17 Temmuz 2024

Friedrich Nietzsche / Böyle Buyurdu Zerdüşt (Alıntılar)

 

“Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu mutluluğun?"

Bak! Usandım bilgeliğimden, tıpkı fazla bal toplamış arılar gibi; uzanacak eller gerek bana.

Bak! Bu kap tekrar boşalmak istiyor, Zerdüşt tekrar insan olmak istiyor.”
– Böyle başladı Zerdüşt’ün batışı.

Bir denizde yaşar gibi yaşadın yalnızlıkta ve deniz taşıdı seni. Eyvah, şimdi karaya çıkmak istiyorsun, öyle mi? Eyvah, bedenini yeniden kendin sürüklemek istiyorsun, öyle mi?

Tamamlanmamış bir şeydir insan benim gözümde. İnsanları sevmek mahvederdi beni.

Gitme insanların yanına, kal ormanda! Hayvanların arasına karış daha iyi! Neden sen de benim gibi olmak istemiyorsun – ayıların arasında bir ayı, kuşların arasında bir kuş?

İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için siz ne yaptınız?

Yalvarıyorum kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın ve size doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın! Zehir saçar onlar, farkında olsalar da olmasalar da.

Bir zamanlar tanrıya küfretmekti en büyük küfür, ama tanrı öldü ve böylelikle bu kâfirler de öldü. Şimdi en korkunç günah yeryüzüne küfretmek ve anlaşılmaz olanın ciğerine yeryüzünün anlamından daha çok itibar etmektir!

Bir zamanlar ruh aşağılayarak bakıyordu bedene: ve o zamanlar bu aşağılama yücelerin yücesiydi: bedenin zayıf, iğrenç, açlıktan ölmek üzere olmasını isterdi ruh. Böylece bedenden ve yeryüzünden
kurtulabileceğini düşünürdü.

Ah, bu ruhun kendisi de hâlâ çok zayıf, iğrenç ve açlıktan ölmek üzereydi: acımasızlık da bu ruhun şehvetiydi!
Oysa siz de kardeşlerim söyleyin bana: bedeniniz ruhunuz için ne diyor? Yoksulluktan, pislikten ve
sefil bir huzurdan ibaret değil mi ki ruhunuz?
Sahiden, kirli bir ırmaktır insan. Kirli bir ırmağı içine alıp da bozulmadan kalmak için, zaten bir deniz olmak gerekir.

Nedir yaşayabildiğiniz en büyük şey? Büyük aşağılamanın saatidir. Mutluluğunuzdan bile tiksindiğiniz saat, aynı şekilde aklınızdan ve erdeminizden

“Ne önemi var ki benim mutluluğumun? Yoksulluktan, pislikten ve sefil bir huzurdan ibarettir o. Oysa benim mutluluğum, varoluşun kendisini haklı çıkarmalı!” dediğiniz vakit.
“Ne önemi var ki benim aklımın? Bir aslanın yiyeceğini araması gibi arıyor mu ki bilgiyi? Yoksulluktan, pislikten, sefil bir huzurdan başka bir şey değildir o!” dediğiniz vakit.
“Ne önemi var ki benim erdemimin? Henüz öfkelendirmedi beni. Ne kadar usandım kendi iyimden ve kötümden. Yoksulluktan, pislikten, sefil bir huzurdan başka bir şey değildir bütün bunlar!” dediğiniz vakit.
“Ne önemi var ki benim adaletimin? Bakıyorum da, ne közüm ben, ne de kömür. Oysa köz ve kömürdür adil olan!” dediğiniz vakit.
“Ne önemi var ki benim merhametimin! Merhamet, insanları sevenin gerileceği çarmıh değil midir? Oysa benim merhametim çarmıha germe değildir!” dediğiniz vakit.
Hiç böyle konuştunuz mu? Hiç böyle haykırdınız mı? Ah, bir kez duysaydım böyle haykırdığınızı!
Günahınız değil – kanaatkârlığınız haykırıyor göklere, günah işlerken bile cimri oluşunuz haykırıyor
göklere!

Severim çok fazla erdemi olsun istemeyeni. Bir erdem iki erdemden daha fazladır: çünkü kara talihin bağlandığı daha sağlam bir düğüm demektir o.
Severim ruhu harcanıp gideni, ne teşekkür bekleyen ne de etmek isteyeni: çünkü hep armağan eder ve kendisini esirgemek istemez o.

Severim tanrısını sevdiği için tanrısını yerden yere vuranı: çünkü tanrısının öfkesi mahvedecektir onu.
Severim yaralandığında bile ruhu derin kalanı ve küçük bir hadiseden bile yok olup gideni: böylece köprüden seve seve geçer o.
Severim ruhu dolup taşanı, bu yüzden kendisini bile unutanı ve her şeyi içinde barındıranı; böylece her şey batışı olur onun.

Eyvah! İnsanın, özleminin okunu artık insanların üstünden fırlatmayacağı ve yayının kirişinin vınlamayı unutacağı günler yaklaşıyor!

Beni anlamıyorlar; ben bu kulakların dinleyeceği ağız değilim.

“Çoktandır biliyordum şeytanın bana çelme takacağını. Şimdi cehenneme sürüklüyor beni: Engel olacak mısın ona?”

 “sözünü ettiklerinin hiçbiri yok: ne şeytan var, ne de cehennem. Ruhun bedeninden önce ölmüş olacak, hiç korkma artık!”

Tekinsizdir insan yaşamı ve henüz yoktur bir anlamı: felaketi olabilir onun bir soytarı.

Karanlıktır gece, karanlıktır Zerdüşt’ün yolları. Gel, soğuk ve katı yoldaşım! Seni kendi ellerimle gömeceğim yere taşıyayım.

Kendi hedefime varmak istiyorum, kendi yolumda ilerliyorum; tereddüt edenlerin ve ağırdan alanların üzerinden atlayacağım. Benim yolum, onların batışı olsun!

Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir

gün boyunca yaptıklarımı ve düşündüklerimi aklımdan geçiririm. Geviş getirircesine sorarım kendime, bir inek gibi sabırla: bugün nasıl yendin on kez kendini?
Neydi yüreğine iyi gelen on barışman, on hakikatin ve on kahkahan?

İnsanlar bir zamanlar erdem öğretmenleri ararken, aslında aradıkları neydi, şimdi anlıyorum açıkça. İyi bir uyku ve üstüne afyonlu erdemlermiş aradıkları!

Kendi acılarını görmemek ve kendinden geçmek, mest edici bir haz gibidir acı çekene.

Bu dünya ezelden beri eksik, bengi bir çelişkinin sureti ve kusurlu bir sureti, – kusurlu yaratıcısı için mest edici bir haz: – böyle görünüyordu bir zamanlar dünya bana.

Ah, kardeşlerim, yarattığım bu tanrı insanların eseri ve cinnetiydi, tüm tanrılar gibi!

Acı ve yeteneksizlik – buydu tüm ötedünyacıları yaratan; ve mutluluğun o kısa cinneti, sadece en çok acı çekenlerin yaşadığı.

Çok iyi tanırım bu tanrıya benzeyenleri: kendilerine inanılmasını isterler ve kuşku duymanın günah olmasını. Kendilerinin de en fazla neye inandıklarını çok iyi bilirim.

Bir çift sözüm var bedeni aşağılayanlara. Ne yeni bir şey öğrensinler, ne de yeni bir şey öğretsinler, sadece kendi bedenlerine hoşça kal desinler – ve böylece sussunlar.

Düşüncelerinin ve duygularının ardında güçlü bir buyurgan, bilinmeyen bir bilge vardır kardeşim – benlik denir ona. Senin bedeninde yaşar o, senin bedenindir o.

Bu benim iyim, bunu seviyorum, bu tam da böyle benim hoşuma gidiyor, sadece böyle istiyorum iyiyi.
Bir tanrı buyruğu olarak istemiyorum onu, insanların koyduğu bir yasa ve bir zorunluluk olarak da istemiyorum: yol gösterici olmasın bana yeryüzünün ötesi ve cennet için.

Eskiden tutkuların vardı ve kötü dedin onlara. Ama şimdi sadece erdemlerin var: onlar senin tutkularından doğdu.

Sonunda tüm tutkuların erdemlere dönüşecek, tüm şeytanların da meleklere.

Kıskançlık ateşinin ortasında kalan, sonunda kendine yöneltir zehirli iğnesini, tıpkı bir akrep gibi.
Ah, kardeşim, hiç görmedin mi şimdiye kadar bir erdemin kendi kendine iftira edip, iğnesini kendine batırdığını?
İnsan aşılması gereken bir şeydir: işte bu yüzden erdemlerini sevmelisin – çünkü onlarda yok olacaksın.

Demek hayvan başını eğmeden önce öldürmek istemiyorsunuz onu, siz yargıçlar ve kurban edenler!

Bakın şu zavallı bedene! Onun neden acı çektiğini ve neyi arzuladığını bu zavallı ruh yorumladı kendi kendine.

Sahiden, sizin kötüleriniz değil, iyilerinizdeki pek çok şey tiksindiriyor beni. İsterdim ki, sizi yok edecek bir cinnete kapılasınız, tıpkı bu solgun suçlu gibi!
Sahiden, cinnetinizin adı hakikat ya da sadakat ya da adalet olsun isterdim; ama erdemleriniz var sizin, uzun bir yaşam ve sefil bir huzur için.
Bir korkuluğum ben ırmak kenarında, tutunabilen tutunsun bana! Sizin koltuk değneğiniz değilim ama.

Tüm yazılanların içinde insanın kendi kanıyla yazdığını severim sadece. Kanınla yaz: göreceksin ki kan tindir.

Var mı içinizde hem gülebilen ve hem de yükselmiş birisi?

Diyorsunuz ki, “Taşımak zor yaşamı.” Yoksa neye yarardı sabahları gururlu olup da akşamları teslim oluşunuz?

Ben ki yaşamla aram iyidir, bana bile kelebekler, sabun köpükleri ve kimlerse onlara karşılık düşen insanlar, mutluluktan en iyi anlayanlar gibi görünüyor.

İnanacak olsaydım, dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım.

Öfkeyle değil, gülmeyle öldürür insan. Hadi, öldürelim ağırlığın ruhunu!

“Bu ağacı ellerimle sallamak isteseydim, gücüm yetmezdi buna.
Oysa gözümüzle göremediğimiz rüzgâr ona istediği gibi eziyet ediyor, onu eğip büküyor. Görünmez ellerdir bize en kötü eziyetleri çektirenler, bizi eğip bükenler.”

“Nasıl oluyor da ruhumu keşfedebiliyorsun?”

Hızla değişiyorum: bugünüm dünümle çelişiyor. Yukarı çıkarken sık sık basamakları atlıyorum – hiçbir basamak bağışlamıyor beni.
Yukarı vardığımda, hep yalnız buluyorum kendimi. Hiç kimse konuşmuyor benimle, yalnızlığın ayazı titretiyor beni. Ne arıyorum ki yükseklerde?
Aşağılamam ve özlemim birlikte gelişiyor; ne denli yükseğe çıkarsam, o denli aşağılıyorum yukarı çıkanı. Ne arıyor ki yükseklerde?
Ne kadar utanıyorum, yukarı çıkarkenki halimden ve sendeleyişimden! Nasıl da alay ediyorum, nefes nefese kalışımla! Nasıl da nefret ediyorum uçanlardan! Ne kadar yorgun oluyorum yükseklerde!”

Özgür değilsin henüz, hâlâ özgürlüğü arıyorsun. Uykusuz ve aşırı uyanık kılmış arayışın seni.

Henüz bir tutsaksın benim gözümde, özgürlüğü tasarlayan: ah, kurnazdır böyle tutsakların ruhu, ama hilebaz ve kötüdür aynı zamanda.

İyilerin de yolunda engel olan bir soylu vardır: kendileri ona iyi biri deseler bile, böylelikle onu bertaraf etmek isterler.
Yeni şeyler ve yeni bir erdem yaratmak ister soylu kişi. Eski şeyleri ve eskilerin korunmasını ister iyi kişi.
Ama soylu kişideki tehlike onun iyi olması değildir, aksine, küstah, alay eden, yok eden biri olmasıdır.
Ah, soylular tanırdım, en yüce umutlarını kaybettiler. Şimdi de kara çalıyorlar tüm yüce umutlara...

Ama sevgimle ve umudumla sesleniyorum sana: gönlündeki kahramanı fırlatıp atma! Kutsal tut, en yüce umudunu!

Yeryüzü dolup taşıyor lüzumsuzlarla, yaşam berbat oldu fazlalıklarla.

Yaşama daha fazla inansaydınız, kendinizi ana daha az kaptırırdınız. Ama beklemek için yeterli cevher yok içinizde – hatta tembellik için bile!

Ne iyi düşmanlarımız tarafından esirgenmek isteriz, ne de yürekten sevdiklerimiz tarafından. O halde bırakın da size hakikati söyleyeyim!
Savaştaki kardeşlerim! Sizi yürekten seviyorum, ben de sizden biriyim ve hep öyleydim. Ve ben sizin en iyi düşmanınızım da. O halde bırakın da size hakikati söyleyeyim!
Yüreğinizdeki nefreti ve hasedi bilirim. Nefreti ve hasedi bilmeyecek kadar büyük değilsiniz. En azından kendinizden utanmayacak kadar büyük olun!

Kendi düşmanınızı aramalısınız ve kendi düşünceleriniz uğruna kendi savaşınızı vermelisiniz!
Kendi düşünceniz yenilse bile, dürüstlüğünüz zafer çığlıkları atmalı!
Barışı sevmelisiniz yeni savaşların aracı niyetine. Ve kısa süren barışı uzunundan daha çok sevmelisiniz.

İyi bir dava, savaşı bile kutsallaştırandır diyorsunuz öyle mi? Ben de diyorum ki size: iyi bir savaş her davayı kutsallaştırır.

Kalpsiz diyorlar size: ama sahicidir sizin kalbiniz ve ben utangaçlığını seviyorum sizin içtenliğinizin. Siz yüreğinizin taşmasından utanıyorsunuz ve başkaları yüreklerinin kurumasından utanıyorlar.

Sadece nefret edilesi düşmanlarınız olmalı, aşağılanası düşmanlarınız olmamalı. Gurur duymalısınız
düşmanlarınızla: çünkü düşmanlarınızın başarıları sizin de başarılarınızdır.

Yaşama duyduğunuz sevgi en yüce umudunuza beslediğiniz sevgi olsun: ve sizin en yüce umudunuz
yaşamın en yüce düşüncesi olsun!

Devlet tüm soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuktur söylediği yalanlar da; ve şu yalan dökülür dudaklarından: “Ben, devlet, halkın ta kendisiyim.”

Kardeşlerim, onların ağızlarının ve hırslarının kokuşmuşluğunda boğulmak mı istiyorsunuz! En iyisi
pencereleri kırın da, atın kendinizi açık havaya!

Kaç dostum, yalnızlığına! Büyük adamların gürültüsünden serseme döndüğünü ve küçüklerin iğneleriyle sokulduğunu görüyorum senin.
Orman ve kaya seninle birlikte saygıyla susmayı bilirler. O sevdiğin geniş dallı ağaca benze yine: sessizce ve dinleyerek asılı durur o, denizin üstünde

Kaç dostum, yalnızlığına kaç: zehirli sineklerin soktuğunu görüyorum seni. Kaç, rüzgârın sert ve şiddetli estiği yere!

Bir taş değilsin sen, ama çok fazla damlayla şimdiden oyuldu için. Kırılıp paramparça olacaksın bir de sayısız damla yüzünden.
Zehirli sineklerden yorgun düştüğünü görüyorum, bedenindeki yüzlerce çizikten kanlar aktığını
görüyorum; ve tüm bunlar karşısında gururun öfkeye bile kapılmıyor.
Kan istiyorlar senden tüm masumiyetleriyle, kana susamış onların kansız ruhları – bu yüzden sokuyorlar tüm masumiyetleriyle.
Oysa sen, derin kişi, derin acılar çekiyorsun küçük yaralardan da; ve daha sen iyileşmeden önce aynı zehirli solucan tırmanıyor eline.
Bu ziftleniciyi öldürmeyecek kadar gururlusun benim gözümde. Aman dikkat et de tüm bu zehirli haksızlıklarını taşımak kara talihin olmasın senin!
Övgüleriyle de vızıldarlar etrafında: ısrarcılıktır onların övgüsü. Senin derine ve kanına yakın olmak
isterler.
Dalkavukluk ederler sana, bir tanrı ya da şeytana dalkavukluk eder gibi; sızlanırlar karşında, bir tanrının ya da şeytanın karşısındaymış gibi. Neye yarar ki! Dalkavuk ve sızlanandır onlar, işte bu kadar!
Çoğu zaman kendilerini sevimli de gösterirler sana. Oysa korkakların her zamanki kurnazlığıdır bu.
Evet, korkaklar kurnazdır!
Çok düşünürler senin hakkında daracık ruhlarıyla, – şüpheli gelirsin hep onlara! Şüpheli olur çok düşünülen ne varsa.
Tüm erdemlerin yüzünden cezalandırırlar seni. İçtenlikle bağışladıkları yalnızca – hatalarındır

Çok zalim gözleriniz var bence ve şehvetle bakıyorsunuz acı çekenlere. Şehvetiniz kılık değiştirip de merhamet adını almadı mı sadece?

Pis şeylerden mi söz ediyorum? En berbatı bu değil benim için.
Hakikat pis olduğu zaman değil, sığ olduğu zaman girmek istemez idrak eden kişi hakikatin suyuna.

Ah, tüm münzeviler için çok fazla derinlik vardır. Bu yüzden özlem duyarlar bir dosta ve onun yüksekliğine.
Başkalarına duyduğumuz inanç kendimizde neye inanmak istediğimizi ele verir. Bir dosta duyduğumuz özlemdir içimizdeki hain.
Ve çoğu zaman sevgiyle sadece hasedin üstünden atlamak isteriz. Çoğu zaman saldırıya geçer ve bir düşman yaratırız kendimize, saldırıya açık olduğumuzu gizlemek için.
“En azından düşmanım ol!” – böyle konuşur hakiki saygı, dostluk istemeye yeltenmeyen saygı.
İnsan bir dostu olsun istiyorsa, onun için savaşmak da istemelidir: ve savaşmak için düşman da olabilmelidir.
İnsan dostunda düşmanını da onurlandırmalıdır. Onun tarafına geçmeden yaklaşabilir misin dostuna?
Dostu en iyi düşmanı olmalı insanın. Ona karşı çıktığında onun yüreğine en yakın sen olmalısın.

Uyurken gördün mü hiç dostunu, – anlayasın diye onun nasıl göründüğünü? Başka nedir ki dostunun yüzü? Senin kendi yüzündür o, kaba ve kusurlu bir aynada.
Uyurken gördün mü hiç dostunu? Dehşete kapılmadın mı dostunun bu görünümünden? Ey dostum,
aşılması gereken bir şeydir insan.
Sezmek olsun senin merhametin: merhamet istiyor mu dostun, önce bunu bilesin diye? Belki de ışıltılı gözlerini ve gözlerindeki sonsuzluk bakışını seviyor sende.

Temiz hava ve yalnızlık ve ekmek ve ilaç mısın dostun için? Kimileri çözemez kendi zincirlerini, ama yine de kurtarıcıdır bir dost için.
Bir köle misin? O halde bir dost olamazsın. Bir tiran mısın? O halde dostların olamaz.

Arkadaşlık var: dostluk olsun!
Böyle söyledi Zerdüşt.

Önce değer biçmeden yaşayamazdı hiçbir halk; ama varlığını sürdürmek istiyorsa, komşusununkinden farklı olmalıydı değerleri.
Bir halkın iyi dediği birçok şeyi hakaret ve rezalet sayar bir başkası: bunu da gördüm. Bir yerde kötü denilen birçok şeyin bir başka yerde asalet payeleriyle donatıldığını da gördüm.
Hiçbir zaman anlamadı bir komşu bir diğerini: her zaman şaşkınlığa kapıldı ruhu komşusunun çılgınlığı ve kötülüğü karşısında.

“Her zaman ilk olmak, diğerlerinin önüne geçmek istiyorsun: kimse sevmeyecek senin kıskanç ruhunu dostundan başka.”

Sahiden, insanlar kendileri verdiler kendilerine, her türlü iyi ve kötülerini. Sahiden, almadılar bunları, bulmadılar bunları, gökten bir ses olarak inmedi bunlar onlara.
İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti – şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden “insan” diyor kendine: değer biçen demektir bu.
Değer biçmek yaratmaktır: dinleyin ey yaratanlar! Değer biçmenin kendisidir, tüm değer biçilmiş şeylerin değeri ve mücevheri.

Nice memleketler gördü Zerdüşt, nice halklar: sevenlerin eserlerinden daha büyük bir güç bulamadı yeryüzünde Zerdüşt: “iyi” ve “kötü” adları verilmişti bu eserlere.
Sahiden, bir canavardır bu övgü ve yerginin gücü. Söyleyin, kim alt edecek onu benim için,
kardeşlerim? Söyleyin kim fırlatacak zinciri bu hayvanın bin boynuna?
Bin hedef vardı şimdiye dek, çünkü bin halk vardı. Şimdi bin boynun zinciri eksik hâlâ, tam da o hedef eksik, insanlığın hâlâ bir hedefi yok.
Ama söyleyin bana, kardeşlerim: insanlığın hedefi hâlâ eksikse, eksik değil midir – kendisi de?

Sen daha eskidir Ben’den; Sen kutsanmıştır, ama Ben öyle değildir henüz

Uzaktakine ve gelecektekine duyulan sevgi daha yücedir yakındakine duyulan sevgiden; davalara ve
hayaletlere duyulan sevgi daha yücedir insanlara duyulan sevgiden.
Önün sıra koşan bu hayalet, kardeşim, daha güzeldir senden; neden etini ve kemiğini vermiyorsun ona?

Kendinizden iyi söz edilmesini istediğinizde bir şahit çağırıyorsunuz kendinize; ve onu hakkınızda iyi şeyler düşünmesi için ayarttığınızda, siz de iyi şeyler düşünüyorsunuz kendiniz hakkında.
Sadece bilgisine aykırı konuşanlar değildir yalan söyleyenler, bilgisizliğine aykırı konuşanlardır asıl yalan söyleyenler

Böyle söyler deli: “İnsanlarla ilişki bozar insanın karakterini, özellikle de, yoksa bir karakteri.”

Kendinize duyduğunuz kötü sevgi bir zindana dönüştürür kimsesizliğinizi.

Bak, tam da bu vicdan bir sancı doğurdu: bu vicdanın son pırıltısı hâlâ ışıyor senin kederinde.

Öyle sancıları vardır ki hırslıların! Şehvetlilerden ve hırslılardan olmadığını göster bana!

Özgür mü diyorsun kendine? Sana hükmeden düşünceni duymak isterim, bir boyunduruktan kaçıp
kurtulduğunu değil.

Kendi iyini ve kötünü sen verebilir misin kendine? Ve kendi istemini bir yasa gibi asabilir misin üstüne? Kendi yasanın yargıcı ve celladı olabilir misin?
Kendi yasasının yargıcı ve celladıyla baş başa kalmak korkunçtur. Bir yıldızda böyle fırlatılır yalnızlığın ıssız boşluğuna ve buzlu soluğuna.
Bugün hâlâ eziyet çekiyorsun çoğunluktan, sen tek olan: cesaretini ve umudunu yitirmedin henüz bugün.
Oysa günün birinde yalnızlık yoracak seni, günün birinde gururun iki büklüm olacak ve cesaretin kırılacak. “Yalnızım!” diye haykıracaksın günün birinde.
Günün birinde sende yüksek olanı artık görmeyeceksin ve sende alçak olana çok yakın olacaksın; kendi ululuğun bile bir hayalet gibi korkutacak seni. “Her şey sahte!” diye bağıracaksın günün birinde.
Yalnız kişiyi öldürmek isteyen duygular vardır; öldürmeyi başaramazlarsa eğer, onların ölmesi gerekir! Peki gücün yetiyor mu katil olmaya?

Sevgi nöbetlerinden de koru kendini! Yalnız kişi çabucak uzatır elini karşısına çıkana.
Kimi insanlara elini değil, pençeni uzatmalısın sadece: ve isterim ki, tırnakları olsun senin pençeninde!
Ama karşına çıkabilecek en kötü düşman her zaman sen kendin olacaksın; sen kendin pusuda bekleyeceksin kendini mağaralarda ve ormanlarda.

Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde: nasıl yeniden doğmak isteyebilirsin ki önce kül olmadan?

Bir kadın bir erkekten daha iyi anlar çocukları; ama bir erkek daha çocuksudur bir kadından.
Gerçek bir erkekte bir çocuk gizlidir: oynamak ister. Hadi bakalım kadınlar, keşfedin erkekteki çocuğu!

Cesaret olsun sevginizde! Sevginizle gidin size korku aşılayanın üzerine!
Onurunuz olsun sevginizde! Yoksa pek anlamaz kadın onurdan. Ama her zaman sevildiğinden daha çok sevmek ve hiçbir zaman ikinci konuma düşmemek olsun sizin onurunuz.

Bir düşmanınız varsa, iyilikle karşılık vermeyin onun kötülüğüne: çünkü bu tavrınız onu utandırır. Aksine, onun da size iyi bir şey yapmış olduğunu kanıtlayın.
Utandıracağınıza öfkelenin! Ve birisi size küfür ettiğinde hoşuma gitmez onun için dua etmeniz. Siz de küfür edin biraz, daha iyi!
Size büyük bir haksızlık yapıldığında derhal beş küçük haksızlık da siz yapın! Korkunçtur haksızlığın altında yalnız ezileni görmek.
Bunu biliyor muydunuz? Haksızlığı bölüşmek, haklılığı yarılamak demektir. Ve ancak taşıyabilen almalı haksızlığı üzerine!
Küçük bir intikam daha insancadır hiç intikam alınmamasından. Ve ceza, çiğneyip geçenler için bir hak ve bir onur olmadıkça, hoşlanmıyorum sizin cezanızdan da!

Hoşlanmıyorum sizin soğuk adaletinizden; her zaman cellat ve onun soğuk çeliği bakar sizin yargıçlarınızın gözlerinden.
Söyleyin, gözleri gören bir sevgi olan adalet nerede?
Öyleyse, sadece tüm cezayı değil, tüm suçu da taşıyan sevgiyi bulun bana!
Öyleyse, yargıçlar dışında herkesi suçsuz ilan eden adaleti bulun bana!
Bunu da duymak ister misiniz? Yürekten adil olmak isteyende yalan bile insan-severliğe dönüşecektir eninde sonunda.
Ama nasıl yürekten adil olmak isterim ki? Nasıl herkese kendi hakkına düşeni verebilirim! Bu kadarı yetsin bana: herkese kendi hakkıma düşeni veriyorum.

Bu soru sadece sana, kardeşim: bu soruyu bir iskandil gibi atıyorum ruhuna, ne kadar derin olduğunu
öğreneyim diye.
Gençsin ve çocuk sahibi olmak, evlenmek istiyorsun. Ben de soruyorum sana: Bir çocuk istemeye layık bir insan mısın?
Muzaffer misin, kendi kendine boyun eğdiren misin, duyularına hükmeden misin, erdemlerinin efendisi misin? Bunu da soruyorum sana.
Yoksa arzularında dile gelen, hayvan ve ihtiyaç mı? Yoksa yalnızlaşma mı? Yoksa kendinle barışık olmaman mı?
İsterim ki, zaferin ve özgürlüğün olsun bir çocuğu özleyen. Canlı anıtlar inşa etmelisin zaferine ve
özgürleşmene.
Kendinin üzerinde inşa etmelisin. Ama önce sen kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla.
Sürdürmekle kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de! Bunun için yardımcı olur sana evliliğin bahçesi!

Evlilik: İki kişinin onu yaratanlardan daha fazla olan birini yaratma istemine evlilik derim ben.
Böyle bir istemin sahipleri olarak birbirlerine saygı duymalarına derim ben evlilik diye.
Bu olsun evliliğinin anlamı ve hakikati. Oysa çok-fazlaların, bu lüzumsuzların evlilik dedikleri şey– ah, ne demeli ki buna?
Ah, bu iki kişilik ruh yoksulluğu! Ah, bu iki kişilik ruh kirliliği! Ah, bu iki kişilik sefil huzur!
Evlilik diyorlar tüm bunlara; ve cennette kıyıldığını söylüyorlar nikâhlarının.
Eksik olsun lüzumsuzların bu cenneti! Eksik olsun bu cennet bağıyla birbirine bağlanmış hayvanlar!
Birleştirmediğini kutsamak için aksayarak yaklaşan o tanrı da uzak dursun benden!

Yeryüzünün anlamına layık ve olgun göründü bu adam gözüme: ama karısını gördüğümde yeryüzü bir tımarhaneymiş gibi göründü gözüme.

Kendinizin üzerinde seveceksiniz günün birinde! Bu yüzden önce öğrenin sevmeyi! Bu yüzden de
içmelisiniz sevginizin acı kupasından.
En iyi sevginin bile kupası acı doludur: böylece Üstinsana özlem doğurur, böylece senin, yaratanın dudaklarını kurutur!

Ciddiye alıyor herkes ölümü: ama henüz bir şenlik değil ölüm. Henüz öğrenmedi insanlar en güzel törenlerin nasıl kutlandığını.

Ah, yeryüzüne ait olanlara karşı sabırlı olmayı mı vaaz ediyorsunuz? Yeryüzüne ait olandır size fazlasıyla sabreden, karaçalıcılar sizi!

Uyanın ve kulak verin, ey yalnızlar! Gelecekten bu yana esiyor rüzgârlar, gizli kanat vuruşlarıyla; ve
hassas kulaklara ulaşıyor, iyi haberler.

Saygı duyuyorsunuz bana; ya günün birinde değişirse saygınız?

Kaybolup gitti dostlarım; kayıplarımı aramanın saati geldi!

Mutluluğumdan yaralandım ben: tüm acı çekenler hekim olsun bana!

Çok uzun süredir özlemle baktım uzaklara. Çok uzun süre yalnız kaldım: bu yüzden unuttum susmayı.
Ağız kesildim tepeden tırnağa ve yüksek kayalardan dökülen bir derenin uğultusu: aşağıya, vadilere dökmek istiyorum sözlerimi.

Elbette bir göl var içimde, münzevi, kendi kendine yeten bir göl; ama benim sevgi ırmağım alıp götürüyor onu aşağıya – denize!
Yeni yollara gidiyorum, yeni bir söz geliyor dilimin ucuna; bütün yaratıcılar gibi, usandım eski dillerden. Artık aşınmış tabanlar üzerinde yürümek istemiyor ruhum.

Bir haykırış ve bir sevinç çığlığı gibi geçeceğim geniş denizlerin üzerinden, dostlarımın bulunduğu mutlu adaları buluncaya dek.
Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi, hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi.

Nasıl böyle oldu insan? Sık sık utanmak zorunda kaldığından değil mi?

Ah kardeşlerim! Herkes hakkında biraz fazla şey biliriz! Ve kimileri saydamlaşırlar da karşımızda, yine de geçemeyiz ya içlerinden.
Zordur insanlarla yaşamak, çünkü öyle zordur ki susmasını bilmek.
Ve bize ters gelene değil de bizi hiç ilgilendirmeyene karşı yaparız en büyük insafsızlığı.

Ve bir dostun kötülük yaparsa sana, de ki: “Bağışlıyorum seni bana yaptığından ötürü; ama kendine yaptığını – nasıl bağışlayabilirdim ki bunu?”

Temiz olan herkese karşı iyiyimdir; ama sırıtan ağızları ve temiz olmayanların susuzluğunu görmeye tahammülüm yoktur.

Kör, sağır ve dilsiz bir sakat gibi yaşadım uzun süre: iktidarın, kalemin ve şehvetin ayaktakımıyla birlikte yaşamayayım diye.

İntikam yatar ruhunda: neyi ısırırsan, siyah bir kabuk bağlar; senin zehrin intikamla sersemletir ruhu!
Böyle, benzetmelerle konuşuyorum sizinle, siz ruhları sersemletenler, siz eşitlik vaaz edenlerle!
Zehirli örümceklersiniz siz ve sinsi intikam düşkünleri!
Ama sizin gizlendiğiniz yerleri açığa çıkartacağım; bu yüzden gülüyorum yüzünüze dorukların kahkahasıyla.
Bu yüzden parçalıyorum ağlarınızı, öfkeniz sizi yalan-mağaranızdan çıkartsın diye ve intikamınız “adalet” sözcüğünüzün arkasından çıkıp öne fırlasın diye.

Dostlarım, başkalarıyla karıştırılmak ya da olduğumdan başkası zannedilmek istemem ben.

Kartal değilsiniz siz: bu yüzden ruhun dehşetinin mutluluğunu yaşamadınız

Dindirilmemiş, dindirilemez bir şey var içimde; yükseltmek istiyor sesini. Aşka duyulan bir özlem var içimde, kendisi de konuşuyor aşkın dilini.
Işığım ben; ah, gece olsaydım! Ne ki ışıkla kuşatılmış olmaktır benim yalnızlığım.
Ah, karanlık olsaydım, geceye ait olsaydım! Nasıl da isterdim ışığın memelerinden emmek!
Ve sizi kutsamak isterdim, siz kıvılcımlar gibi parıldayan küçücük yıldızlar ve ateşböcekleri, yukarıdaki! ve mutlu olmak isterdim sizin ışık-armağanlarınızla.
Oysa kendi ışığımda yaşıyorum ben, kendimden çıkan alevleri yine kendim yutuyorum.

Elimin hiç durmadan armağan vermesidir benim yoksulluğum; bekleyen gözleri ve özlemin aydınlanmış gecelerini görmektir benim kıskançlığım.
Vay, tüm armağan verenlerin mutsuzluğu! Vay, güneşimin tutulması! Vay, özlem duymaya duyulan arzu! Vay, tokluktaki müthiş açlık!
Benden alıyorlar: ama dokunabiliyor muyum ruhlarına? Bir uçurum var vermekle almak arasında; ve en küçük uçurumun en son aşılması gerekir.

Bir el uzandığında elimi geri çekerek; düşerken bile duraklayan bir şelale gibi duraklayarak –böylesine açım kötülüğe.
Böyle bir intikam düşünüyor bolluğum; böyle bir kötülük fışkırıyor yalnızlığımdan.
Benim armağan etme mutluluğum sona erdi armağan ederken, erdemim kendinden bıktı bolluğu yüzünden!

Nereye gitti gözyaşlarım ve yüreğimin havı? Ah, tüm armağan edenlerin yalnızlığı! Ah tüm aydınlatanların suskunluğu!
Çok sayıda güneş dönüyor ıssız boşlukta: karanlık olan her şeyle konuşuyorlar ışıklarıyla, susuyorlar bana gelince.

En zengin ve en kıskanılası benim hâlâ – ben en yalnız olan! Çünkü ben size sahiptim ve siz hâlâ bana sahipsiniz: söyleyin, kimin başına böyle pembe elmalar düşmüş ağaçtan, benden başka?

Sadakat ve zarif sonsuzluklar için yaratıldınız benim gibi: şimdi sadakatsizliğinizle mi adlandırayım sizi, ey tanrısal bakışlar ve anlar: başka bir ad öğrenmedim henüz.
Sahiden, çok erken öldünüz bana göre, sizi kaçaklar. Ama ne siz benden kaçtınız, ne de ben kaçtım sizden: birbirimize karşı masumuz sadakatsizliğimizde.
Beni öldürmek için sizi boğdular, siz umutlarımın ötücü kuşları! Evet, en sevdiklerim, hep size fırlattı oklarını kötülük– benim yüreğime isabet ettirmek için!

Sahip olduğum en hassas şeye fırlattılar oklarını: sizlerdiniz bu, teniniz kadife gibiydi, hatta bir bakışta sönen bir gülücük gibiydi!
Şu sözüm de düşmanlarıma: hangi cinayet kıyaslanabilir sizin bana yaptıklarınızla?
Tüm cinayetlerden daha kötüsünü yaptınız bana! Geri getirilemez bir şeyi aldınız benden: – sözüm budur size, ey düşmanlarım!
Gençliğimin hayallerini ve en sevgili harikalarını öldürdünüz! Oyun arkadaşlarımı, kutsanmış ruhları aldınız elimden! Onların anısına koyuyorum bu çelengi ve bu laneti.
Bu lanet size, düşmanlarım!

Eskiden mutlu haberler beklerdim kuşlardan: o zaman iğrenç bir baykuş canavarı çıkardınız karşıma. Ah, nereye uçtu o benim şefkatli arzum?
Eskiden tüm tiksintilerden vazgeçmeye yemin etmiştim: o zaman benim tüm yakınlarımı ve komşularımı irin çıbanlarına dönüştürdünüz. Ah, nereye uçtu peki, benim en soylu yeminim?
Bir kör gibi yürüyordum eskiden, mutlu yollardan: o zaman pislik attınız körün yoluna: bunun üzerine tiksindi o da alışık olduğu eski patikasından.
En zor işimi başarıp da, kendimi aşmalarımın zaferini kutladığımda, beni sevenleri bağırttınız, en çok onların canını acıtıyormuşum diye.
Sahiden, hep bunu yaptınız siz: zehir ettiniz bana en iyi balımı ve en iyi arılarımın emeğini.
Hep en arsız dilencileri gönderdiniz yufka yürekliliğimin önüne; ve hep en iflah olmaz edepsizleri saldınız merhametimin üzerine. Böyle zedelediniz erdemimin inancını.
Üstelik en kutsal saydığım şeyi de kurban ettiğimde: sizin “dindarlığınız” daha besili kurbanlar koydu hemencecik yanıma: sizin yağınızın dumanında boğuldu benim en kutsalım da.

Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş kaldı en yüce umudum! Ve gençliğimin tüm hayalleri ve tesellileri öldü!
Nasıl katlandım buna? Nasıl iyileştim, nasıl atlattım böylesi yaraları? Nasıl kalktı ruhum yeniden bu
mezarlardan?

Tüm isteminiz budur, siz en bilgeler; bir güç istemidir bu, iyi ve kötüden ve değer biçmelerden söz etseniz bile.
Önünde diz çökebileceğiniz dünyayı yaratmak istiyorsunuz önce: budur sizin en son umudunuz ve
sarhoşluğunuz.

Dinleyin şu sözümü, ey en bilgeler! İyice bir sınayın yaşamın yüreğine kadar ve yaşamın yüreğinin köklerine dek inip inmediğimi!
Nerede bir canlı gördüysem, orada güç istemini gördüm; ve hizmet edenin isteminde bile efendi olma istemini gördüm.
Zayıf olanın güçlü olana hizmet ettiğine ikna eder istemi, daha da zayıfların üstünde efendi olmak isteyenin: bir tek bu zevkten mahrum bırakamaz kendini.

Ne yaratırsam yaratayım, onu nasıl seversem seveyim, – çok geçmeden düşman olmam gerekir ona ve sevgime: böyle ister benim istemim.

Dingindir denizimin dibi: şakacı canavarlar gizlediğini kim bilebilir ki?
Sarsılmazdır derinliklerim: ama parıldar yüzen bilmecelerle ve kahkahalarla.

Yüceliğinden yorgun düşerse bir gün bu yüce kişi: o zaman başlayacak güzelliği – ben de ancak o zaman tadına bakacağım ve güzel bulacağım onu.
Ve ancak, kendisinden yüz çevirdiğinde kendi gölgesinin üstünden atlayabilecek – ve sahiden! Kendi güneşine.
Çok uzun süre oturdu gölgede, yanakları soldu tini tövbelinin; handiyse açlıktan ölüyordu beklentileri yüzünden.
Aşağılama var hâlâ gözlerinde; ve tiksinti sinmiş dudaklarına. Gerçi dinleniyor şimdi, ama henüz güneşin altında dinlenmiş değil.

Çok fazla uçtum geleceğin içine: bir korku düştü içime.

Sahiden, asıl yüzlerinizden daha iyi bir maske taşıyamazdınız, siz şimdinin insanları! Kim tanıyabilirdi ki sizi!

İnsan başkasının ciğerini okuyabilse bile: sizde ciğer nerede! Hamurunuz renklerden yoğrulmuş sanki, bir de yapıştırılmış yaftalardan.

Bir tanrı maskesi takmışsınız, siz “temizler”: bir tanrı maskesine girip çöreklenmiş iğrenç solucanınız.

Birbirimize yabancıyız, erdemleri sahteliklerinden ve hileli zarlarından daha da ters gelir beğenime.

Ah, nasıl da usandım, illa ki olay haline gelmeliyim diye tutturan bu yetersizlerden! Ah, nasıl da usandım şairlerden!

Yeterince derinliğine düşünmediler: bu yüzden duyguları dibe batmadı.

Yeterince temiz de değiller bence: tüm sularını bulandırıyorlar derin görünsün diye.

Ve inan bana, dostum cehennem gürültüsü! En büyük olaylar – en gürültülü değil, en sessiz saatlerimizdir bizim.
Yeni gürültüleri bulanların çevresinde değil: yeni değerleri bulanların çevresinde döner dünya; işitilmez onun dönüşü.
İtiraf et! Gürültün ve dumanın bitince, her zaman pek az olay kalır geriye. Ne önemi var bir şehrin
mumyalaşmasının ve bir heykelin çamura batmasının!

“Sahiden, dostlarım, insan kırıntıları ve kolları, bacakları arasında dolaşır gibi dolaşıyorum insanların arasında!

Geleceğin kırıntıları arasındaymış gibi dolaşıyorum, insanların arasında: benim gördüğüm geleceğin
kırıntıları

İnsan aynı zamanda şair, bilmeceleri çözen ve rastlantılardan kurtaran olmasaydı, nasıl katlanırdım insan olmaya!

“Zordur insanlarla yaşamak, çünkü çok zordur susmak. Özellikle de çenesi düşük birisi için.”

Yükseklik değil: uçurumdur korkunç olan!
Bakışın aşağıya düştüğü ve elin yukarıya uzandığı uçurum. Başı döner yüreğin orada bu ikili isteminden.
Ah, dostlarım, anlayabildiniz mi benim yüreğimin ikili istemini?

Tanımıyorum siz insanları: bu karanlık ve bu teselli sarmalar çoğu kez beni.

İnsanların arasında susuzluktan ölmek istemeyen biri tüm bardaklardan içmeyi öğrenmeli; ve insanların arasında temiz kalmak isteyen pis sularla yıkanmasını da bilmeli.

İyi oyuncu olduklarını gördüm tüm kibirlilerin: oynuyorlar ve beğenilerek seyredilmek istiyorlar – tüm tinlerini kaplamıştır bu istem.
Kibirlilerin alçakgönüllülüğündeki derinliği kim ölçebilir! İyi davranırım ve acırım onlara alçakgönüllülüklerinden dolayı.

Kılık değiştirip oturmak istiyorum ben de aranızda – sizi ve kendimi tanımayayım diye: budur işte benim sonuncu insanca-akıllılığım.

Ne oldu bana, dostlarım? Görüyorsunuz, yılgın, uzağa sürülmüş, gönülsüz-itaatkâr, gitmeye hazır olduğumu – ah, sizden uzağa gitmeye.

Tesadüflerle karşılaşabildiğimiz zamanlar çoktan akıp geçti; zaten bana ait olmayan ne çıkabilir ki artık karşıma?

Sevgidir en yalnız kişinin tehlikesi, her şeye duyulan sevgi, canlı olsun yeter ki! Gerçekten gülünç benim deliliğim ve sevgideki alçakgönüllülüğüm!

Kendine ve kendini taşlamaya mahkûmsun: ey Zerdüşt, uzaklara attın taşı – ama senin üstüne düşecek o geriye!
Tırmandım, tırmandım, rüya gördüm, düşündüm – ama tüm bunlar bunalttı beni. Çektiği acıdan bitkin düşen ve kötü bir rüyayla yeniden uykusundan uyanan bir hasta gibiydim. Ama cesaret adını verdiğim bir şey var bende: şimdiye kadar içimdeki her türlü sıkıntıyı öldürmüştür o.
Cesaret uçurumun kenarındaki baş dönmesini de öldürür: insanın uçurum kenarında durmadığı bir yer oldu mu ki? Görmek bile – uçurumları görmek değil midir?
En iyi yıkıcıdır cesaret: merhameti de yıkar. Ama en derin uçurumdur merhamet: insan ne denli derinine bakarsa yaşamın, o denli derinden görür acıyı.

Ah, kardeşlerim, bir insan gülüşü olmayan bir gülüş işittim – şimdi bir susuzluk kemiriyor içimi, hiçbir zaman dinmeyecek bir özlem.
Bu gülüşe duyduğum özlem kemiriyor içimi: ah, nasıl olur da hâlâ katlanırım yaşamaya! Nasıl dayanırım şimdi ölmeye!

Onun ve onun gibilerin uğruna ben de kendimi mükemmelleştirmeliyim: bu yüzden uzaklaştım mutluluğumdan ve her türlü mutsuzluğa açtım kendimi – kendimi son sınayışım ve tanıyışım için.
Sahiden, gelmişti gitme zamanım; ve gezginin gölgesi, en uzun dakika ve en sakin saat – hepsi dediler ki bana: “Şimdi tam zamanı!

Ah, uçurumlu düşünce, sen ki benim düşüncemsin! Senin kazdığını duyarak titremeyecek gücü ne zaman bulacağım kendimde?
S ca, yüreğim yerinden fırlayacak gibi çarpıyor! Senin susuşun boğacak beni, ey
uçurum suskunluğundaki!
Henüz hiç cesaret edemedim seni yukarı çağırmaya: seni beraberimde – taşımam bile yeter! Henüz yeterince güçlü değildim, son aslan-cüretine ve taşkınlığına.
Senin ağırlığın zaten yeterince korkunçtu benim için: ama günün birinde seni yukarıya çağıracak gücü de bulacağım, aslan-sesini de.

Ah, nasıl da bilmem ruhunun tüm utangaçlığını! Güneşten önce geldin bana, en yalnıza.
Dostuz biz en başından beri; ortaktır kederimiz, dehşetimiz ve temelimiz; ortaktır güneşimiz bile.
Konuşmayız birbirimizle, çok şey bildiğimiz için susarız birbirimize, bilgimizi gülümseriz.
Işık değil misin sen ateşime? Sende değil mi kavrayışımın kız kardeş-ruhu?

Geziniyorum bu halkın arasında ve açık tutuyorum gözlerimi: onların erdemlerini kıskanmayışımı
bağışlamıyorlar.

Öğrendiğim yeni sessizlik bu: etrafımda kopardıkları gürültü bir örtü seriyor düşüncelerimin üzerine.

Beni övdüklerinde bile: nasıl kuşanırım onların övgülerini üzerime? Bir diken-kemerdir bana onların övgüsü: tırmalar beni üstümden çıkarırken bile.

Ayaklar ve gözler ne yalan söylemeli, ne de birbirlerini yalanla suçlamalı. Ama çok yalan var küçük
insanların arasında.

Erkeklik azdır burada: bu yüzden erkekleşiyor kadınları. Çünkü yalnızca yeterince erkek olan kurtaracaktır – kadındaki kadını.
Ve onlarda gördüğüm en kötü ikiyüzlülük şuydu: Emredenler bile hizmet edenlerin erdemlerine sahipmiş gibi ikiyüzlü davranıyorlar.

Geziniyorum bu halkın arasında ve nice sözler saçıyorum: ama ne almayı biliyorlar, ne de korumayı.
Şaşırıyorlar, hazlara ve günahlara lanet okumak için gelmiş olmadığıma; ve sahiden, yankesicilere karşı uyarmak için de gelmedim ben!
Şaşırıyorlar akıllılıklarını ne geliştirmeye ne de sivriltmeye hazır oluşuma: sanki sesleri tahta üzerindeki tebeşir gibi kulağımı tırmalayan ukalalar yeterli değilmiş gibi aralarındaki!
“İnlemek isteyen, ellerini açıp yalvarmak isteyen tüm korkak şeytanları kovun içinizden,” diye bağırdığımda, “Zerdüşt tanrısızdır,” diye bağırıyorlar.

Ah, her şeyi yarım istemeyi bırakıp da, eylemde olduğu gibi üşengeçlikte de kararlı olsanız!
Ah, şu sözümü anlayabilseniz: “Her zaman istediğinizi yapın, – ama önce isteyebilen birileri olun!”
“Her zaman komşunuzu da kendiniz gibi sevin – ama önce, kendini seven birileri olun.

Kendimin öncülüyüm ben bu halkın arasında; kendimin horoz-ötüşüyüm karanlık sokaklarda.

Kış, kötü bir misafir, oturuyor evimde; mosmor kesildi ellerim dostça el sıkıştığımız halde.

Ben – dalkavuk muyum? Hiçbir zaman dalkavukluk etmedim güçlülere; yalan söylediysem de sevgimden söyledim. Bu yüzden neşeliyim kışlık-yatağımda bile.

Ben ondan mı öğrendim, uzun uzun, açık açık susmayı? Yoksa o mu benden öğrendi? Yoksa her birimiz kendimiz mi keşfettik?

Uzun süre susmak ve açık, yusyuvarlak gözlü bir yüzle kış göğü gibi bakmak da iyi, haşarı bir şeydir: -susarak kendi güneşini ve boyun eğmez güneş-istemini gizlemek onun gibi: sahiden, bu sanatı ve bu kış haşarılığını iyi öğrendim ben!
En sevgili hınzırlığım ve sanatım da, susarak kendini ele vermemeyi öğrenmesiydi susuşumun, sözcüklerle ve zarlarla oynayarak atlatıyorum vakur bekçileri: istemim ve amacım kaçıp kurtulmalı bu zorlu gözeticilerden.
Kimse benim derinliğimi ve asıl istemimi öğrenmesin diye – bu yüzden keşfettim uzun uzun ve açık açık susmayı.
Kimi akıllılar gördüm: yüzünü örten ve sularını bulandıran, kimse içlerini ve derinliklerini görmesin diye.

Ey kar sakallı suskun kış göğü, ey üstümdeki yusyuvarlak gözlü akkafa! Ey sen, ruhumun ve haşarılığımın ilahi benzetmesi!
Ve gizlenmek zorunda değil miyim, altın yutmuş birisi gibi – ruhumu yarıp açmasınlar diye?

Bu dumanlı, rahatına düşkün, bitip tükenmiş, sararıp solmuş ruhlar – nasıl dayanabilirdi ki onların kıskanç-lığı mutluluğuma!
Bu yüzden onlara sadece doruklarımdaki buzu ve kışı gösteriyorum – ve göstermiyorum dağımın hâlâ tüm güneş kuşaklarıyla çevrili olduğunu!

Acıyorlar henüz benim kazalarıma ve rastlantılarıma: – oysa şudur benim sözüm: “Bırakın gelsin rastlantı bana; masumdur o bir bebek gibi!”
Nasıl dayanabilirlerdi benim mutluluğuma, eğer kazaları, kışın-zorluklarını, kutup ayısı kürkünden şapkalarını ve karlı göğün-örtülerini sermeseydim mutluluğumun üzerine!

Kiminin yalnızlığı hastanın kaçışıdır; kiminin yalnızlığıysa, hastalardan kaçıştır.

Neden bu çamurdan yürümek istiyorsun? Ayaklarına acısana!

Burası bir cehennemdir münzevi-düşünceler için: burada büyük düşünceler diri diri haşlanır ve ufalıncaya kadar pişirilir.
Burada çürüyüp gider tüm büyük duygular: burada sadece kuru kemik gibi kalmış duygular takırdar!

Burada dindarlık çoktur ve tanrının sürüleri önünde bol bol salya-yalayıcılık ve yaltakçılık da vardır.

Aşağılıyorum senin aşağılamanı; eğer beni uyarıyorsan, – neden uyarmadın kendi kendini?
Sadece sevgiden havalanır benim aşağılamam ve benim uyarıcı kuşum: bataklıktan değil!

Yalnızlık beni bir balina gibi yuttuğu için mi ümitsizliğe kapıldı yürekleri? Boşuna mı bekledi kulakları uzun süre hasretle beni, boru-seslerimi ve habercimin-seslenişlerini?
Ah! Hep çok azdır yüreklerinde uzun soluklu bir cesaret ve cüret bulunanlar; tini de sabırlıdır bunların. Geri kalanlarsa korkaktır.

Benim gibi birisi, benim yaşadıklarımı yaşayacaktır yolunda: yani ilk yoldaşları cesetler ve maskaralar olacaktır.

Benim gibi biri, bu müminlere bağlamamalı yüreğini; insanın değişken-korkak doğasını tanıyan,
inanmamalı bu renkli bahar çimenine!

Başka türlü olabilseler, elbette başka türlü de isteyeceklerdi. Yarım-yarım olanlar mahvediyorlar bütün olan ne varsa. Yaprakların solması, – ne var yakınacak bunda!

“Yeniden dindar olduk” – böyle itiraf ediyor bu dönekler; ve içlerinden kimileri itiraf edemeyecek kadar korkaklar hâlâ.

Gözlerinin içine bakıyorum onların – yüzlerine ve kızarmış yanaklarına karşı konuşuyorum: sizler yeniden dua edenlersiniz!

Oysa bir utançtır dua etmek! Herkes için değil, ama senin benim gibiler için ve kafasının içinde
bilinç” olanlar için! Senin için bir utançtır dua etmek!
Çok iyi biliyorsun ya; içindeki korkak şeytan, ellerini açmaktan, ellerini kucağında kavuşturmaktan
ve rahat etmekten hoşlanır – bu korkak şeytan der ki sana: “Bir tanrı vardır!”
Ama böylelikle ışığın hiç rahat vermediği, ışıktan korkan türe ait olursun; artık her gün başını
gecenin ve dumanın daha derinine gömmek zorunda kalırsın!

En tanrıtanımaz sözün bir tanrının ağzından çıkmasıyla gerçekleşti bu: “Tek bir tanrı vardır! Benden
başka tanrın olmayacak!” sözüydü bu – yaşlı, öfkeden sakalları titreyen, kıskanç bir tanrı böyle unuttu kendini.

Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! O kadar uzun süre yabanıl yaşadım ki yaban ellerde, sana dönerken gözyaşı dökmemek mümkün değil!
Hadi tehdit et beni parmağınla annelerin tehdit edişi gibi, hadi gülümse bana annelerin gülümseyişi gibi, hadi de ki: “Kimdi o, bir zamanlar bir fırtına gibi esip uzaklaşan benden? –
– Kimdi ayrılırken şöyle seslenen: Uzun süre oturdum yalnızlıkta, unuttum susmayı! Bunu – iyice öğrendin mi şimdi?
Ey Zerdüşt, her şeyi biliyorum: çoğunluğun içinde bir başına, benim yanımda olduğundan daha terk edilmiş olduğunu da!
Terk edilmişlik başkadır, yalnızlık başka: Bunu – öğrendin şimdi sen! Ve insanların arasında her zaman yabanıl ve yabancı olacağını da:
–Yabanıl ve yabancı olacaksın seni sevseler bile: çünkü her şeyden önce esirgenmek isterler!

Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! Nasıl da mutlu ve narin konuşuyor sesin benimle!
Birbirimizi sorgulamayız, birbirimize yakınmayız, birbirimize açığız ve birlikte geçeriz açık kapılardan.

Çünkü açıktır sende hava ve aydınlıktır; ve saatler bile daha tez ayaklarla koşar burada. Çünkü daha zordur zamanı taşımak karanlıkta.
Burada varlığın tüm sözleri ve sözcük-kutuları açılıyor bana: varlığın tümü sözcüğe dönüşmek ister
burada, tüm oluş burada benden konuşmayı öğrenmek ister.
Ama aşağıda – orada her türlü konuşma boşuna! Orada unutmak ve önünden geçip gitmektir en iyi bilgelik: Bunu – öğrendim şimdi!
İnsandaki her şeyi kavramak isteyen, her şeye dokunmak zorundadır. Ama bunun için fazlasıyla temiz ellerim.
Onların soluğunu solumaktan bile hoşlanmıyorum; ah, onların gürültüsü ve kötü solukları içinde ne de uzun yaşadım!
Ey, etrafımdaki mutlu sessizlik! Ey, etrafımdaki temiz kokular! Ey, bu sessizlik nasıl da soluk alır derin bir göğüsten! Ey, nasıl da kulak verir bu mutlu sessizlik!

Her şey konuşur onlarda, hiç kimse bilmez artık dinlemeyi. Her şey suya düşer, hiçbir şey düşmez artık derin kuyulara.
Her şey konuşur onlarda, hiçbir şey gelişmez, sona ermez. Her şey gıdaklar, ama kim hâlâ yuvada oturup da kuluçkaya yatmak ister yumurtalara?
Her şey konuşur onlarda, her şeyin cılkı çıkarılır konuşa konuşa. Ve her ne varsa daha dün, zaman ve zamanın dişleri için henüz sert olan; sarkar bugün kazınmış ve kemirilmiş bir halde bugünkülerin  dişlerinin arasından.
Her şey konuşur onlarda, her şey ifşa edilir. Ve bir zamanlar derin ruhların sırrı ve gizli saklısı olduğu söylenen, bugün sokak-çığırtkanlarının ve başka kelebeklerin dilinde.
Ey insani varlık, sen tuhaf şey! Sen karanlık sokaklardaki gürültü! Şimdi yine arkamda kaldın: – en büyük tehlikem arkamda kaldı!

Esirgemek ve acımaktı her zaman en büyük tehlike bana; ve her türlü insani varlık da esirgenmek ve acınmak ister.
Saklanmış hakikatlerle, çılgın ellerle, çılgın bir yürekle ve bol bol küçük merhamet yalanıyla: – böyle yaşadım insanların arasında.
Kılık değiştirip oturdum aralarında, onlara katlanayım diye, kendimi yanlış anlamaya hazır ve, “Seni deli, insanları tanımıyorsun!” diye kendimle konuşmayı seve seve kabullenerek.
Kişi insanların arasında yaşadığında unutuyor insanları: çok fazla ön yüz vardır tüm insanlarda, – ne işi var orada uzağı gören, uzağa-tutkulu gözlerin!
Ve yanlış tanıdıklarında beni: çılgınlık bu ya, kendimden çok esirgerdim onları: kendime karşı sert olmaya alışkın, hatta çoğu zaman bu esirgemenin intikamını da kendimden alarak.
Zehirli sinekler tarafından sokularak ve sayısız kötülük damlasıyla taşlar gibi oyularak oturdum onların arasında: “Küçük olan hiçbir şeyin kendi suçu değildir küçük olmak!” dedim bir de kendime.

Kendilerine “iyiler” diyenlerin en zehirli sinekler olduklarını gördüm; tüm masumiyetleriyle sokar, tüm masumiyetleriyle yalan söylerler; nasıl başarabilirler ki bana karşı – adil olmayı!
İyilerin arasında yaşayana merhamet öğretir yalan söylemeyi. Merhamet tüm özgür ruhları boğucu bir havayla sarar. Akıl sır ermez iyilerin budalalığına.
Kendimi ve zenginliğimi gizlemek – işte bunu öğrendim orada, aşağıda: çünkü tinin de hâlâ yoksul olduğunu gördüm orada. Buydu benim merhametimin yalanı, herkeste bildiğim – gözle görmüş ve kokusunu almıştım her birinde, ne kadar tinin yeterli ve ne kadar tinin fazla olduğunu!

Mutlu burun deliklerimle soluyorum dağın-özgürlüğünü yeniden! Kurtuldu burnum sonunda tüm
insani varlıkların kokusundan!

İnsan-sevgisini ürkütüp kaçıracak kadar gizemli değil, insan-bilgeliğini uyutacak kadar açık seçik değil: – arkasından bu kadar kötü konuşulan dünya, insanca, iyi bir şey oldu bugün bana!
Nasıl da şükran borçluyum sabah rüyama, bugün erken saatlerde dünyayı tarttığım için! İnsanca iyi bir şey olarak geldi bana bu rüya ve yürek avutucusu!

Kutsamayı öğreten lanet etmeyi de öğretti; dünyada en çok lanet edilen üç şey nedir? Bunları koyacağım teraziye.
Şehvet, iktidar düşkünlüğü, bencillik: şimdiye dek en çok lanet edilmiş, adı kötüye çıkmış ve çıkarılmış üç şey bunlardır.

İyiye ve kötüye ilişkin sözleriyle perdeler kendini böyle bir kendinden hoşlanma, kutsal ağaçlıklarla kendini korur gibi; kendi mutluluğunun adıyla uzaklaştırır aşağılanası her şeyi.

Kendinden uzaklaştırır korkan her şeyi: der ki: Fena – korkak bu! Aşağılanasıdır onun gözünde her zaman tasalanan, inleyen, yakınan ve en küçük çıkarları bile kollayan.
Aşağılar tüm dokunaklı bilgeliği de: çünkü sahiden, karanlıkta çiçek açan bir bilgelik de vardır, gecenin gölgelerinin bilgeliği: sızlanır hiç durmadan, “Her şey boş!” diye.

Ürkek güvensizliği küçümser o, bakışlar ve eller yerine yeminler isteyen herkesi de: fazlasıyla çekingen bilgeliği de – çünkü korkak ruhların tarzıdır böylesi.

Nefret eder ve hatta tiksinir kendini asla savunmak istemeyenden, zehirli salyaları ve bakışları
yutandan, fazlasıyla sabırlı olandan, her şeyi sineye çekenden, bulduğuyla yetinenden: çünkü kölelerin
tarzıdır bu.
İster tanrıların ve tanrısal tekmelerin önünde, ister insanların ve aptalca insan görüşlerinin önünde
köleleşsinler, tarzından olan her şeye tükürür bu kutlu bencillik!
Kötü: diye adlandırır, ezik büzük, diz çökmüş ve kölece ne varsa, esir gözleri, ezik yürekleri ve kalın, korkak dudaklarla öpen o sahte teslimiyetçi tarzı.

Benim ağzım – halk ağzıdır: fazla kaba ve dobra konuşurum ben çıtkırıldımlar için. Daha da yabancı gelir sözlerim mürekkep-balıklarına ve kalem-tilkilerine.
Ellerim – bir delinin elleridir: vay haline tüm masaların ve duvarların, vay haline bir delinin süslemeleri ve karalamaları için yeri olan her şeyin!
Ayaklarım – bir atın ayaklarıdır; böylece rahvan ve tırıs koşarım dağda taşta, tarlada bayırda, şeytanın ta kendisiyim zevkten, hızlı koşarken.
Midem – bir kartalın midesi olsa gerek! Çünkü en çok da kuzu etini sever. Şurası kesin ki, bir kuşun midesidir o.
Masum şeylerle ve az sayıda şeyle beslenirim, hazırımdır ve sabırsızlanırım her an uçmaya – işte budur benim tarzım: kuşlara özgü bir yan nasıl olmaz ki bunda?
Ve üstelik ağırlığın tinine düşman oluşum bile kuşlara özgüdür: ve sahiden can düşmanıyım, baş düşmanıyım, ezeli düşmanıyım! Ah, nerelere uçmadı ve uçup da kaybolmadı ki düşmanlığım!

Söyleyecek bir şarkım var yaşadıklarıma dair – ve söyleyeceğim onu: ıssız bir evde yalnız olsam da, kendi kulaklarımdan başka dinleyen olmasa da.
Başka şarkıcılar da var elbette, dolu bir ev ancak yumuşatır onların gırtlaklarını, konuşturur ellerini, canlandırır gözlerinin ferini, uyandırır yüreklerini: – Benzemem ben onlara.
Sadece kendisini taşımak zor gelir insana! Çünkü çok fazla yabancı şey yüklenir omuzlarına.
Develer gibi diz çöker ve yükünü güzelce yükletir sırtına.
Özellikle de güçlü kuvvetli, taşıyabilen insan, içinde saygı bulunan kişi: çok fazla yabancı ağır sözcük ve değer yüklenir sırtına – şimdi yaşam bir çöl gibi görünür ona!
Ve sahiden! İnsanın kendine ait bazı şeyleri de taşıması zordur! Ve insanın içindeki birçok şey istiridyeye benzer: yani iğrenç, yapışkan ve elle tutulması zordur.

İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesiyse en zorudur; çoğu kez tin yalan söyler ruh
hakkında. Böyle gerektirir ağırlığın tini.
Ama kendisini keşfetmiştir, budur benim iyim ve kötüm diyen kişi: böylece susturmuştur “Herkes için iyi, herkes için kötü,” diyen köstebeği ve cüceyi.

Sahiden, her şeye iyi ve üstelik bu dünyaya da en iyi diyenleri de sevmem. Bulduğuyla yetinenler derim bunlara.
Bulduğuyla yetinmek, her şeyi tadabilmek: en iyi damak zevki değildir bu! Yemek seçen en inatçı dillere ve midelere saygı duyarım ben, “Ben” ve “Evet” ve “Hayır” demeyi öğrenmişlerdir onlar.

Koyu sarı ve kan kırmızısı: bunu ister benim beğenim, – kan karıştırır o, tüm renklere. Evini beyaza
boyayan ise, beyazlara bürünmüş bir ruhu ele verir.
Mumyalara âşık olur kimi, kimi de hortlaklara; ikisi de aynı ölçüde düşmandır ete ve kana – ah, nasıl da ters gelir ikisi de beğenime! Çünkü kanı severim ben.

Ve herkesin tükürüp kustuğu yerde oturmak ve kalmak da istemem: işte budur benim beğenim, – hırsızların ve yalan yere yemin edenlerin arasında yaşarım daha iyi. Hiç kimse ağzında altın taşımaz.
Daha da çok tiksinirim tüm salya yalayıcılardan; ve insanların arasındaki en iğrenç hayvana otlakçı adını verdim ben: sevmek istemiyordu, ama yine de sevgi sayesinde geçinmek istiyordu.

Sahiden, beklemeyi de öğrendim, hem de yürekten, – ama sadece kendimi beklemeyi. Ve her şeyden önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve koşmayı ve sıçramayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrendim.
İşte budur benim öğretim: bir gün uçmayı öğrenmek isteyenin önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve
koşmayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmesi gerekir: – uçmak uçarak öğrenilmez birdenbire!
İp merdivenlerle kimi pencerelere tırmanmayı öğrendim, tez ayaklarla yüksek direklere çıktım: bilginin yüksek direklerinde oturmak hiç de azımsanacak bir mutluluk gibi gelmedi bana.

Çok çeşitli yollardan ve yöntemlerden vardım kendi hakikatime; tek bir merdivenin üzerinde
çıkmadım yükseğe, gözlerimin kendi uzağıma baktığı yere.
Ve hiç sevmedim yol sormayı – hep ters geldi bu beğenime! Yolları yollara sormayı ve denemeyi
sevdim hep.
Bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm: – sahiden, yanıt vermeyi de öğrenmek gerek böylesi sorulara! Ama budur – benim beğenim: – iyi değildir, kötü değildir, ama benim beğenimdir, ne utanırım, ne de sıkılırım artık ondan.
“Budur – işte şimdi benim yolum – sizinki nerede?” diye yanıt verdim bana “yolu” soranlara. Çünkü o yol – yoktur zaten!
Böyle söyledi Zerdüşt.

Burada oturuyor ve bekliyorum, etrafımda eski kırık levhalar ve yarısı yazılı yeni levhalar. Ne zaman gelecek benim saatim? - Aşağıya inişimin, batışımın saati: çünkü bir kez daha insanların arasına karışmak istiyorum.

İnsanların arasına geldiğimde, eski bir kibrin üstünde oturuyorlardı: hepsi de insan için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu çok zamandır bildiklerini sanıyordu.
Erdem hakkında her türlü konuşma eski, bıktırıcı bir konu gibi geliyordu hepsine; ve iyi uyumak isteyen, uyumaya gitmeden önce “iyi” ve “kötü”den söz ediyordu.
Bu uykuculuğu bozdum onlara şunu öğrettiğimde: neyin iyi neyin kötü olduğunu henüz hiç kimse bilmiyor: – yaratıcı kişi dışında!

Bilge özlemim bağırdı ve güldü içimden, dağlarda doğan, yabanıl bir bilgelik sahiden – benim kanatları uğultulu büyük özlemim.

Şimdi bekliyorum kendi kurtuluşumu – son defa onların arasına gitmeyi.
Çünkü bir kez daha insanların arasına karışmak istiyorum: onların arasında batmak istiyorum, onlara en zengin armağanımı ölürken vermek istiyorum!

Ey kardeşlerim, ilk göz ağrısı olan her zaman kurban edilir. Ama şimdi bizleriz ilk göz ağrıları.
Hepimiz kanıyoruz gizli sunaklarda; hepimiz yanıyor ve kızarıyoruz eski putların onuruna.
En iyimiz gençtir hâlâ: tüm iştahları çeker üzerine. Yumuşaktır elimiz, sadece bir kuzu kürküdür kürkümüz: – nasıl kabartmayalım ki tüm put rahiplerinin iştahını!
Bizim içimizde oturuyor hâlâ, eski put rahibi, şölen için kızartıyor en iyimizi. Ah, kardeşlerim, nasıl da kurban olmasınlar ki ilk göz ağrıları!
Ama böyledir bizim tarzımız; ve severim kendini korumak istemeyenleri. Yok olanları severim tüm sevgimle: çünkü onlar öteki tarafa geçerler.

Hakiki olmak – bunu çok az kişi başarabilir! Ve bunu başarabilen de hakiki olmak istemez henüz! Ama en az da iyiler başarır bunu.
Ah şu iyiler! – İyi insanlar asla hakikati söylemez; bu ölçüde iyi olmak bir hastalıktır tin için.
Vazgeçer bu iyiler, teslim olurlar, yürekleri söyleneni tekrarlar, candan söz dinlerler: ne ki söz dinleyen kendini duymaz!
İyilerin kötü dediği her şey bir araya gelmelidir ki, bir hakikat doğsun; ah kardeşlerim, bu hakikat için yeterince kötü müsünüz?
Pervasız cesaret, uzun süren güvensizlik, gaddar bir Hayır, bıkkınlık, canlı olana acı vermek – ne kadar ender bir araya gelir bunlar! Oysa böylesi tohumlarla – döllenecektir hakikat!
Şimdiye dek tüm bilgi vicdan rahatsızlığının yanı sıra gelişmiştir! Kırın, kırın, siz idrak edenler, şu eski levhaları!

“Çalmamalısın! Öldürmemelisin!” – Bir zamanlar kutsal sayılırdı böylesi sözler; insanlar diz çöker, boyun eğer ve pabuçlarını çıkarırdı bu sözlerin önünde.
Ama soruyorum size: bu kutsal sözlerden daha iyi hırsızlar ve katiller görülmüş müdür dünyanın herhangi bir yerinde?

Acıyorum geçmişteki her şeye, görüyorum da: feda edildiklerini – gelen ve geçip bitmiş her şeyi kendisi için bir köprü olarak yorumlayan bir kuşağın inayetine, ruhuna, çılgınlığına feda edildiklerini!

“Niye yaşamalı? Her şey boş! Yaşamak – havanda su dövmektir; yaşamak – kendi kendini yakıp kavurmak ve yine de ısınamamaktır.” –
Eski çağlardan kalma bu laflar “bilgelik” sayılıyor hâlâ; ama eski oluşları ve küf kokmaları yüzünden daha da saygı duyuluyor bunlara. Çürümek de asilleştiriyor. –
Çocuklar böyle konuşabilir; onlar ateşten ürker ellerini yaktığı için! Çocuksu çok şey vardır eski bilgelik kitaplarında.
Her zaman “havanda su döven”lerin ne hakkı vardır harman dövmek üzerine sayıp sövmeye! Çenesini bağlamalı böyle delilerin!
Masaya otururlar da bunlar, hiçbir şey getirmezler yanlarında, iyi bir açlık bile: – ve sonra sövüp sayarlar, “Her şey boş!” diye.
Ama iyi yiyip iyi içmek, ey kardeşlerim, sahiden de boş bir sanat değildir! Kırın, kırın bu hiçbir zaman hoşnut olmayanların levhalarını!

Kırın, kırın, ah kardeşlerim, dindarların bu eski levhalarını! Parçalayın dünyaya kara çalanların sözlerini!
Duvarların arasından da esiyor benim özgür soluğum, zindanlara ve esir tinlere de!
İstemek özgürleştirir: çünkü istemek yaratmaktır: bunu öğretiyorum ben. Ve sadece yaratmak için
öğrenmelisiniz!
Öğrenmeyi de önce benden öğrenmelisiniz, iyi öğrenmeyi! – Kulakları olan işitsin!

İflah olmazlara hekim olunmaz: bunu öğretir Zerdüşt: – bu yüzden geçip gitmelisiniz!

Ey kardeşlerim, zalim miyim ben? Ama derim ki: Düşmekte olanı itmeli bir de!
Bugüne ait olan her şey – düşüyor, çürüyor: kim tutmak ister onu! Ama ben – ben itmek istiyorum bir de!
Taşları derin vadilere yuvarlamanın şehvetini bilir misiniz? – Günümüzün insanları: bakın, nasıl yuvarlanıyorlar benim derinliklerime!
Daha iyi oyuncuların bir ön oyunuyum ben, ey kardeşlerim! Bir örneğiyim! Benim örneğime göre davranın!
Eğer uçmayı öğretmiyorsanız – daha hızlı düşmeyi öğretin!

Severim gözü pekleri: ama yeterli değildir kılıç ustası olmak – darbeyi kime vuracağını da bilmeli!
Ve çoğu zaman kişinin kendini tutup da, oradan geçip gitmesinde daha büyük bir gözü peklik vardır: böylelikle daha onurlu düşmanlara saklar kendini!
Sadece nefret edilesi düşmanlarım olmalı, aşağılanası düşmanlarım değil: düşmanlarınızla övünmelisiniz; bunu öğretmiştim bir kez.
Daha layık düşmanlara saklamalısınız kendinizi dostlarım: bu yüzden birçoğunun yanından geçip gitmelisiniz.

Tüm hayvanların erdemlerini yağmaladı insan: tüm hayvanların içinde insanın işi en zor oldu böylece.

Kayıp gözüyle bakmalıyız, bir kez bile dans etmeden geçen güne! Yanlış kabul etmeliyiz, bir kahkaha içermeyen her türlü hakikati!

Sizin evlilik bağlarınız: dikkat edin, kötü bir bağlanma olmasın bu! Çok hızlı bağlanıyorsunuz: bu yüzden de nikâh yeminini çiğnemek geliyor ardından.
Nikâh yutkunmaktansa, nikâh yalanı söylemektense, nikâh yeminini çiğnemek daha iyi. – Şöyle demişti bana bir kadın: “Evet, çiğnedim nikâh yeminini, ama ilk önce nikâh çiğnedi beni!”
Uygunsuz çiftleşenlerin daima en kötü kinciler olduğunu gördüm: artık yalnız olamamalarının intikamını alıyorlardı tüm dünyadan.
Bu yüzden, dürüstlerin birbirleriyle şöyle konuşmasını isterim:[37] “Birbirimizi seviyoruz: görelim
bakalım, koruyacak mıyız sevgimizi! Yoksa bir hata mı olacak vaadimiz?
– Bir süre verin bize ve küçük bir evlilik, görelim bakalım, yeterli miyiz büyük evliliğe! Büyük bir iştir her zaman iki kişi olmak!”

Ey kardeşlerim! İnsanlığın tüm geleceğindeki en büyük tehlike nerededir? İyilerde ve adillerde değil
midir? – “Biz biliyoruz zaten neyin iyi ve adil olduğunu, üstelik sahibiz de ona; yazık burada onu hâlâ
arayana!” diye konuşanlar ve yüreklerinde hissedenlerde değil midir?
Kötüler ne kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır!
Dünyaya kara çalanlar ne kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır.

Dimdik yürüyün bu zamanlarda, ey kardeşlerim, dimdik yürümeyi öğrenin! Deniz fırtınalı: birçokları size tutunarak doğrulmak istiyor.

Ah, ruhumun kısmeti, kader dediğim! İçimdeki! Üzerimdeki! Daha büyük bir kader için esirge beni!
Ve son büyüklüğünü, istemim, son çabana sakla, – kendi zaferin içinde acımasız olasın diye! Ah, kim yenilmemiştir ki kendi zaferine?
Ah, kimin gözleri kararmamıştır ki bu sarhoş alacakaranlıkta! Ah, kimin ayakları sendelememiş ve
unutmamıştır ki zaferde – ayakta durmayı!

Her ruhun başka bir dünyası vardır; her bir ruh için başka bir ruh ötedünyadır.

Her şey gider, her şey geri gelir; varlık çarkının dönüşü bengidir. Her şey ölür, her şey yeniden çiçeklenir, varlığın yılı ebediyen sürer.
Her şey kopar, her şey yeniden eklenir; varlık kendi evini sonsuzluğa kurar. Her şey ayrılır, her şey yeniden selamlaşır; varlık halkasının kendisine sadakati bengidir.

İnsan kendine karşı en zalim hayvandır; ve kendine “günahkâr” ve “çarmıhını taşıyan” ve “tövbekâr” diyen herkesin bu yakınmalarındaki ve suçlamalarındaki şehvetini duymazlık etmeyin!
Ve ben kendim – böylelikle insanı suçlamak mı istiyorum? Ah, hayvanlarım, şimdiye kadar hep bunu öğrendim, insanın içindeki en iyi için insanın içindeki en kötünün gerekli olduğunu, İçindeki tüm en kötülerin insanın en iyi kudreti olduğunu ve en sert taşın en yüce yaratıcının olduğunu; ve insanın daha iyi ve daha kötü olması gerektiğini –
İnsanın kötü olduğunu bildiğim için bağlanmadım bu işkence tahtasına – aksine, şimdiye kadar hiç
kimsenin bağırmadığı gibi bağırdım:
“Ah, onun en kötüsü ne kadar da küçük! Ah, onun en iyisi ne kadar da küçük!”
İnsandan duyduğum büyük bıkkınlık – bu boğdu beni ve boğazımdan içeri süründü: ve kâhinin kehaneti: “her şey aynı, her şey boş, bilmek boğar.”

İç çekişim tüm insan mezarlarının üzerinde oturdu ve bir daha ayağa kalkamadı; iç çekişim ve soru
soruşum gece gündüz haber verdi felaketi ve boğdu ve kemirdi ve yakındı: – “ah, daima geri gelir
insan! Daima geri gelir küçük insan!”

Ey ruhum, seni tüm kuytularından arındırdım, üzerinden tüm tozu, örümcekleri ve alacakaranlığı sildim.
Ey ruhum, o küçük utancı ve köşe bucak erdemini temizledim üzerinden ve güneşin gözleri önüne çıplak çıkmaya ikna ettim seni.
Ey ruhum, fırtına gibi Hayır, açık gök gibi Evet deme hakkını verdim sana: ışık gibi sakin duruyor ve yalanlayan fırtınaların içinden geçiyorsun şimdi.
Ey ruhum, yaratılmış ve yaratılmamış üzerindeki özgürlüğünü geri verdim sana: ve senin bildiğin gibi kim bilebilir ki gelecektekinin şehvetini?
Ey ruhum, sana aşağılamayı öğrettim, kurt yeniği gibi gelen aşağılamayı değil, en çok sevdiği yerde en çok aşağılayan, büyük, sevgi dolu bir aşağılamayı öğrettim.
Ey ruhum, sana ikna etmeyi öğrettim, denizi kendi yüksekliğine çıkmaya ikna eden güneş gibi: sen de nedenleri kendiliğinden sana gelmeye ikna edesin diye.
Ey ruhum, her türlü boyun eğmeyi, diz çökmeyi ve “efendi” demeyi aldım senden; bizzat ben verdim sana “sıkıntıyı defeden” ve “kader” adlarını.
Ey ruhum, sana yeni adlar ve rengârenk oyuncaklar verdim, sana “kader” ve “çevrelerin çevresi” ve “zamanın göbek bağı” ve “gök mavisi çan” dedim.
Ey ruhum, tüm bilgeliği ve bilgeliğin tüm taze ve en eski sert şaraplarını verdim toprağın içsin diye.
Ey ruhum, her güneşi, her geceyi ve her susuşu ve her özlemi döktüm üzerine: – bir asma gibi büyüdün sen de.
Ey ruhum, hiçbir yerde yoktur daha çok seven ve daha çok kucaklayan ve daha geniş bir ruh! Senden başka nerede gelecek ve geçmiş birbirine daha yakın olabilir?
Ey ruhum, her şeyi verdim sana, ellerim sende boşaldı: – ve şimdi! şimdi soruyorsun gülümseyerek ve hüzünle: “Hangimiz teşekkür borçlu? verenin alana teşekkür etmesi gerekmez mi aldığı için? Armağan etmek bir zorunluluk değil midir? Almak – merhamet değil midir?” –
Ey ruhum, anlıyorum hüznünün gülümseyişini: aşırı-zenginliğin kendiliğinden uzatıyor şimdi özlem
dolu ellerini!
Ve sahiden, ey ruhum! Kim gülümsemeni görüp de boğulmaz ki gözyaşlarına? Melekler bile boğuluyor gözyaşlarına gülümsemenin aşırı iyiliği karşısında.
İyiliğin ve aşırı-iyiliğindir ne yakınmak, ne de ağlamak isteyen: ve yine de, ey ruhum, gülümsemen
gözyaşlarının özlemi içinde, titreyen dudakların hıçkırıkların özlemi içinde.
“Her ağlayış bir yakınma değil midir? Ve her ağlayış bir suçlama?” diyorsun kendine ve bu yüzden işte, ey ruhum, derdini dökmektense gülümsemeyi yeğliyorsun. bolluğunun tüm acısını, asmanın bağcıya ve bağ bıçağına duyduğu arzunun tüm acısını gözyaşlarına dökmektense!
Fakat ağlamak istemezsen, o kıpkırmızı hüznünü gözyaşlarına dökmek istemezsen, şarkı söylemen gerekir, ey ruhum! – Bak bunu önceden bildirirken sana, ben de gülümsüyorum
Ey ruhum, şimdi her şeyimi, elimde son kalanı da verdim sana ve ellerim boşaldı sende:– istedim ya senden şarkı söylemeni, bak, buydu elimde son kalan!
İstedim ya senden şarkı söylemeni, konuş şimdi, konuş: şimdi hangimiz – teşekkür etmeli? – Ama en iyisi: şarkı söyle bana, şarkı, ey ruhum! Ve ben de teşekkür edeyim!
Gözlerinin içine baktım geçenlerde, ey yaşam: gece gözlerinde gördüm altının ışıltısını, – yüreğim durdu bu şehvetin karşısında.

Sevgiyle gösterdin bana beyaz küçük dişlerini, kem gözlerin lüle lüle perçemlerinden süzüyor beni!
Dağda taşta yapılan bir danstır bu: avcıyım ben, – köpeğim mi, yoksa ceylanım mı olacaksın benim?

İkimizden de ne iyilik gelir ne de kötülük, iyinin ve kötünün ötesinde bulduk adacığımızı ve yeşil çayırımızı – sadece ikimiz! Sırf bu yüzden bile iyi geçinmeliyiz!
Ve birbirimizi yürekten sevmesek bile –, öfkelenmek mi gerekir, yürekten sevmeyince?
Biliyorsun sana karşı iyi olduğumu, hatta zaman zaman fazlasıyla iyi: ve bunun nedeninin de senin bilgeliğini kıskanışım olduğunu. Ah, bilgelik denen bu çılgın yaşlı kadını!
Günün birinde bilgeliğin kaçıp giderse senden, ah! Benim sevgim de kaçıp gider senden.
Bundan sonra düşünceli düşünceli bakındı yaşam etrafına ve şunları söyledi usulca: “Ey Zerdüşt, yeterince sadık değilsin bana!
Uzun zamandır, söylediğin kadar sevmiyorsun beni; biliyorum, çok geçmeden terk etmeyi düşünüyorsun beni.

Bir kâhinsem ben ve kehanet ruhuyla doluysam, iki deniz arasındaki yüksek sırtta dolaşan, –geçmişle gelecek arasında ağır bir bulut gibi dolaşan – bu-naltıcı düzlüklere düşman ve yorgun düşmüş, ne ölebilen, ne de yaşayabilen her şeye düşman:
Karanlık bağrında şimşek çakmaya hazır ve kurtarıcı ışığa hazır, şimşeklere gebe, Evet! diyen, Evet! diye gülen kâhin şimşek ışıklarına gebe: – kutludur ama böylesi gebe olan! Ve sahiden, uzun süre ağır bir fırtına bulutu gibi asılı kalmalıdır dağın üstünde, bir gün geleceğin ışığını tutuşturacak olan!

Henüz karşılaşmadım kendisinden çocuk sahibi olmak isteyeceğim kadınla, sevdiğim kadın değilse eğer o: çünkü seni seviyorum, ey bengilik!
Çünkü seni seviyorum, ey bengilik!

Denizi seviyorsam ve denizin doğasında olan her şeyi, en çok da bana öfkeyle karşı çıktığında seviyorsam onu:
Yelkenini keşfedilmemişe süren, arayan haz varsa içimde, bir denizci-hazzı varsa hazzımda:
Eğer sevincim haykırıyorsa: “Kara gözden kayboldu – son zincirimi de attım şimdi – sınırsız olan uğulduyor etrafımda, ta ötelerde parıldıyor mekân ve zaman, pekâlâ! Hadi bakalım "Yaşlı yürek!” – diye.
Ah, nasıl olur da arzu duymazdım bengiliğe ve halkaların evlilik halkasına – yeniden gelişin
halkasına! Henüz karşılaşmadım kendisinden çocuk sahibi olmak isteyeceğim kadınla, sevdiğim kadın değilse eğer o: çünkü seni seviyorum, ey bengilik!

Ah, dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha büyüğü görülmüş müdür? Dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha çok acı çektiren bir şey var mıdır? Yazık o sevenlere ki, henüz merhametlerinden daha yükseğe çıkmamışlardır!
Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: “Tanrının da var kendi cehennemi: insanlara duyduğu
sevgi.” Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: “Tanrı öldü; insanlara duyduğu merhamet yüzünden
öldü tanrı.” – Böyle Söyledi Zerdüşt,
“Merhametliler Üzerine"

İleriye, ileriye oltam! İçeriye, aşağıya mutluluğumun olta yemi! En tatlı çiy taneni damlat, yüreğimin balı! Saplan, oltam tüm kara kederlerin karnına!
İleriye, ileriye bak gözüm! Ah, ne çok deniz var dört bir yanımda, ne bu ağaran insan-gelecekleri!
Ve üzerimde – nasıl da gül kırmızısı bir sessizlik! Nasıl da bulutsuz bir suskunluk!


2 yorum:

  1. Elbette çok alınıp şuraya bırakılacak cümle vardı fakat beni gülümsettiği ve içindeki doğruluk payı nedeniyle ve hakkını teslim etmek için şunu öne çıkarmak istedim.:)

    "Bir kadın bir erkekten daha iyi anlar çocukları; ama bir erkek daha çocuksudur bir kadından.
    Gerçek bir erkekte bir çocuk gizlidir: oynamak ister. Hadi bakalım kadınlar, keşfedin erkekteki çocuğu!"

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okurken benim en çok aklımda kalan ve gülümseten alıntı o olmuştu ve kesinlikle doğru bir tespit :)

      Sil