Kimseye acı vermemek için kırk yerinden kırılan inceliğim...
-Şükrü Erbaş-
Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden
kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız
insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız. -Alain de Botton-
Ve yılanlar yuvasına benziyor bu dünya
Ve bu dünya, bir yandan seni öperken
Kendi zihinlerinde senin darağacının ipini dokuyan
İnsanların ayak hareketlerinin sesleriyle doludur. -Furuğ Ferruhzad-
Gerçeği sevdim... O nerede? Her yanda ikiyüzlülük, hiç değilse şarlatanlık en erdemlilerde hatta hatta en büyüklerde bile. Hayır, insan insana güvenemez. -Stendhal-
Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş. -Hanya Yanagihara-
Ben size şunu derim ki kardeşler
Bizsiz güzel değil bu dünya
Bizsiz mesela gökyüzü genişlemez
Biz bugüne bugün dünyada
Güzel diye bildiğimiz ne varsa
Dört elle sarılmalıyız, o kadar.. -İlhan Berk-
Ben basit ve sade bir adamım. Benim gösterişim yoktur. Bu durumda pes ederim yani kendimi bırakırım. DoktorRutenspitz, benim sizden saklayacak bir şeyim yok. Ben küçük bir adamım, bunu siz de biliyorsunuz ama küçük bir adam olmaktan utanmıyorum. Tam tersine doktor, açık konuşmak gerekirse ben küçük bir adam olmaktan gurur duyuyorum. Entrikacı olmamak bir başka gurur duyduğum özelliğim. Sinsiliğim yoktur, her şeyi gizlemeden açık açık yaparım. Oysa kötülük yapmayı da becerebilirim.. Ama bu tür şeylerle kendime leke sürdürmem. -Fyodor Dostoyevski-
Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav. Her şeyi en baştan yeniden yaşama şansım olsaydı yine aynı şeyleri yapar, aynı yanlışları tekrarlardım. Geçen gün tam da bir romana konu olacak bir hikaye geldi aklıma. Keşke yazabilsem! Şunu bir düşünün: Tatmin olmadığı bir yaşam süren orta yaşlı bir adamın karşısına bir cin çıkıverir ve ona yeniden başlama fırsatı verir, üstelik bir önceki yaşamında yaptıklarını olduğu gibi hatırlayabilecektir de. Tabii, adam bu fırsatın üstüne atlar. Ama sonunda şaşkınlık ve korkuyla fark eder ki eski yaşamının tıpkısını yaşamaktadır, aynı seçimleri yapmakta, aynı yanlışları tekrarlamakta ve aynı sahte hedeflere ve tanrılara sarılmaktadır. -İrvin D. Yalom-
Başlığı belki sonra değiştirebilirim ama anlatmak istediklerimi sanırım özetleyen cümleler bunlar. Akşam eski iş yerimden bir arkadaşla sohbet ediyorduk, ifadeye
gelen bir kızla alakalı birşey anlattı. Başka bir konuyla ilgili ifadeye gelmiş ama birden eskiden yaşadığı birşeyi anlatmış, şuan ki durumun anlaşılması için. Anlattıklarından sonra ben de terapistin tutumuna çok sinirlendim, arkadaşım da şaşırdı
anlam verememiş duyduklarına. Daha birkaç gün önce terapistlerin tanı tedavi yöntemleri, yaklaşımları ve farklılıkları ile ilgili Momentos'la yazışmıştık biraz, bu da tam üstüne geldi. Kendisine yeniden teşekkür ediyorum buradan.
Olayları konuları uzatmayacağım özetle konu şu: Bir kız İzmir'de doğup büyüyen oldukça varlıklı ve modern diyebileceğimiz bir aileye sahip. (Modernlik kime göre neye göre, o da ayrı bir konu). Küçüklükte teyzesinin oğlu tarafından taciz ediliyor o zaman 8-9 yaş civarında ve başka kişilerce de bu tarz çirkinliklere maruz kalıyor. Lise de bir sevgilisi oluyor, kendinden 3-4 yaş büyük ve bu durumu sevgilisine anlatıyor. Bir doğum günü partisinde kız sarhoş olunca onu boş odaya götürüp istismarda bulunuyor ve oradaki hiç kimse!!! bu duruma müdahale etmiyor. Sonrasında kızın psikolojisi bozuyor haliyle terapiye başlıyor. Duymaya hazır olun, kadın terapist diyor ki: Bu herkesin başına gelebilecek birşey, bence onunla bağını kesme arkadaş ol, hiç birşey olmamış gibi anca o zaman bu durumu atlatır sıradanlaştırırsın. (Bu arada kız şuan da 30 yaşındaymış).
Ben buraya yazıyorum ama bir taraftan içimden neler diyorum neler, o terapist müsvettesine. Takipleştiğimiz terapist arkadaşlar var onlar ne der bilemem ama. Bir terapistin, hele ki kadın bir terapistin böylesine bir travma durumunu nasıl bu kadar sıradanlaştırım danışanına böyle bir öneride bulunur. Bu ne kadar etik doğru, benim uzmanlık alanım değil ama şayet ben yaşasam bu durumu ve biri bana onu dese sanırım onu oturduğu yerde bakışlarımla taşa çeviririp suratına parayı fırlatıp giderdim, elimden bir kaza çıkmasın diye.
İnsanların hayat görüşü, dini, siyasi, ahlaki, aileden çevreden gelen gelenek görenekleri inandıkları ya da inanmadığı şeyler etik değerlerin önüne geçmemeli bence. Doktorlar hepsi bir konu da çok farklı şeyler diyor. Birinin tanısını tedavisini diğeri kabul etmiyor. Kimi evrimi safsata görüp kimi kabul ediyor, ki bilim insanları için de geçerli bu durum. Bazı terapistler eşcinselliği doğuştan olağan görürken bazıları hastalık tedavi edilebilir diyor.. Sıkıntılarınızın çözümü doğru insanlarla karşılaşmak yani şansa kalmış gibi sanki.. (Herkesi aynı kefeye koymuyorum bu arada. Bu durumu sorduğum terapist arkadaşlarım ve kendi terapistim çok yanlış bir yaklaşım dedi)
Başka bir örnek sürekli içlerinde olduğum için A savcısı aynı olaya farklı karar verirken B savcısı farklı değerlendiriyor, keza hakimler için de geçerli. Öğretmenler mesela, Osmanlı Devletini Atatürk yıktı, İngiliz ajanıydı diyen ve bunu da çocuklara öyle öğreten kişiler gördüm ben. Evet gerçekten, Atatürk'ün istifa etmeden önce Osmanlı Subayı olduğunu kabul etmeyip çocuklara böyle öğreten öğretmenler. Birini sevmeyebilirsiniz, aynı görüşte olmayabilirsiniz ama bu ülkenin geleceği olan çocuklara doğru bilgi vermek bence tüm meslekler için asıl olması gerekenler.
Konu terapistlerden farklı yere geldi ama en başa dönersek, o terapist kendi bu durumu yaşasa ya da en yakını acaba yine aynı öneride mi bulunur?? Tüm meslek grupları için geçerli bu durum. Takdir hakkı, bakış tedavi tanı yöntemleri farklılığı acaba kimlerin hayatına, psikolojisine, geleceğine ne kadar etki ediyor ve bunda etkin rol oynayan kişiler attıkları adımın insanların hayatına olumsuz bir etki yarattığında ne kadar vicdan muhasebesi yapıyor acaba.... Ya da yapıyorlar mı? (hiç sanmıyorum)
O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. -Yaşar Kemal-
Kim karışırdı gerçekliğine
Yaşadığım sonsuzluğun
Ve oturuldu birtakım şeyler söylendi
İmla kurallarıyla mutsuzluk üstüne.. -Turgut Uyar- ...yaptıkları için onları bağışlamamı hiçbir zaman istemediler benden, ben de onları hiçbir zaman bağışlamadım. -Joanne Greenberg-
“Ne ekerseniz, onu biçersiniz!” Ne pişirirseniz onu yersiniz! Eğer çocukların ve gençlerin aklını ve ruhunu işlenmemiş bir tarla gibi bırakırsanız, orada ısırgan otu, dikenler ve zararlı otlar bitecektir.”- -Gregory Petrov-
"Biliyor musun, kafamın içi yazmak istediklerimle dolu. Akıl almaz büyüklükte bir ambar orası” demişti Sumire. “Bir
sürü imge, manzara, parça parça sözcükler, insan suretleri… hepsi
beynimin içinde göz kamaştırıcı şekilde parlıyorlar, capcanlılar. Bana
‘Yaz hadi!’ diye bağırdıklarını duyup, oradan mükemmel bir hikaye
çıkacak diye düşünüyorum. Yeni bir yere gidiyormuş duygusuna
kapılıyorum. Ama masa başına geçip yazmaya kalkışınca önemli bir
şeylerin yitip gittiğini anlıyorum. Kristalleşemiyorlar sanki, çakıl
taşları gibi öylece kalakalıyorlar. Ve ben de hiçbir yere gidemiyorum. -Haruki Murakami-
Bazen öyle bir his oluşuyor ki içimde, hem çok tanıdık ama bi o kadar
yabancı. Derin bir nefes alıyorum ve öyle güçlü hissediyorum ki kendimi,
sanki hiç bir şey zor değilmis gibi. Sonra bütün dünyayı özgürleştirip,
haksızlıklara karşı koymak istiyorum. Ama sonra birden yorgun ve üzgün
hissediyorum kendimi ve her şeyi arkamda bırakıp gitmek istiyorum. Hiç
kimseyi özgürlüğüne kavuşturamayacağımın ve haksızlıklara karşı koymaya
cesaretim olmadığının farkına varıyorum. Sonra ağlıyorum ve beni
anlayacak ve teselli edecek birini bekliyorum, ama aynı zamanda birinin
gerçekte o kadar güçlü olmadığımı görmesinden korkuyorum... -Renate Anders-
Yeryüzünde küçük düşürülmemiş, aşağılanmamış kimse var mı? Beni o kadar küçük düşürdüler ki, artık kızmıyorum. Ne yapacaksın, insanlar başka türlü davranamıyorlar işte. İnsan her şeye incinirse, iş göremez, üzerinde durmakla zaman yitirir. Yaşam böyle! Eskiden insanlara kızardım. Sonra düşündüm, gördüm ki, kızmaya değmiyor. -Maksim Gorki-
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın
güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın
doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da
başka tür dogmalar ya da amaçlara kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun
nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır. -Robert Maynard Pirsig- Beni ona bağlayan bu hisse bir isim takamıyorum. Aşk değil bu. Dostluk değil. Dostluk ve ahbaplık gibi. Zora gelince feda edilebilecek bir şey değil. Sevilmenin gururu var tabii, fakat bu biraz da sevmektir. -Peyami Safa-
Herkes biliyor geminin su aldığını,
Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini.
Yine de güvertede dans ediyorlar,
Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Müzik çalıyor, insanlar gülüyor,
Yarın yokmuş gibi yaşıyorlar.
Ama gemi batıyor,
Ve herkes bunu biliyor.
Bazıları panik yapıyor,
Bazıları dua ediyor,
Bazıları ise sadece kabulleniyor. Gemi batıyor,
Ve yapacak hiçbir şey yok.
Su yükseliyor,
Gemi gitgide daha alçaklaşıyor. Ve sonra her şey sessizliğe gömülüyor.
Gemi battı,
Ve herkes öldü.
Ama belki de bir mucize olur,
Belki de gemi batmaz.
Belki de kaptan doğruyu söylüyordur,
Belki de gemi su almıyordur.
Ama belki de her şey bitti,
Belki de umut yok.
Belki de gemi battı,
Ve herkes öldü. -Leonard Cohen-
Hayatım da ilk defa bir kitabı okurken mide bulantısı oluştu ve çok rahatsız etti. Özellikle manastırda yaşadıkları ve ikinci bölüm. Bitirmek için zorlandım, daha sert olmasına rağmen "Yatak Odasında Felsefe" bile bu kadar rahatsız etmemişti beni. İlk başlarda Yatak Odasında Felsefe'yi çağrıştırdı. Diyaloglar daha yumuşatılmıştı okuması iyiydi ama ilerledikçe karakterin başına gelenler ve Süper Mario gibi, her seferinde belanın birinden kurtulup daha iğrenciyle karşılaşması tüm iyi niyeti, yardım severliğine rağmen, hayatını kurtartığı herkesin Therese'ye en büyük kötülükleri yapması cidden sinir bozucu. Ne hikmetse her şeyinde bu kızı bulması bir süre sonra ee ama yine mi dedirtti. Kitap kesinlikle adının hakkını veriyor. Erdemi, onuru namusu için yaşayan bir kızın bütün belaları üstüne çekmesi ve o erdem dedikçe, başına gelen felaketler tam olarak..
Sanırım bu kitabı okurken iğrenç gelmesinin en büyük nedeni, içindeki bir kaç öykünün gerçek olması. Son yıllarda ortaya çıkan Epstein iğrençliğini neredeyse 233 yıl öncesinden birebir tasvir etmesi. Gerçekten 230 yıl önce Lyon'da bir adam, otuz yıl boyunca on beş yirmi bin, yanlış duymadınız yirmi bine yakın çocuğu sapkın fantazilerine kurban etmiş, kitapta öykülerin gerçekliğine vurgu yapılıyor. Marques de Sade nasıl bir manyak ve dahi ise o tüm sadist sapkın düşüncelerine rağmen inanılmaz bir beyin ve çok farklı bir öngörüsü var. Bu adamın hayatı hapishane ve akıl hastanesin de geçmiş bir sapkın sadist. Okuduğum kitapları resmen bugünü anlatıyor. Bugün bile çoğu insanın sorup, düşünmekten hatta dile getirmekten korktuğu ama var olan şeyleri hiçte hoş olmayan bir söylemde tokat gibi insanın yüzüne vuruyor. Tıpkı Ömer Hayyam gibi.. Ve bu yazılanları okuyunca kimbilir, böyle iğrençlikler insalık tarihinin başından beri hep vardı belki de. Belki siz okuyunca sizde bir etki yaratmaz bilemem ama işim gereği bu tür iğrençlikleri çok görüp, duyup şahit olduğum için çocuklarla ilgili kötü şeyleri yüreğim kaldırmıyor artık. Belki de bu yüzden etkiledi beni.. İyi okumalar..
En İyi Arkadaşıma
Evet, Constance, bu kitabı sana adıyorum; çok hassas
bir ruh yanında, olabilecek en doğru ve en aydınlık düşünceleri kendinde toplayan, cinsinin temsilcisi ve onuru olan sana layık olmak, zavallı erdemin döktürdüğü
gözyaşlarının dinginliğini tanımak. Şehvet oyunları ve
din dışı safsataları dışlayışın, tüm etkinliklerin ve söyleminde sürdürdüğün aralıksız mücadelenle, bu anılardaki
kişilikleri oluşturma ihtiyacı duyarken endişelenmedim
senin için; bazı kalemlerin kinizmi (yine de mümkün olduğunca yumuşatılmış) korkutmayocaktır seni; zincirlerinden kurtulmak için inleyen kötülük, yakalandığı anda
skandal çığlıkları atıyor. Tartuffe davası yobazları eseri;
Justine'inki ise şehvet düşkünlerinin olacak. Onlardan
pek şüphe etmiyorum: Senin de dile getirdiğin hedeflerim artık yadsınamayacak; düşüncelerin zaferim için yeterli ve senin tarafından beğenildikten sonra, ya da eveensel olarak beğenilmek, ya da eleştirilerle yetinmek
önemli değil..... Başarmış olabilir miyim Constance? Gözlerinde zaferimi onaylayacak bir damla yaş olacak mı? Justine’i okuduktan sonra, tek bir sözle şunları söyleyecek misin:
“Oh! Günah’la ilgili bu tablolarla erdeme bağlılığımdan gurur duydum! Gözyaşları içinde nasıl da soylu!
Nasıl da güzelleşiyor kötülüklerle!"
Ey Constance! Eğer bu sözcükler dökülürse dudaklarından, çalışmalarım ödüllendirilmiş olacak. (s.21-22 / İthaf)
Felsefenin ana konusu, Tanrının insana önerdiği hedeflere ulaşması için sunduğu araçları geliştirmek ve bundan hareketle, bu
zavallı iki ayaklı yaratığa, yaşamın güçlüklerle dolu yollarında
ilerlemesi için, henüz tanımayı ya da tanımlamayı başaramadığı
halde, yirmi farklı şekilde adlandırdığı bu kaderin garip kaprislerini bildirmek üzere önceden birkaç davranış yöntemi çizmek
olacaktır. (s.23)
Yanlış bir felsefenin tehlikeli olabilecek safsatalarını engellemek önemlidir; esas olan, içinde hâlâ iyi prensiplere rastlanan yozlaşmış bir ruhun sunduğu zavallı erdem örneklerinin bu ruhu, en parlak ve en çekici ödüllerle dolu bu erdem yolunda iyiliğe ulaştırabileceğini göstermektir. Bir yandan
Erdeme saygı duyan yumuşak ve hassas bir kadının direncini
kıran bir yığın kötülükleri tanımlamak ve diğer yandan, yine aynı
kadını ezen ya da yaralayan inançları dile getirmek korkutucu
olacaktır. Ama felaketlerle dolu bu tablodan bir iyilik doğacaksa,
bunları sunuyor olm aktan pişm anlık duyulabilir mi? Okuyan
sağduyulu kişiler için Tanrının buyruklarına boyun eğmek gibi
son derece gerekli bir ders çıkarabileceği bir olgu yaratmaktan ve
kendi görevlerini eksiksiz yerine getirdiğine inandığımız birinin
de Tanrı tarafından cezalandırabileceğini görerek bizi görevlerimize yeniden yönelten kötü uyarılar oluşturmaktan dolayı birilerine kızılabilir mi? (s.24)
Ama
iyilik dolu bir kalbi katılaştırmak güçtü, mantıklı açıklamalara inatla direniyor ve bu zevkleri onu parlak beyinlerin göz alıcı hatalarıyla teselli buluyordu. (s.26)
Juliet’te, öngördüğü saygıdeğer kadına mı dönüşecek, erdemli olsa
da temelde ahlaksızlıklaşabilecek eğilimlere sahip küçük kıza
geri mi dönecekti? Diğer yandan Justine, insanın sefahat ve ahlaksızlığın kurbanı haline gelebileceği bir toplumda, gelenekleri riske atacak mıydı? (s.27)
Bana bakın, bayım, dedi din adamına... Evet, bir genç kız
için ne kadar acıklı bir durumda olduğumu görüyorsunuz; annemi ve babamı kaybettim. Tanrı, onları, yardımlarına en çok ihtiyaç duyduğum yaşta aldı benden Yıkılmış bir şekilde öldüler,
bayım; artık hiçbir şeyimiz yok... İşte bana tüm bıraktıkları, diye
devam etti, on iki altınlık varlığını göstererek... Ve başımı sokabileceğim hiçbir yerim yok... Bana merhamet edeceksiniz, değil
mi bayım! Siz din elçisisiniz ve kalbim her zaman dini erdemlerle dolu oldu; taptığım ve temsilcisi olduğunuz Tanrı adına, bana
ikinci bir baba olarak, ne yapmam gerektiğini söyleyin... Nasıl
bir insan olmalıyım?
(s.28)
...bir kadın ahlaksızlığını ne kadar ortaya koyarsa, listesine girmek isteyen de o kadar
çok olurdu; değersizliğinin ve yozlaşmışlığının ölçüsü, onun için
sergilenmeye cesaret edilen duygularla ölçülür olmuştu. (s.31)
Tasarladığı bu iğrenç
proje hoşuna gidiyordu; fiziksel görünümünün ahlaki hatalarını
örttüğü o tehlikeli anlarda sağlamlaştınyordu ne yazık ki projesini; dileklerimizin karmaşıklığı ya da isteklerimizin aşırılığının
çakıştığı ve kırdığımız ketlemelerin çokluğu veya aldığımız zevkin son derece keskin olmasıyla kendimizi yoksaydığımız anlarda. Düşler dağıldığında, yeniden dinginleşildiğinde, uygunsuzluk
pek de önemli olmayacaktır, bu ruhsal hataların öyküsüdür; kimseye zarar vermediği bilinir, ama ne yazık ki hep daha öteye gidilir. Ne olursa olsun, yalnızca coşku patlamalarıyla ortaya çıkan
bu düşüncenin, böylesine kışkırtıcı olabileceğini itiraf etmeye cesaret edebilecek miyiz? Lanetli düş gücümüzü canlandırıyoruz,
oysa bu düş gücünün varlığı bile günah. (s.32)
Refahın mümkün olan en korkunç davranış tarzınıdaberaberinde getirebileceği ve insanların mutluluk olarak adlandırdığı, düzensizlik ve yozlaşmışlık içinde bile yaşama yayılabileceği doğrudur; her yerde erdemi izleyen bu felaket ömeği ve
bundan sonra sunacaklarımız, dürüst insanların kafasını karıştırmasın. Suçun bu şekilde kutsanması yanıltıcıdır, sadece bir görüntüdür; bu başarılarının keyfine varanlar, onlara verilen cezadan bağımsız olarak, ruhlarında, onları sürekli kemirerek sahte
ışıklarla aydınlanmalarını engelleyen ve içlerinde büyük zevkler
yerine, bulundukları yere gelmelerini sağlayan suçların içlerini
parçalayıcı anısını bırakan bir kurt beslenmezler mi? Kaderin işkence ettiği zavallının ise, kalbi teselli ile doludur ve sahip olduğu erdemlerden aldığı iç huzuru, bir süre sonra, insanların adaletsizliklerinin verdiği zarar telafi eder. (s.33)
“Belki de masum olan bu yaratık bir cani muamelesi
görüyor... Oysa ben, günaha ve ahlaksızlığa bulanmış olduğum
halde, mutluluk ve refah içinde yaşayıp gidiyorum”. (s.35)
Erkeklerin en az hoşlandığı, pek açığa vurmasalar bile,
en çok aşağıladığı şey, namuslu kadınlar. (s.37)
Umutsuzluğumun ortaya serilişiyle altında ezileceğiniz vicdan azabı, işlediğiniz suçu hatırlatarak
tüketecek sizi.. (s.41)
Ah! Bu tür kötü insanların iğrençliklerinin
başkalarına bulaşmaması için dua ettim! (s.45)
İtibarı olmadığı gibi, kimse tarafından da korunmayan bir zavallının davası, erdemin sefaletle örtüşmediği, bahtsızlığın sanığa karşı yeterli kanıt kabul edildiği bir ülkede kısa sürüyordu;
burada, pek de haklı olmayan bir önyargıya göre, suç işleyebileceği düşünülen kişi bunu yapmış kabul ediliyordu; duygular suçlunun bulunduğu duruma göre değerlendiriliyordu ve masumiyet
para ya da ünvanla kanıtlanmadığında, masum olma olasılığı olmadığı kanıtlanmış oluyordu. (s.47)
Burada, bir suç ortaklığı yapmayı reddedişimin cezasını ödeyecektim; yavaş yavaş ölüyordum; beni yalnızca yeni
bir suç kurtarabilirdi. (s.47)
..şimdi nasıl bir
yaşamın hoşuna gideceğine kendin karar verebilirsin, ama benim
tavsiyem, gördüğün gibi seni de başarıya götürmeyen erdemli
hayattan vazgeçmen; seni idam sehpasının ayaklarına kadar götüren bir iyilik, kurtaransa korkunç bir suç oldu; iyi bak, iyilik bu
dünyada hiçbir işe yaramıyor ve kendini bunun için feda etmekten vazgeç! (s.48)
her zaman kalbimde taşıyacağım dürüst duyguları terk edeceğime, her türlü tehlikeye atılırım ama; erdemin güçlükleri ne olursa olsun madam, suça eşlik eden tehlikeli
saygınlığı tercih edeceğim. Tanrının lütfü sayesinde beni asla terk
etmeyecek dini prensipler benim içimde yaşıyor; Tanrı yaşamı dayanılmaz kılıyorsa, bana daha iyi bir dünya sağlamak içindir. Bu
umut beni rahatlatıyor, acılarım ı dindiriyor ve Tanrının bana
göndereceği tüm felaketlere meydan okuma gücü veriyor. Ruhumdaki bu neşe, bir suç işlemem halinde sönecektir ve bu dünyada
cezalandırılacağım endişesiyle beni bir an olsun umut ettiğim dinginliğe kavuşturmayacak işkencelerle acı çekeceğim. (s.49)
Hayır, hayır Therese,
hayır; hayalini kurduğun bu inanç sistemi bizi aşağılamak için
oluşturulmuştur. İnan çocuğum, inan bizi kötülüğe ihtiyaç duyacağımız bir konuma soktuğu ve kötülük yapma olanağı verdiği
andan itibaren, kötülüğün yasalarını iyilik gibi kullanırız ve kötülük iyilikten daha kıymetlidir artık; bizi eşit yaratmıştır; bu eşitliği bozan, yeniden kurmaya çalışandan daha fazla suçlu sayılmaz;
her ikisi de yaşadığı koşulların etkileriyle hareket ederler, her ikisi de onları izlemek ve tatmin etmek zorundadır. (s.50)
Sizin erdem kabul ettiğiniz ve çocukluktan
itibaren, hem doğa, hem de toplum için hiçbir işlevi olmayan bu
garip, saçma sapan iffet takıntısı, kafası fikirlerle dolu bir insan
için kınanacak bir dik kafalılıktır. Neyse, beni dinlemeye devam
edin sevgili kızım, sizin tarafınızdan beğenilmeyi arzuladığımı
ve zayıflıklarınıza saygı göstermek istediğimi kanıtlayacağım size. Kılınıza bile dokunmayacağım. (s.57)
Ahlaksız davranışlarımız
ve yaşadığımız felaketler olmasaydı, bulunacağımız yere gelecek
miydik; bu tür lafların bize uygun olduğunu düşünüyor musunuz!
Kör bir bencillikle, diğerlerinin çıkarlarına karşı mücadele etmeye kalkışan birinin yok edilmemesini nasıl istersiniz? Toplum,
kendi bünyesinde, kendisine karşı olduğunu bildiren birine tahammül edebilir mi? Ve kendini izole eden birey, diğerlerine karşı savaşabilir mi? Sosyal uzlaşmayı kabul etmeden, mutlu ve huzurlu olabilir mi? Toplum fedakârlıklarla beslenir, onu pekiştiren
bağ da budur; söz konusu fedakârlıklar yerine sürekli olarak suç
işleyen kişi, asıl kaygı duyulan varlık haline gelecek, çok güçlüyse saldırılara uğrayacak, zayıfsa hakkından gelmeyi başarabilecek
ilk kişi tarafından kurban edilecektir; insanları kendi huzurunu
korumaya ve bunu bozmak isteyen herkesi yok etmeye iten güçlü
mantık, her koşulda yıkılmaktadır; suç çetelerinin sürekli olmasını olanaksız kılan mantık da budur. (s.62)
İnsanlar yalnız, kıskanç, zalim
ve despottur, hiçbir şeyden feragat etmeden, her şeye birden sahip
olmak ister; sürekli olarak elindekileri kaybetmemek, tutkularını
ya da haklarını korumak için savaşır. (s.63)
“Canavar! Bu kadar korkunç bir davranışı hak etmek için ne
yaptım ki ona ben, diye soruyordum kendi kendime? Hayatını
kurtardım, servetini iade ettim, o ise sahip olduğum en değerli
şeyi aldı benden! Yabani bir hayvan bile daha merhametlidir! İşte insan, tutkularından başka bir şeyi gözü görmeyen insan! Yaban çöllerin en ücra köşelerindeki kaplanlar bile korkar zulümlerinden." (s.72)
Her şeye muktedir Tanrım! Biliyorsun ki güçsüzüm ve zayıfım, ihanete ve zulme uğradım; seni ömek alarak iyi olmak istedim ve senin iradenle cezalandırıldım; bitsin artık yüce Tanrım!
Tüm bu kutsal olaylar bana çok pahalıya maloldu, saygı duyuyorum ve şikayet etmekten vazgeçiyorum; ama yeryüzünde sıkıntıdan başka bir şeyle karşılaşmayacaksam, yüce Tanrım, kendimi
sana hatırlatmak üzere güçlü varlığına dua etmekten, beni kargaşadan uzak tutman için yalvarmaktan, bana kötülük yapan, lanetli, hüzün içinde geçirdiğim günlerimi gözyaşı fırtınası ve acılar
içinde boğan, sapkın, elleri kanlı ve kalleş adamlardan uzak tutman için sana tapmaktan başka ne yapabilirim?
Dua, bahtsızların en sessiz sakinleşme yoludur. (s.73)
Doğanın, vahşi
hayvanlardan beter yarattığı insanların varolduğu doğru demek! Onların çatısı altında saklanan, sonra da yine onlardan kaçan ben
ve onlar arasında ne fark var ki? Bu kadar açınılası bir kaderle
doğmak zorunda mıydım?.. (s.74)
Maalesef, haz düşkünlüğünün insanın içindeki acıma duygusunu öldürmesi sık görülen bir
durumdu; genellikle katılaştırırdı insanı: Belki sapkınlıkların büyük çoğunluğunun ruhun katılaşmasını gerektirmesinden, belki bu
tutkuların sinirler üzerindeki sarsıcı etkisinin güçlerini azaltmasından, bir şehvet düşkününün duyarlı bir adam olması nadir rastlanır
bir duruıpdu. Tanımladığım bu insan tipinin doğal katılığına. (s.76)
Bazen dine sığınıyordum; neredeyse her seferinde onunla sakinleşip, hissettiğim huzuru, bu kötülük düşkünü ruha aktarmayı deniyor, dini eğilimlerimi bu yolla paylaşmayı başarabilirsem
ona ulaşabileceğime inanıyordum. (s.83)
Dinler,
en güçlünün en zayıf üzerinde kurmak istediği baskıyı frenlemekten başka ne işe yarar? (s.84)
İkiyüzlülük ve aptallığın izlerini taşımayan bir tek din var mıdır Therese? Hepsinin içinde ne görüyorum
biliyor musun? Mantığı ortadan kaldıran sırlar, doğayı hiçe sayan
dogmalar ve alay ve tiksintiden başka bir şey uyandırmayan grotesk törenler. Bunlar arasında aşağılanmayı ve nefretimizi özel
olarak hak eden ise Therese, içinde doğduğumuz söylenen bu
barbar Hıristiyanlık yasaları değil midir? En dayanılmazı bu değil mi?... Kalbimizi ve ruhumuzu bu kadar tiksindiren başka bir
din olabilir mi? (s.84)
Mantıklı insanlar, bu ürkütücü kültün beş para etmez, havarisinin karanlık sözlerine, mucize iddialarına nasıl inanabilir? Daha önce, halkı etkilemeyi bu kadar başarabilen bir hokkabaz gelmemişti dünyaya! Dünyanın en verimsiz topraklarından birinde,
bir yosma ve bir askerden doğan bu cüzzamlı Yahudi, dünyayı
yaratan kişinin bir parçası olduğunu iddia etmeye cesaret eder! (s.85)
Ne kadar duyarlı
olursanız, dürtüleriniz o kadar acı verir size... (s.93)
Sen öptüğüm ilk kadınsın, dedi bana kont ve aslında, ruhumsun... çok güzelsin küçüğüm; ruhun bir sağduyu ışığı yayılmış! Bu sevimli kafa nasıl olmuş da bunca zaman karanlıkta
kalmış!
(s.94)
Yalan yere yemin etmek, bir günah söz konusu olduğunda erdemdir, diyordu trajik şairlerimizden biri; ama yalan yemin etmek, bu yola başvurmak zorunda kalan ince ve hassas bir ruh
için, her zaman dayanılmaz bir durumdu. Rolüm beni boğuyordu. (s.98)
Bir zamanlar
uğruna hayatımı tehlikeye attığım bu adam, bana en küçük bir
merhamet gösterme lütfunda bile bulunmuyordu.
(s.101)
Pişman değildim; ruhum temizdi ve beni asla terk etmeyecek olan eşitlik ve erdem duygularına fazla kulak
vermekten başka bir kötülük yapmamıştım. (s.105)
İnanılmaz bir zerafet; üstüne üstlük dünyanın en güzel sesi; bunlara
ek olarak düşünce tarzı, canlılığıyla doğanın yarattığı en güzel
ruhlardan biri. (s.106)
Erdem bazı insanlar için zaten olanaksızdır; doğada tutkulara karşı çıkan bir erdemin bulunabileceğine nasıl inanabilirsiniz? Ve eğer doğada bulunmuyorsa, nasıl iyi olabilir?
Hiç şüphe yok ki, yalnızca içindeki kötülüklere erdemlerle karşı
koyan insanlar tercih edilecektir... Tek olasılık da budur, bir varlığın bedenini ve organlarını iyiliğe teslim etmesinin tek olasılığı
budur; bu varsayıma göre, kötü eğilimler de son derece gereklidir. Bir şeyin gerekli olması için karşıtının da olması gerektiğine
göre, erdemin gerekliliğini nasıl kanıtlayacaksın bana? Size şunu
söylemişler: Erdem diğerleri için gereklidir; bu anlamda, iyidir;
zira, diğerleri iyi olandan başka bir şey yapmamayı kabul ederse,
ben de, yalnızca iyilikle karşılaşırım. Bu açıklama safsatadan
başka bir şey değildir; diğerlerinden edineceğim birazcık iyilik
için, onların erdemli davranıyor olması karşılığında, benim de erdemli olmam zorunluluk haline gelir ve bana hiçbir zararı olmayan milyonlarca hazdan fedakârlık etmem gerekir. Verdiğimden
daha fazlasını alarak, kötü bir alışveriş yapmış olurum; erdemli
davranarak kazanacağım mutluluk, yoksun kalacaklarımla kaybedeceğimden daha az olur; bu denklem eşit olmadığından, kabul etmek zorunda değilim ve hiç şüphe yok ki, erdemli olarak,
diğerleri adına üstleneceğim acılar kadar iyilik yapmak varlığıma
aykırı olacağından, diğerleri adına bana acıya malolacak bir mutluluk sağlamayı reddetmem daha doğru olmaz mı? Geriye ahlaksız kalarak verebileceğim zarar ve herkes bana benzediği takdirde başıma gelecek kötülükler kalıyor. Tamamen kötülükten oluşan bir döngünün varlığını benimseyerek, şüphesiz riske giriyorum, bunu kabul ediyorum; ama riske attıklarımdan dolayı yaşaııs
yacağım acı, diğerlerinin riske atmasını sağladıklarım la telafi
ediliyor; işte böylece denge sağlanıyor, böylece herkes eşit ölçüde mutlu olabiliyor: Bazılarının iyi bazılarının kötü olduğu bir
toplum içinde mutlu olmayanlar ve mutlu olmayı bilmeyenler de
var, çünkü bu karışımda, başka bir durumda olmadığı kadar tuzakla karşılaşılıyor. Karışık bir toplumda, çıkarlar da çeşitlidir:
İşte kötülüklerin sonsuzluğunun kaynağı da budur; herkesin çıkarlarının aynı olduğu türden bir toplumda, onu oluşturan her birey, aynı zevklere, aynı eğilimlere sahiptir, herkes aynı hedefe
yürür, herkes mutludur. Ama, sizin gibi aptallar, kötülüğün mutluluk getirmediğini söylüyorlar. Hayır, iyiliği yüceltmek işinize
geliyor. (s. 118-119)
İnsan, iyi bir amaca hizmet etmek üzere yaratılmadığını düşünecek kadar körleşebilir mi? Tanrıyı algılama gücü
ve yeteneğinin ona verilmesinin ondan istenen görevleri yerine
getirmesi için olduğunu nasıl anlamaz? Tanrıdan gelen kültün temeli, bizzat temsilcisi olduğu erdemden başka ne olabilir? Bunca
güzelliğin yaratıcısının iyilikten başka kuralı olabilir mi? Ve
kalplerimiz, iyilikle dolu olmadıklarında onun hoşuna gidebilir
mi? Bana öyle geliyor ki, karşımda ruhu hassas kişiler olduğundu, bu yüce Tanrıya karşı aşk esinlemek için başka motifler kullanmama gerek kalmaz. Bize bu evrenin güzelliklerinin zevkini
çıkarma fırsatı vermesi bir lütuf değil midir ve biz böylesi bir
iyilikten dolayı minnet borçlu değil miyiz? Ama daha güçlü bir
mantık, evrensel yükümlülükler zincirimizi tanımlıyor; insanlarla
da mutlu olmamızı sağlayacak bu yasanın gerekliliklerini yerine
getirmeyi neden reddedelim? (s.121)
Neden, inançlı kalbim, bana her an, bu
ilahi varlığın varolduğunu gösteren kanıtlar sunarken, yanılgıya
düşmüş insanlarla bir olup “Tanrı yoktur” diyeyim? Belki de delilerle birlikte hayal kurmak, sağduyulu insanlarla birlikte düşünmek daha iyi olur? Yine de her şey şu temel prensipten çıkıyor:
Bir Tanrı varsa, bu Tanrı bir kültü hak ediyor ve bu kültün temeli, tartışmasız bir şekilde erdemdir. (s.122)
Bir insanı,
benzerinden kurtulmaya iten bir etkinlik tarzını sonsuza dek inkar etmemize neden olan bu hayata, ne kadar da komik bir anlam
yüklüyoruz. (s.127)
Dünyanın
en güzel gözlerine, soylu çizgilere ve mümkün olabilecek en dürüst, en yumuşak, en nazik bir ses tonuna sahipti.(s.136)
Kalbimin bana söylediklerini ve durumumun el
verdiklerini uygulayamamaktan dolayı suçlu sayılabilir miydim? (s.143)
Ey Yüce Tanrım! diyordum kendi kendime, kalbimde, ardından bir acı sürüklemeyecek herhangi bir erdem barındıramayacağım galiba! (s.150)
Sevgili dostum, diye devam ettim içtenlikle, sen
de benimle birlikte savaşmak ister misin, kaybetmeyeceğimize
yemin ederim?.. İster misin? (s.167)
Evrenin dörtte üçü,
gülün kokusunu güzel bulur; oysa bu, onu kötü bulabilecek dörtte birinin yanıldığını doğrulamayacağı gibi, bu kokunun gerçekten de güzel olduğunu kanıtlamaz. (s.179)
Yasalarınız, ahlağınız, dininiz,
darağaçlarınız, cennetiniz, tanrılarınız, cehenneminiz, şu ya da bu
söylemin geçerliliğini yitirdiği kanıtlandığında, herhangi bir bağ,
akan yakıcı kan ya da hayvansı ruhlar bir insanı acılar ve ödüllerin öznesi haline getirmeye yettiğinde ne yapacaksınız? (s.181)
İnsanların dünya üzerinde benden zalimce esirgedikleri
huzuru aramaya gideceğim. Bu sözler kalbimi parçaladı; sağlam görüntümü korumak için
allak bullak olduğumu gizliyordum, ama o anda, içten içe, bir canavarın kurbanı olan bu zavallının bahtsızlığına çözüm bulmak
için gerekirse hayatımı bin kez feda etmeye söz verdim.
(s.219)
Kureyşler adıyla
tanınan Araplar, kız çocuklarını, yedi yaşına gelir gelmez Mekke
yakınlarındaki bir dağa gömerlerdi, zira bu aşağılık cinsiyetin
gün görmeyi hak etmediğini söylüyorlardı. Kral Aşem’in sarayında, en küçük bir sadakatsizlikten şüphe edildiğinde, prensin
şehvet oyunlarına hizmette en küçük bir itaatsizlikte bulunulduğunda ya da prensin keyfi kaçırıldığında, cezalandırma adına en
korkunç işkenceler söz konusu oluyordu. Ganj kıyılarında kadınlar, efendileri onlardan zevk alamaz hale geldiğinde dünyada varolmaları gereksizmiş gibi, kocalarının külleri üzerinde intihar
etmeye mecbur tutuluyordu. Başka yerlerde, kadınlar vahşi hayvanlar gibi avlanıyordu, ne kadar öldürülürlerse o kadar şeref duyuluyordu, Formoza’da ise, hamile kaldıklarında linç ediliyorlardı. Alman kanunları yabancı bir kadını öldürenleri yalnızca on
ekü ceza ödemeye mahkum ediyor, kendi kadınını ya da bir fahişeyi öldürenleri ise hiç cezalandırmıyordu. Her yerde, tek kelimeyle, tekrar ediyorum her yerde kadınlar aşağılanıyor, hırpalanıyor, din adamlarının boş inançlarına, kocalarının barbarlıklarına ya da şehvet düşkünü adamların kaprislerine kurban ediliyordu. (s. 233-234)
Bana anlattıklarınızın iğrençliğinin farkında mısınız! Zalimsiniz. (s.243)
İyilik yok; doğada iyilik, kölenin efendisini sakinleştirmek ve ona daha yumuşak davranmasını sağlamak için
kullandığı zayıflara özgü bir karakterdir. (s.244)
Sefalet içindekilere yardım etmek kadar hoş bir duygu olabilir mi? Kendimizin de acı
çekmesinden duyduğumuz korkuyu bir kenara bırakalım. Birini
sevindirmekten daha büyük bir tatmin olabilir mi? (s.244)
Merhametli bir adam, güneş ışığı gibi, çevresindeki
her şeye zenginlik, huzur ve neşe saçar; ve bu ilahi ışık odağından
çıkan doğa mucizesi, en büyük mutluluğu diğerleri için çalışmak olan
dürüst, nazik ve hassas bir ruhtur. (s.245)
Bana yol gösteren
ölüm kokan yıldız, masum da olsam ölümden başka bir yere götürmüyordu beni. Diğer yollar ahlaksızlıklarla doluydu ve bunlardan biri diğerlerinden daha aç korkunçtu. (s.248)
Cehennem den
korkmuyor, cenneti özlemiyorum; ama korkunç bir ölümün vereceği acılardan çekiniyorum; ölürken acı çekmek istemiyoru(s.272)
Madam, dedim ona, eğer bütün bunları işlediğiniz günahlara
borçluysanız, sonuçta her zaman adil olan Tanrı, sizi uzun süre
refah içinde bırakmayacaktır. (s.280)
Kötülüğün insanların çıkarlarıyla çatıştığını söyleyebilir misin bana? Kötüler ve iyilerin
eşit oranda olduğu bir dünyada kabul edebilirim, zira birilerinin
çıkarı diğerlerini gözle görülür şekilde şok edecektir; ama tamamen yozlaşmış bir toplumda bu olamaz; kötü olan dışında her şeyi dışlayan kötülerin, kendi içinde ona zarar verenler dışındaki
kötülükleri vurgular ve her ikimiz de mutlu oluruz. (s.281)
Bana hala Tanrıdan mı söz
ediyorsun; eh! Bu tanrının düzenden ve sonuç olarak da erdemden hoşlandığını kim kanıtlayabilir sana? Sana sürekli olarak
adaletsizlik ve düzensizlik örnekleri sunmuyor mu? İnsanlara savaş, salgın hastalık ve kıtlık göndererek, her yerinde kötülüğün bulunduğu bir evren oluşturarak mı gösteriyor sana iyiliğe olan
sonsuz aşkını? Kendisi de kötülükler aracılığıyla hareket ettiğine,
eserlerinde her şey kötü ve yoz olduğuna, isteklerinde her şey
günah ve düzendışı olduğuna göre, kötü insanların hoşuna gitmemesini nasıl istiyorsun? Peki bizi kötülüğe götüren bu hareketlere kim itiyor bizi? Bize ondan gelmeyen tek bir his var mı? Onun
eseri olmayan tek bir isteğimiz var mı? Ona zarar verecek ya da
onun için gereksiz olacak bir şeye eğilim esinlemesi ya da buna
izin vermesi mantıklı mı? Eğer kötüler de ona hizmet ediyorsa,
neden direnmek isteyelim kötülere? Ne hakla yok etmeye çalışırız onları? Ve neden seslerini kesmek isteyelim? Dünyada biraz
daha çok felsefe yapılması her şeyi kısa sürede düzene sokacak
ve tüm yargıçlara, yasa koyuculara, bu kadar sert bir şekilde aşağıladıkları ve cezalandırdıkları suçların bazen, kendileri uygulamasalar ve asla ödüllendirmeyi düşünmeseler de öğütledikleri bu
erdemlerden daha gerekli olabilir. (s.281-282)
İnsanların suç olarak adlandırdıklarının tam analizini yaparak başlamak gerekir; burada söz konusu olanın onların kanunlarını ve ulusal geleneklerini çiğnemek
olduğu kabul edilmelidir; Fransa’da suç kabul edilen, buradan
yüz mil uzakta olmayabilir; dünyada evrensel olarak suç kabul
edilebilecek bir etkinlik yoktur; burada kötü ya da suç olup da,
birkaç mil ötede övgüye değer ya da erdemli olan da yoktur; her
şey bakış açısı, coğrafya işidir ve bu nedenle de, başka yerlerde
kötülükten başka bir şey olmayan erdemleri uygulamaya kalkışmak ve bir başka iklimde mükemmel etkinlikler olan suçlardan
kaçınmak anlamsızdır. Şimdi, bu düşüncelerin ışığında sorarım
sana, Çin’de erdem olarak kabul edilse de, Fransa’da zevk için
ya da çıkar adına, suç olarak işlediğim bir etkinlikten dolayı
pişmanlık duymayı sürdürebilir miyim? (s.283)
- Bu dünyada suçtan korkmayanların, diye aldım sözü, öteki
dünyada ilahi adalet tarafından cezalandırılmayacağına inanıyor
musunuz? - İnanıyorum, diye devam etti bu tehlikeli kadın, eğer Tanrı
olsaydı, yeryüzünde daha az kötülük olurdu; eğer bu kötülük varsa, ya da bu eşitsizlik Tanrı tarafından emrediliyorsa, ya barbar
bir varlıktır ya da bu barbarlıkları önleyemeyecek durumdadır. -Beni korkutuyorsunuz madam, sizi,
karmaşık düşüncelerinizi ve zırvalıklannızı daha fazla dinleye
meyeceğım için affedin beni. (s.285)
Ne kadar da zavallı bir yaratıktım! Mutluluk yalnızca, asla
kaldıramayacağım bir acıya daha da gömüleceğim durumlarda
mı sunulmalıydı bana! Bana felaketler hazırlamayan erdemler
doğamayacak mıydı kalbimden! (s.289)
Bana hiçbir şey borçlu olmayan bu genç adamın dürüstlüğü
karşısında gözyaşlarımı tutamadım. İyi davranışlar, uzun süreden
beri kötülerine maruz kalındığında çok daha hoş geliyor. (s.292)
- Ey erdem! diye haykırdım, bu kadar küçük düşmüş durumdayken, daha önce bir hakaret düşünemez miydin! Günahın, bu
kadar küstahça ve cezasız kalarak sana karşı koymaya ve yenmeye cesaret etmesi mümkün müdür! (s.307)
Uzun süreden beri iftiraya uğramaya, adaletsizliğe ve acılara
alışmıştım, çocukluğumdan beri erdem duygusuna teslim olurken yoluma engeller çıkacağını biliyordum; acım beni aptallaştırmış, içimi parçalamıştı. (s.308)
Gidin, beni
ölüm ve utanç arasında bir yere yerleştirmek üzere, içinde bulunduğum durumu zalimce kullanmaya cesaret edebilecek bir
canavarsınız siz; gerekirse ölürüm, ama en azından vicdan azabı
duymam. (s.309)
Korkunç bir ilahi adaletsizlikle, suçun erdemi korkutması mümkündü demek! (s.314)
Çocukluğumda, bir tefeci beni hırsızlık yapmaya itmek istedi;
reddettim. Zengin olan o oldu. Bir hırsızlar çetesinin arasına düştüm, hayatını kurtardığım bir adamla birlikte kaçtım, ödül olarak
bana tecavüz etti. Şehvet düşkünü bir senyörün evine geldim,
teyzesini zehirlemesine razı olmadığım için beni köpeklerine parçalatmak istedi. Oradan, ensest ve katil bir cerrahın evine gittim,
korkunç bir cinayeti engellemek istedim, cellat beni bir suçlu gibi damgaladı; şüphesiz bu zalimlikleri sürdürdü, servet yaptı ve
ben karnımı doyurmak için dilenmek zorunda kaldım. Kendimi
ibadete adamak istiyordum, bunca kötülük aldığım Yüce Tanrıya
içtenlikle yalvarmak istiyordum, kutsal din adamlarımızdan birinin karşısında günahlarımdan arınmayı umduğum yüce mahkeme yüzkarası kanlı bir tiyatroya dönüştü, bana tecavüz eden ve
soyan canavar kendi düzeninde en büyük onurlardan birine yükseliyor, ben ise korkunç bir sefalet uçurumuna geri düşüyordum.
Bir kadını kocasının dehşetinden kurtarm ayı denedim , zalim
adam kanımı damla damla akıtarak öldürmek istedi beni. Bir zavallıya yardım etmek istedim, beni soydu. Kendini kaybetmiş bir
adama yardım ettim, nankör bana bir hayvan gibi çıkrık çevirttirdi ve haz aracı olarak kullandı beni, çevresi saygın kişilerle doluydu ve onun evinde zorla çalıştırılmaktansa bir darağıcında ölmeye hazırdım. Alçak bir kadın beni yeni bir cinayete ortak etmek istedi, kurbanımın servetini kurtarmak için, ikinci bir kez
varolan üç kuruşluk varlığımı kaybettim. Duyarlı bir adam bana
el uzatıp yaşadığım felaketleri telafi etmek istedi, bunu yapamadan kollarımda son nefesini verdi. Bana ait olmayan bir çocuğu
alevlerden kurtarmak için bir yangının içine atıldım, bu çocuğun
annesi suçladı beni ve hakkımda bir cinayet davası açıldı. Beni
zorla tutkusu kafa kesmek olan bir adamın evine götürmek niyetinde olan en korkunç düşmanımın eline düştüm, bu şehvet düşkünü adamın kılıcından kurtulabildiysem, bunun nedeni yeniden Themis’inkinin altına düşecek oluşumdu. Servetini ve hayatını kurtardığım bir adama beni koruması için yalvardım, ondan
saygı beklemeye cesaret ettim, beni evine çekti, zalimliklere maruz bıraktı, davamın bağlı olduğu ahlaksız yargıcı da buraya çağırmıştı, her ikisi de tecavüz etti bana, her ikisi de hakaret etti,
her ikisi de ölümümü hızlandırmak istedi. Kader onları varlığa
boğmuştu, ve ben ölüme koştum.
İşte erkeklerin bana yaşattıkları, işte tehlikeli davranışlarının
bana öğrettikleri; felaketlerle sertleşmiş, haksızlıklar ve adaletsizliklerle isyan etmiş ruhumun artık bağlarını koparmaktan başka bir şey istememesi şaşırtıcı mı? (s.326-327)
Her şeyin bittiğine, artık endişelenmemsi gerektiğine ikna etmeye çalışmışlardı. Ama hiçbir şey onu sakinleştiremiyordu;
sanki bu mutsuz yaratık yalnızca acılar için yaratılmıştı ve bahtsızlığın kılıcını her zaman başının üzerinde hissediyor, onu ezecek son darbeleri önceden yaşıyordu. (s.331)
Tüm hayatı boyunca pişmanlık duyabileceği tek bir hatası olmayan bu kız bu şekilde muamele gördüğüne
göre, ben ne beklemeliyim? (s.332)
Bir memlekette insanlar namuslu olduklarıyla ayrıca övünüyorlarsa, o memleketin hali dumandır. -Kemal Tahir-
Keşke bir kitap okumuş, bir kedi sevmiş olsaydınız. Belki o zaman bu kadar kirletmezdiniz dünyayı... -Turgut Uyar-
Canciğerdiler, kuzu sarmasıydılar.
Onları yoldaş eden çıkarların ortaklığıydı.
Yol bitti.
Avın başında kavgaya tutuştular.
Bir zamanlar el ele tüm ülkenin mahremine girenler, şimdi birbirinin mahremine el uzatıyordu. -Barış Terkoğlu-
En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? -Ahmet Hamdi Tanpınar-
Çünkü bizler, az ya da çok, yaşamak alışkanlığını yitirmiş, aksaya aksaya yürüyen insanlarız. Hem de gerçek canlı yaşamdan tiksinecek, onun lafını bile işitmek istemeyecek kadar yaşama yabancılaşmışız. -Fyodor Dostoyevski-
Sürekli değişik düşüncelerin etkisinde kalıyor, bir türlü kendimi bulamıyordum. Galiba bütün kusurum biraz fazla kitap okumaktı. Otuz yaşından sonra felsefe, psikoloji, iktisat, fransızca öğrenmeye kalkışmış, keman dersleri almaya başlamıştım. Bir yandan da ikebana kurslarına yazılmıştım. Komşularım: Bu kadar okuma, sonunda üşütürsün, diyorlardı. Galiba onlar haklıydı, insan çok fazla okumamalı ve çok fazla düşünmemeliydi. Çünkü sonunda gerçekten üşütmese bile bir tuhaf oluyordu. Yaşadığın dünyaya sığmıyordun, ya da dar geliyordu hayat sana. -Murathan Mungan-
Bazı insanları acı büyütür ve yaşatır. Acı çekmeden, o korkunç yalnızlığı tatmadan kendisi olamaz bazı insanlar. Ne zaman ki en sevdikleriniz yan çizer, ne zaman ki birer birer düşürür herkes maskesini, ne zaman ki yalnızlıktaki o muhteşem gücü keşfedersiniz, o zaman başlarsınız gerçekten yaşamaya... -Charles Bukowski-
Her şey nasıl bitiyor Nasıl yabancılaşıyor insanlar Hiçbir şey olmamış gibi. Birlikte yemek yer miydik Nerelere giderdik ... Şakalarımız nasıl şakalardı Kavgalarımız Sesi nasıldı sesi Unutmak değil, başka bir şey bu. -Cemal Süreya-
Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak
kalmak lazım. Ta ki birbirimizi tekrar görme ihtiyacını şiddetle duyuncaya
kadar. Belki
tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz. -Sabahattin Ali-
İnsanın sayısız geceler boyunca odada pinekleyerek kitap okuduğunu, ya da kara kara düşündüğünü getir gözlerinin önüne. Kimi zaman boşa koyarsın dolmaz, doluya koyarsın almaz, doğru mu düşünüyorsun yanlış mı bir türlü bilemezsin, çıkamazsın işin içinden, danışacağın tek bir Allah'ın kulu bile yoktur. Dönüp de sen ne dersin bu işe diyebileceğin hiç kimse yoktur yanında, sen de görüyor musun benim gördüğümü diye soramazsın hiç kimseye. Kaygılısındır, kararsızsındır. Bir ölçü yoktur elinde. Neler gördüm ben burada, neler yaşadım .Sarhoş filan da değildim. Uykuda mıydım bilmem. Ama yanımda birisi olsaydı, uyuyordun, düş görüyorsun derdi. Ve işte o zaman her şey çözümlenmiş olurdu... -John Steinbeck-
Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.
Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.
Ay´ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor.
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.
Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.
Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.
Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum.
Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş ay´a ´EVET!´ diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.
Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum.
Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.
Kendinle yalnız kalıp kalamadığını ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum. -Oriah Mountain Dreamer-
Bugün Nilgün Marmara'nın vefatının 37. yıl dönümü. 29 yıllık yaşamına sığdırdıkları-sığdıramadıklarıyla mini bir Nilgün Marmara içeriği hazırlamak istedim. Genelde
herkes Nilgün Marmara sayesinde Sylvia Plath'ı tanımış ama bende tam
tersi, Sylvia sayesinde Nilgün Marmara'yı tanıdım. Sylvia Plath üzerine araştırmalar yapan Nilgün Marmara, fikirlerini
benimsediği ve üzerine tez yazdığı Slyvia Plath'la aynı sonu yaşadı. Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntihar Bağlamında Analizi, Nilgün Marmara’nın mezuniyet tezidir.
Kitaplarının
hepsini okudum diyemem, yıl dönümü için içerik yapmak isterken onun
sandığım, sandığımız bir kaç sözün, şiirin aslında ona ait olmadığını
öğrendim. Özellikle iki tanesi benim için büyük şok oldu. "Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın. Hepiniz mezarısınız kendinizin” sözü ve "Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" şiiri. Eşi Kağan Önal “Kuş Koysunlar Yoluna” adıyla bilinen şiirin dizesinin eşine ait sanılmasına sebep olarak Gülseli
İnal’ı gösterir. Önal’ın ifadesiyle Nilgün Marmara’nın annesinden
notları ve defterleri geri vermek vaadiyle alan İnal, içlerinden seçtiği
metinleri izinsiz ve özensiz bir biçimde yayımlamıştır. Alıntıların en sonuna sevgili Nilgün Marmara'ya atfedilen ama onun olmayan yedi içeriği kaynağıyla paylaşacağım.
Nilgün Marmara yaşarken yayımlanmasını istediği şiirlerini daktiloya
çekmiş, dosyalamış ve eşi Kağan Önal’a bıraktığı intihar mektubunda bu
şiirleri isterse bastırabileceğini vasiyet etmiştir. Vefatının yıl dönümü nedenyle, bende elimden
geldiğince onun hakkında söylenen ve eserlerinden karışık alıntılar derledim. Işıklar içinde uyusun..
* * * * * *
Hayat, hep yüzünle seviştik,
tersinin hatırı kaldı.
..yabancıların en yakınıydın sen!
aşka kin kadar yakın bir duygu yoktur.
Her ikisi de birbirlerini tanımayan bir başkasıydılar! İki umudun birbirine değmesi kadar
güzel ne ki?
Sen ne getirdin bana çocukluğundan? Şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı? Her şeyi yazmıyorum, korkuyorum. Yazarsam çok dağılacağım gibi.
Eskiden bir yıldızmış, göğünü yitirmiş.
Sevgiyi arttırmak istiyorum, güvenle katlamak..
Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı, acı,” diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim.” Dünyamsın benim, zorbam, düzenim,
Bundan gözlerim göğe çevrili,
ellerim denizde.
Hiç katılmadan sende yaşıyorum,
dirimimsin benim,
doğarken öldüğüm. Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!
Nereye gittiğini bilmiyorsan, derin bir bağın yok demektir. Olsaydı öğrenirdin.
var olduğun için müteşekkirim sana. Sıkılan ve sökülen canıma açtığın pencereler için.
Sartre'a göre “intihar dünyada var olmanın bir başka yoludur,” çünkü kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak, varlığının tanımını hiçlikle yapar. Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu? Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü! Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!
Gittikçe soğuduğumu farkediyorum ve bu bana hiç de sevinç vermiyor. Çünkü özün soğuması çok tehlikeli, başkalarıyla ilişkiyi yalıma veriyor, unutulan ben başkayı yakarak yeniden doğacakmış gibi.. Uçurumlar var, var uçurumlar diyorum ben insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında. Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
Biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz. Niye hep başka zamanlar ve hep başka kendimiz?
"Aya dokunmak istiyorum" tümcesini sessiz bir çığlık olarak yineleyerek. Bu huzur için çığlıklar ne köpekler toplumunda, kim duyar? Çığlıklar neden bu den sessiz?
Ece bana "Tanrı yoksa herşey mübahtır" diyorsun sen demişti, oysa ben "Tanrı varolduğu için herşey mübahtır" diyorum. Garip bir din anlayışı işte.
Bir yaz gecesi dinginliğini özlüyorum, bana hiçbir gıcığı olmayacak bir yaz gecesini... Ve her gün "gitmek mi zor kalmak mı zor" teranesini yinelemek tüm tinsel ve maddi dengemi bozuyor. Midelerim, gözlerim, başlarım, yüreklerim ağrıyor... Dünyamsın benim, zorbam, düzenim,
Bundan gözlerim göğe çevrili,
ellerim denizde.
Hiç katılmadan sende yaşıyorum,
dirimimsin benim,
doğarken öldüğüm. Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır.
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara..
Kimse duymuyor çığlıklarımı.. Umarım şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.
Keşke benimde karşımda her zorluğa rağmen dimdik duran ve beni sevebilen biri olsaydı. İnsan tek başına dağ olamıyor bazen.
Ah! Ya benim ele geçirilemez coşkularım,
varolamamış henüz
biçimleyemediğim.
Neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçlere
varılamaz yengisinden sonra
ulaşır esriklik alanları? ..uzun upuzun çok güzel yollar düşüyoruz, çok acımasız korku tünellerinden, çok gülünç karanlıklar içinden, olduğumuz bulunduğumuz zamana ve yere varmak, orada durmak için, ağulu tınısını duymak için yaşamın; dolu dizgin bir koşturu ölüme doğru..
Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
Çözülürse yoksulluk sevinir
Aynamızın içinde tek bu bağ...
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben...
Elim narin uzanamam, geri alamam.
Bir dönüştü tekrarlanan,
Ruhlanan bardaklarda şarap tadardık,
Unutanlardan değil hatırlayanlardık
Çok yalnızım, mutsuzum Göründüğüm gibi değilim aslında Karanlıklarda kaybolmuşum Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara Kimse duymuyor çığlıklarımı Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım Ümidimi yitirmişim Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim. Tüm atomlarımı bir arada tutan bir sıvı, bir zar var gibi (nar taneciklerini kaplayan zar örneğin) ve işte o zar dışsal bir etkiyle zorlanmakta ve zarın en küçük kıpırtısı atomların bir arada duruş kombinasyonlarında bir değişim yaratıyor. Ama tek tek ne atomları, ne zarı, ne kıpırtısını, ne de kombinasyonundaki değişimi, ne de değişimin kendisini açıklayamıyorum. Unutmaya çalışıyorum.
Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim. Arkamı dönüp güvendiğim ve inandığım her şeye veda edeceğim. Akıl hastanesinde hastalardan biri: "Hepiniz bir gün buraya geleceksiniz, gelecek, geleceksin, gelecekler" demiş.
Yeryüzündeki aşk olasılığı ve süreci de karıncaların karşılaşmaları ve yaklaşık 10 saniye birbirlerine dokunmaları oranında. Uyandığımızda yalnızlığın yanıbaşımızda uyuduğunu görmek.. Ölürken, kahkahamı ona bırakacağım. Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi... "Sahneden çekilirken, yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum."
******** “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak
canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda.
Akşamları belli bir saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi
gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir
parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece
ile gergedan için yaptığımız söyleşide ondan söz ettim: Bu dünyayı başka
bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar
görememiştim. Bugün ortaya çıkıyor.” (Cemal Süreya) ************** Yukarıda belirttiğim gibi, Nilgün Marmara'nın sanılan ama ona ait olmayan şiirler sözler, kaynaklarıla birlikte paylaştım. Eğer yanlış olan bir içerik varsa uyarın lütfen.
"Yalnızlık" şiiri Nilgün Marmara'ya ait değildir!Kaynak Link
"Maskelerinizi
kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın. Hepiniz mezarısınız kendinizin”
dizeleri Nilgün Marmara'ya ait değildir!! Bu dizeler Serdar Aydın'a aittir. Kaynak Link
"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" diye bilinen dizeler Nilgün Marmara'ya ait değildir!Kaynak link “Ağrımasa bilir miydim, yüreğimin yerini” sözü Nilgün Marmara’ya ait değildir! Söz, Sennur Sezer’in “Yankı” şiirinden alıntılanarak oluşturulmuştur.Kaynak Link
“Beklentim yokmuş gibi davranıp içime dünyalar kadar umudu sığdırmaktan yoruldum.” sözü Nilgün Marmara’ya ait değildir! Kaynak Link
"Bak
bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, ha
şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden. En çok da o acıtıyor canımı,
en çok o kanıyor.” sözünün Nilgün Marmara’ya ait değildir!Kaynak Link
“Ben Babamın Yuvarladığı Çığın Altında Kaldım” sözü Nilgün Marmara'ya ait değildir! Sosyal medyada Nilgün Marmara (1958-1987) imzasıyla paylaşıldığına şahit olduğumuz “ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım”
sözü, şairin “Kan Atlası” adlı şiirinde ayrı olarak ve tırnak içinde
yer almış olup, aslında Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’a aittir ve
yazarın Malina adlı romanında geçer. Kaynak Link
Tanrı’yla aynı fikirde değilim! İntihar edenlerin Cehenneme gideceği konusunda. Kainatın yaratılışına Katılmaktan bıktığımda ruhum... İntihar edeceğim bende Denenmemiş bir yolla Nerdeyse bütün akıllı kalpler İntihar edip siktir çekmiş yeryüzüne Ben ateist değilim, babasıymış gibi Tanrı’ya küsen bir çocuğum Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietzsche’yi Cehenneme gönderirse Cehennemde yanmayı tercih ederim ben de Tanrı dürüstlüğü sever.. Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum Ben Tanrı olsam Peygamberler göndermez Direk konuşurdum insanlarla Ben Tanrı olsam Hitler’i iyi kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu İçindeki kötülüğü insanlara değil Tuvallere boşaltırdı Ben Tanrı olsam Devletler yok olur Gül kokulu bireyler var olurdu sadece Atlar çılgın zamanlar koşardı Ben Tanrı olsam Düşünce gücüyle herkesin İstediği karakter olmasını sağlardım Dünya bir şiirin Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece Ben Tanrı olsam intihar ederdim İnsanlarla birlikte Acı çekmeyi öğrenemediğim için... -Cesar Mendoza-
Ulysses'in hangi çevirisi daha iyi diye bir araştırma yaparken, tesadüfen bu yazıya rastladım. Okuması oldukça zor olan (bence) iki yazar ve kitapları için geniş kapsamlı bir inceleme kaleme alınmış... Konuya eşlik etsin diye, okunması en zor kitaplar belirlenmiş, onunla ilgili bir videoyu da sona ekledim..
James Joyce’un meşhur romanı “Ulysses”i, Nevzat
Erkmen tarafından Türkçeye çevrilip yayınlandığı 1996 yılından beri kaç
kez okumaya teşebbüs ettim bilmiyorum ama her girişimimde başarısız olup
geri çekildim, hatta bir seferinde otuz sayfa kadar da okudum ama
ilerlemek ne mümkün, nasip olmadı.
Kitabı
esas dilinden, İngilizceden okumuş sanırım bu memleketteki birkaç
kişiden biri olan meşhur bir yazar arkadaşıma bir gün, bir türlü kitabı
okuyamadığımı söylediğimde yüzüme tuhaf tuhaf bakmış, “Bir Müslüman ben Kuran-ı Kerim’i okuyamıyorum diyebilir mi? Bence bir laikin de ‘ben Ulysses’i okuyamıyorum’ deme hakkı yok” demişti. Bu kez de ben tuhaf tuhaf yüzüne bakmış, “Her halde ben imanı o kadar kuvvetli bir laik değilim” demiştim gülerek.
Çeviride
bir sentaks sorunu mu vardı, sanmıyorum, zira çok iyi bir tercümanın
elinden çıkmıştı. Peki, bu kitabın Türkçe çevirisini bu kadar
güçleştiren şey neydi? Bu soruyu çok sordum kendime ama cevabını
bulamadım. Ta ki günün birinde Murat Belge’nin vakti zamanında bu kitap
üzerine yazdığı yazıyı okuyuncaya kadar. Murat Belge, yazıyı romanın Türkçeye çevrilmesinden on sene önce yazmıştı; yazı “Ulysses çevrilir mi?” sorusuyla
başlıyordu. Fransızca ve Almanca çevirileri olduğuna göre demek ki bu
tür girişimlerde bulunanlar vardı dünyada diyordu.
Murat Belge çok iyi bir edebiyat çevirmenidir, özellikle Faulkner’dan ve başka yazarlardan mükemmel çeviriler yapmış. Ona göre “Ulysses” kesinlikle Türkçeye çevrilemez. Dahası böyle bir çeviriye gerek de yok. Çünkü bu kitabı çevirmek için, “İngiliz dili içinde üretilmiş bir ‘etki’nin bir başka dilde yeniden-üretimi gerektiriyor” ki bu imkânsız, olayın olmazlığı da buradan geliyor zaten.
*
Çeviri
insanların birbirlerini anlama ihtiyacından doğdu. Bu işin tarihi de
insanın tarihi kadar eskidir. İki ayağı üzerine doğrulduktan sonra,
şöyle etrafına bakıp yalnız olmadığını anladığı andan itibaren insan, o
sırada gördüğü yaratıklar kimlerse, insan olsun hayvan olsun, onlarla
anlaşma ihtiyacını hissetti. Önce el kol hareketlerini yaptı, sonra
boğazından mırıltılar şeklinde tuhaf sesler çıkardı. Sonra iletmek
istediklerini resme, çizgilere döktü, taşlara, ağaç gövdelerine,
bulabildiği her uygun nesneye resimler, çizgiler çizerek derdini
anlatmaya çalıştı. Mağara duvarlarına çizdiği bu şekiller zamanla yazıya
dönüştü. Sonra papirüs saplarından kâğıda benzer bir şey icat etti, bu
kez derdini o papirüslere yazmaya başladı. Çok sonra matbaa denilen bir
icat yaptı, yazı yaygınlaştı ama hâlâ farklı diller konuşan insanlar
birbirini anlamıyorlardı. Önlerinde iki yol vardı ya anlamadıkları o
dili öğrenecek ya da o dili kendi diline tercüme edeceklerdi. Çeviri
dediğimiz şey böyle doğdu. Zamanla gelişti bu teknik, günümüzde de sanat halini aldı.
*
Sanat dedim, zira çeviri
kelimeler, cümleler arasında bir seçim yapmadır. Mevcut, yüzlerce
kelime arasında uygun kelimeyi, uygun cümleyi seçip ona karar verme
sanatıdır. İnsan aklına dayalı bir uğraştır yani, bir makine bunu
yapamaz. Bugün, Google hazretlerinin yaptığı çevirilere çeviri
demememizin sebebi budur, makine kelimeler arasında seçim yapmaz, uygun
olanı değil, verili olanı oraya koyar ki, ortaya çıkan metin “direkt” bir metin olur. Bildiğim iki dilden bir örnek vereyim: Kürtçede, “Ez têm çavê te” cümlesini makineye verdim, bana “Gözüne geliyorum” diye motomot çevirdi ama dilin inceliklerini, duygusunu bilen bir çevirmen bu cümleyi, “Gözlerinden öperim” diye çevirir ki, doğrusu da budur.
Çeviri
bir dilde yazılmış bir metni, anlamı değişmeyecek şekilde başka bir
dilde ifade etmektir. Kendini çevirdiği metnin yazarı yerine koyup, “yazar şu anda çevirdiğim metni benim dilimde yazsaydı nasıl yazardı” diye düşünüp ona uygun çevirmektir. Bu
yüzden çok iyi İngilizce bilen ve Shakespeare’in de aralarında
bulunduğu birçok yazardan çeviriler yapmış olan şair Can Yücel,
“çeviren” değil de “Türkçe söyleyen” diyordu yaptığı çevirilere.
Yine,
mesela Kuran-ı Kerim başka bir dile çevrilemez, çünkü çeviri insan
sözüdür ama Kuran’ın Arapça olan özgün metni Allah’ın kelamıdır,
Allah’ın sözüne bir başkası kendi duygusunu katamaz, müdahale edemez,
kelimeler arasında seçim yapamaz, o metin nasıl indiyse öyle kalmak
zorundadır. Bu yüzden Kuran çevirilerine “çeviri” değil de “meal” denir, insan onu aklının erdiği kadar yorumlayabilir ancak.
Haydi gelin, “inşallah” kelimesini Türkçeye çevirelim. Bu kelime Türkçeye birkaç değişik şekilde çevrilebilir:
“Allah izin verirse."
"Allah nasip ederse.”
“Canım pek istemiyor ama bakarız.”
“Söz vermeyeyim.”
Şimdi “inşallah”ı bu cümlelerden biri olarak çevirdiğimizde ortada “inşallah” diye bir şey kalıyor mu? Kelimenin bütün büyüsü çoktan kaçtı gitti elden.
*
Dünyada ne kadar çevirmen varsa, birbirinden farklı o kadar çeviri vardır.
Mesela Umberto Eco’nun “tıpkı Beethoven’ın 5. Senfonisi gibi olağanüstü bir davul vuruşuna” benzettiği “Komünist Manifesto”nun
bütün zamanların o en meşhur kitap açılış cümlesini, kitabı Türkçeye
çeviren altı çevirmen birbirinden farklı çevirmiş. Bütün çevirilere
baktım; Muzaffer Erdost, “Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor-komünizmin hayaleti”; Nail Satlıgan “Avrupa’da bir heyula kol geziyor-komünizm heyulası”; Rekin Teksoy “Avrupa’da bir umacı dolaşıyor: Komünizm umacısı”; Celal Üstel “Avrupa’ya bir heyula korku salıyor: Komünizm heyulası”; Levent Kavas “Avrupa’da bir hortlak kol geziyor-komünizm hortlağı”; Tanıl Bora ise “Avrupa’da bir heyûla dolanıyor-komünizm heyûlası” biçiminde çevirmiş.
(Ha bu arada ben en çok Tanıl Bora’nınkini beğendim.)
*
Tahminlere göre bugün dünyada yedi biden fazla dil var. Bu
dillerin içinde sadece 76 tanesiyle edebiyat yapılabiliyor, geride
kalanlar zaman içinde ölüp gidiyor. Dilleri ayakta tutan, onları var
kılan tek şey edebiyattır; edebiyatın içinde de romandır. Bir
dilde, başka bir dile çevrildiği zaman bir anlam ifade edebilen, okunan,
sevilen romanlar yazılıyorsa, o dile artık kolay kolay zeval gelmez.
Konudan, yani çeviri meselesinden uzaklaşmamak için gelin bir deney yapalım.
Bir
ara Maarif Vekilliği de yapmış, Türkçe ezanın da mimarlarından olan
Reşit Galip’in yazarak ilk defa kızlarına okuttuğu, 1930’lu yıllardan
itibaren okullarda her sabah yüksek sesle okutulan, yakın zamanda Ak
Parti tarafından kaldırılan, kaldırılmasına parlamentodaki sosyalist bir
kadın milletvekilinin “hayıflandığı” meşhur “Andımız”ı
önce İngilizceye, sonra İngilizceden Fransızcaya, ondan Almancaya,
böyle böyle sırayla şu anda dünyada bulunan yedi bin dile çevirelim ve
en sonunda elimizdeki metni tekrar Türkçeye çevirelim ve ortaya çıkan
halini parlamentoda bulunan o sosyalist milletvekiline gösterelim. O
kederli milletvekili metne bakıp saçını başını yolmaz mı, “güzelim Andımıza ne olmuş böyle, esas Andımızı isterim, bana Andımızı getirin”
demez mi?; der, zira ortaya çıkacak olan metin bambaşka bir metin olur.
Keşke böyle bir imkânımız olsa da böyle bir oyun oynayabilsek… Ben en
çok, metnin içindeki “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” cümlesinin alacağı hali merak ediyorum mesela!
*
Bizde, Türk aydınının “tercüme bürosundan” çıktığı söylenir. Bu mevzu uzun, buraya girmeden şunu söylemek mümkün. Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekaleti sırasında girişilen “klasiklerin tercümesi” hamlesi, bazılarına göre “aydınlanmaya” yol açtı ama mesela Hilmi Yavuz’a göre bir kuşağı da “solcu” yaptı. “Ceviz Sandıktaki Anılar” kitabında Hilmi Hoca “Bizim
kuşak sola edebiyattan gelmiştir. Sol edebiyattan değil. (…) Marks’ı,
Engels’i, Lenin’i okuyarak değil, size tuhaf gelebilir, Tolstoy’u,
Balzac’ı, Dostoyevski’yi okuyarak ‘solcu’ olmuştuk,” der.
Solculukla alakaları olmayan Balzac, Tolstoy ve Dostoyevski, nasıl oldu da bizim münevverleri solcu yaptı? Balzackralcı ve koyu Katolik, Tolstoy bir ahlakçı, Dostoyevski ise berbat bir milliyetçi ve koyu bir dindardı.
Edebiyatın
gücü budur işte. Bu kitaplarda o büyük yazarlar bir siyasi fikrin
propagandasını yapmıyorlardı, hikayelerinin merkezinde “insan”
vardı, zaaflarıyla, pişmanlıklarıyla, ıskaladıklarıyla, küçük
zaferleri, büyük yenilgileriyle pür insan... Dünyayı felakete, büyük
yıkıma götüren zorba anlayışa kafa tutmuşlardı, İsmail Coşkun Hocanın
şahane deyimiyle “bir ideolojinin hoparlörü” sanatçılar değildi. Bu yüzden Hilmi Yavuz ve kuşağına onların kitaplardan geçen şey, “bilinç”
değil, “liberal ve hümanist bir ahlak” anlayışıydı. Bu anlayış
“duygularını” etkiledi, yeni bir “kimlik” aşıladı onlara. Onlar da bunu Türkiye’ye özgü solculuk sandı. “Sola” yönelmeleri Yavuz’un deyimiyle, “soyut
ve teorik bir bilgilenmeden yoksun, ama somut insanlık durumlarından
yola çıkan bir ahlaki duyuş ve tavır alışla gerçekleşmişti.”
Onları
komünist bir ihtilal yapmış olan Lenin değil, Lenin’in “gerici bir
pislik parçası” dediği Dostoyevski gibi yazarlar “solcu” yapmıştı.
İyi edebiyat çevrisinin bir “faydası”
buysa, kötü teorik metin çevirilerinin de yarattığı başka bir felaket
vardır başka yerde. Marksist klasiklerin kötü çevirileri, Hilmi
Yavuz’dan sonra gelen solcu kuşağı da kendi toplumuna yabancılaştırdı,
19. yüzyıl Avrupa’sını tahlil eden metinler sanki Anadolu’yu
anlatıyormuş gibi algılandı, öyle okundu. Mesela Lenin’in “Devlet ve İhtilal” kitabında geçen bir çeviri cümlesi şöyle:
“Kolonilerde kolonların söz hakkı yoktur.”
Bu kitabı okuyan birçok kişi buradaki “kolonu”, apartmanın altına galeri, beyaz eşya mağazası yapmak için kestiğimiz “kolon” sanır.
*
Biz dönelim Murat Belge’nin bize anlattığı “Ulysses neden Türkçeye çevrilemez” meselesine. Belge’ye göre bu kitabın çevirisini imkânsız kılan şey “İngilizceyi Joyce’un kullanış biçimi”dir. İngilizcedeki “kaleidoskop” kelimesiyle oynayarak Joyce’un türettiği yeni anlamları örnek verir, sonra da romanda “Doğumevi”ni anlattığı bir bölümde yazarın “İngiliz edebiyatının üslup tarihinin parodisini”
yaptığını söyler Belge. Çeşitli yazarların üsluplarını taklit ederek
İngiliz edebiyatının klasik döneminden modern dönemine kadar gelir
Joyce. Amacı fiziksel doğumla edebiyatın doğumunu birlikte anlatmaktır.
Şimdi, bu bölümü Türkçeye çeviren mütercim ne yapacak? Diyelim ki
uyarlama yoluna gitti, Joyce Türk edebiyatının doğuşunu bize Mercimek
Ahmet’ten başlayarak mı anlatacak? diye soruyor Belge haklı olarak, ona
göre bu imkansız bir iş. “Shakespeare, Milton çağlarında biz Baki, Fuzuli parodisi yapacağız”; bu işi de o zamanlar bizde hak getire düzyazıyla yapacağız üstelik, hey lolo!
Belki
benim bütün girişimlerime rağmen “Ulysses”i okuyamamamın sebebi
çeviriye gelmemesidir; yoksa “imanı gevşek bir laik” olduğumdan değil.
*
Murat Belge’nin bu yazısına, denemelerini topladığı “Sanat Edebiyat Yazıları” kitabı içinde rastladığım sırada, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanını ikinci kez okuyordum. Sağa sola bakarken “Tutunamayanlar”ın
yazılmasından 35 sene sonra, 2017 yılında, Oğuz Atay’ın kitabını
adadığı kıymetlisi Sevin Seydi tarafından İngilizceye çevrildiği haberi
ilişti gözüme.
Benim de ilk aklıma gelen, Murat Belge’nın “Ulysses” için söyledikleri oldu; ben de “Tutunamayanlar”ın en azından bazı bölümlerinin başka bir dile çevrilemeyeceğini düşünüyorum. Öztürkçe veya Osmanlıca parodisini yaptığı bölümlerde çevirmen “Özingilizce” veya “arkaik İngilizce”
parodisi mi yapmış acaba? Yetmedi, romanın 646 ile 651. sayfaları
arasında Türk edebiyatında yazılmış metinler arasında bir gezintiye
çıkarak o metinlerin üsluplarını taklit eder Oğuz Atay. Çevirmen burada
ne yapmış sahiden?
Romanın kahramanı Selim Işık’ın “mahrem-i esrarım” dediği bir defteri var, o deftere 3 Nisan günü “başkalarının düşüncelerini” de yazmaya başlıyor, aklına gelen her şeyi yazıyor. Şiirle başlıyor, yabancı dillerden Türkçeye çevrilmiş, “yabancı dil kokan” şiirler. Bu şiirler “Orada
her şey büyülü ve usandıran bir haşmetle görünür/Bütün renkler ve
kokular iç içe/Kader duvarları koyu ve karanlık gölgelerini
salar/Buradan ebediyete kadar” gibi şiirlerdir ve başka bir dilden Türkçeye çevrilmişlerdir. Şimdi “Tutunamayanlar”ın
çevirmeni, bu çevirinin çevrisi olan şiirleri İngilizceye tekrar nasıl
çevirmiş çok merak ediyorum. Bir de eski dilde olan şiirler var, “Mutasevver
ve mülayim bütün muadeletlerin müphemiyeti/Bu sakim heyûlâyı fıtretle
kaydediyor/Deniz cisimlerinin mütemadi in’ikâsı içinde/Zulmet, bana
artık zannedildiği kadar müstakim görünmüyor,” gibi… Sahi İngilizcede bu dizeler nasıl duruyor acaba? Geliyoruz Cumhuriyet devrine: “Seni hürmete lâyık yapan kara sapandır/Toprak altında yatan ya deden ya babandır” veya “Ekmek yirmi beş kuruş, bu ne biçim hükümet/Kalmadı artık bizde hakka hukuka hürmet”, gel de İngilizceye çevir ve bir anlamı olsun bu dizelerin.
Buradan Cumhuriyet’ten önce Türkçeye çevrilmiş romanlara geçer Oğuz Atay. Şöyle çeviriler mesela:
“Lagraj,
Lökok’a sert bir nazar atfetti. Aşağı Löretaya’nın bu iki muannit
serserisi için mutavaat kabul etmez bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi
de müthiş bir hâlet-i ruhiyenin esiri olmuşlardı. Lökok, nevmidâne
konuştu:
‘Hissiyatına
mağlup oluyorsun. Mersiyer bu elim vaziyetten bilistifade, Margörit’i
avucunun içine, o menfur arzularına râm etmek üzere ve gayri kabili red
bir şekilde bu toprakların üzerinde bize hayat hakkı tanımayarak
alacaktır.”
Dil devriminden sonra çevrilen bir romandan birkaç cümle:
“Günün
bu saatlerinde, Tosfanya vadisi derin bir sükûnet içindedir. Ağaçların
yaprakları, bir nebze olsun kımıldamaz. Vatre’nin malikânesine giden
tozlu ve kış mevsiminde nakil vasıtalarının seyrüseferine imkân vermeyen
yol, Şolye dağının eteklerinden kıvrılarak, bu nefis manzarayı,
seyyahların gözlerinin önüne, gayri kabili nisyan bir şekilde serer.
(…)”
Çevirinin çevirisini yaparken ne acılar çekmiştir çevirmen!
Ve önsözler… yazarları hayat hikayeleri, dergilerde çıkan eleştiri yazılarından, polemiklerden örnekler…
Bütün bunlar İngilizceye nasıl çevrilmiş dersiniz?
Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ı yazmadan önce muhtemelen James Joyce’un “Ulysses”ini İngilizcede okumuş, onun İngilizcede yaptığını Türkçede yapmaya çalışmış, yani “esrarını” ondan almış tıpkı Şeyh Galip’in “Hüsn û Aşk”ın esrarını “Mesnevi”den alması gibi.
Bütün büyük yazarlar birbirlerini daima besler.
*
Yazıyı çevirmenliğime dair bir hatırayla bitirelim o halde.
Mehmed
Uzun’un romanlarını 1990’lı yıllarda Kürtçeden Türkçeye çevirdiğimde,
bazı milliyetçi Kürtler bana çok kızıyordu, onlara göre bu işi yaparak
Kürtlere ait bu metinleri Türklere peşkeş çekiyordum. Dilim döndüğünce, “Olur mu öyle saçmalık? Dostoyevski, Tolstoy, Balzac Türkçeye çevrilmeseydi, biz o yazarlardan mahrum kalmayacak mıydık”
diyor, beyhude bir çabayla kendimi savunmaya çalışıyordum. Sonra, uzun
yıllar hapis yatıp çıkmış, hapishanede okumadık kitap bırakmadığını
söyleyen bir “siyasi abi” çıktı karşıma Mersin’de, benim kitaplarımı da okumuştu mahpushanede. Yekten bana, “Seninle Mehmed Uzun’un üslupları ne kadar birbirine benziyor” dedi. Ben de “Sen Mehmed Uzun hangi dilden okudun?” diye sordum, “Senin yaptığın Türkçe çevirilerden,” dedi.
Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. -Sabahattin Ali-
Elveda dediğim oldu ama çıkarken kapıyı çarpmadım, onun içindir ki sağır kulaklarınız farkına varmadı... -Friedrich Nietzsche-
Sizi önce bir tas çorbaya muhtaç hale getirecekler, sonra bir tas çorba vererek oyunuzu isteyecekler.💩 -George Orwell-
İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade. -Oğuz Atay-
İnsan ne kadar başarmış görünürse görünsün, kaybedilmiş savaşların
izlerini taşıyordur. Para, unvan, aile, çocuklar ya da şöhret bunu
değiştirmiyordu. Herkesin sevgiye ve anlayışa ihtiyacı vardı. Hatta
belkide ihtiyacı yokmuş gibi görünenler diğerlerinden daha çok susamıştı
sevilmeye. -Hande Altaylı-
Dünyanın büyük bir kısmı kafayı yemişti. Geri kalanlarda öfke içinde yaşıyorlardı. Ha bir de ne kaçık ne de öfkeli olmayıp, sadece salak olanlar vardı. Hiç şansım yoktu yani. Hem de hiç. Sadece oturup sonumun gelmesini bekliyordum. -Charles Bukowski-
Hepimiz bir adayız. Ölürsek hatırlanalım, yaşarken başkaları da
olabilelim, başkalarına da ulaşabilelim diye hepimiz kendi adamızda
konuşuyor, sesleniyor, anlatıyor, yazıyoruz. Bazen birbirimizin
kıyılarına uğrayan seyrek anlarla yaşayıp gidiyor, bazen kaybolduğumuz
hayatlardan sonra birilerinin karasına vuruyoruz. -Murathan Mungan-
Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum. -Tezer Özlü-
Kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren,bilinçsizce meydan
okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa
girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre
bir hırsa, bir sabırsızlığa kapılıyordu; siyah olan ben, beyaz olan ben'in
yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu. Bir tanesi bir yanlış yapınca, öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi
beceriksizliğine kızıyordu. -Stefan Zweig-
Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu; Toprağı rüzgârı denizi göğü O her zaman bir insanla anlamlı Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların Ve ucuz korkuların kör kuyularına Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz. -Şükrü Erbaş-
Yakınlık başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek; diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmek. Modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık, giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde: "Ben varlıklıyım, ben oraya ulaştım, ne yaptığımı biliyorum, nereye gittiğimi biliyorum." Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın, onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir. Sen olmasan, bu evrenin şiirinde, güzelliğinde bir şeyler eksik kalır. Bir şarkı, bir nota eksik kalır, bir boşluk olur; hiç kimse sana bunu söylemedi... -Osho-