet vasıflarını tanıyarak inkar eder onları; zamanın altına fırlatıldığında ise kendini onlardan o kadar uzakta bulacaktır ki, bunun fıkrini bile koruyamayacaktır. Bu unutuşun cezası olarak da, tam düşmüşlüğü tecrübe edecektir. Olduğundan fazlasını olmak isteyen kişinin azalacağı kesindir. Gerilimin dengesizliğinin akabinde, az çok kısa bir sürede, bırakıvermişliğin ve terk etmişliğin gerilimi gelecektir. Bu simetri bir kez ortaya koyuldu mu, daha ileri gitmek ve düşmüşlükteki esrarı kabullenmek gerekir. Düşmüş kişinin rateyle hiç alakası yoktur; tabiatüstü bir şekilde çarpılmış biri fikrini çağrıştırır daha ziyade; meşum bir güç onun üzerine çullanmış ve melekelerini ele geçirmiştir adeta.
İrade eksikliği bir hastalık ise, bizzat iradede bir başka hastalıktır, daha beteridir: İnsanın talihsizliklerinin
tümü, onun noksanlıklarından ziyade ifratından gelir. Fakat içinde bulunduğu durumda zaten fazlasını istiyorsa, bir de insanüstülük mertebesine erişse ne olurdu? Kuşkusuz paramparça olur ve kendi üzerine çökerdi. Ve çöküşle mi yıkımla mı vardığı en nihayetinde önemsiz vadeye, aşağıdaki ebediyete girmek için muazzam bir yol sapmasıyla zamandan düşmeye sürüklenirdi.
Bu uzuuun yazıda-hele bir de Nietsche varsa- bir yorumla fikir alışverişi ne güzel olurdu. Ama o ilk okuyuşumda öyle yorgun ve yoğun bir gün yaşamıştık ki uykudan gözlerim kapanıyordu. Mutlaka tekrar okuyacağım sevgili Kırmızı.
YanıtlaSilBöyle Buyurdu Zerdüşt'ü de ekledim.
SilSevgiler.